PAYLAŞ
PDF'e AktarYazdır
Evet, -inşâellâh- bu yazıda saman­tik bir analize ilmî bir tahlîl yapacak, yâhud bir metin tahrîfine îmânî bir tenkid getireceğiz… Kısaca ve meâlen, ‘İslâmî nassların, târih içinde geli­şen siyâsî, ictimâî ve iktisâdi anla­yışların ve tatbikatın te’sîri altın­da ve çerçevesi içinde, olduğundan farklı okunacağı’ şeklinde hulâsa edi­lebilecek acı bir hakîkat vardır; ancak bu kötüye kullanılmaktadır. Kelimenin tam ma’nâsıyla bu lağımın içine düşüp karnı şişen ve çatlayıp geberecek nok­taya gelen, kâfirlerin rahle-i tedrîsinde İslâm’ı aslına uygun(!) öğrenen küfür sistemlerinin beslemesi çorbacıları, ya­vuz hırsız misâli kendilerini resmeden bu işi ters yüz etmektedirler. Hangi za­manda, hangi zemînde, hangi siyâsî, ictimâî/sosyal, kültürel ve ekonomik şartlar içinde olurlarsa olsunlar, onlar­dan kendilerini bir şekilde tecrîd ede­rek büyük bir nisbette Devr-i Seâdet’te yaşamayı başaran geçmiş Rebbânî âlimlerimizin yazdıkları eserler, hakîkî ve bulaşıksız İslâm’ı anlatmakta olma­sına rağmen tavşana bak nev’inden bir köylü kurnazlığıyla kendi vasıflarını bunlardan şarkla garb kadar uzak olan şu zâtlara yamamaya çalışmaktadırlar. Umûmhâne patroniçelerinin, iffeti ula­şılamayacak kadar yükseklerde olan kimseleri, nâmussuzlukla suçlayıp on­lara nâmus ve iffet dersi vermelerinden de beter ibretlik bir tablo sergilemekte­dirler.
Aşağıda ele alacağımız ve tâhlîl etme azâbını çekeceğimiz kelime yı­ğınları, yukarıda resmetmeye çalıştığı­mız istikâmette geliştirilen ve aslında câhilî bir düşüncenin tahrîb ettiği ve küfür sistematiğinin çürüttüğü beynin ve yüreğin hâlis İslâma karşı sergilenen ritmi bozuk canhıraş feryadları.
Sergilenen delîl getirmek mantığı, daha doğrusu mantıksızlığı muhkem hukûkî hüccet lifleri ile değil, ancak hâricî karîne yani ipucu olabilecek çü­rük iplikler ile örülmüş… Bu nev’i bir temelsiz tahlîl, garbın geliştirdiği vesvese asıllı mülâhazaların mahsûlünden başka bir şey değildir   Böylesi bir tarz, pozitif ilimlerin ve maddî keşif ve îcâdların gelişmesinde mühim roller oynasalar da, onlarda bile nihâî bir ilim vasfını hâiz olamazlar… Nazariyye olmakta kalırlar…Okuyalım…
Kadınlar İle Tokalaşmanın Haramlığını Bildiren Hadislere Seman­tik Bir Analiz.

AHMET KELEŞ[1]

Keleş: Giriş:
Modern zamanlara mahsus bir problem olan mahrem/yabancı kadın­lar ile tokalaşma, toplumumuzda za­man zaman tartışılan bir konudur
.
Mülâhaza: Belki de farkında olma­dan i’tirâf edilmektedir ki, bu mes’ele aslında bir ‘problem’ olmayıp, İslâm dışı bir hayat tarzının getirdiği sun’î bir sıkıntıdır. O halde bunun halli, İslâm’da yapılacak onu çağa uyduracak değişik­liklerden değil, sadece ona teslîm ol­maktan ve uymaktan geçmektedir.
Keleş: Bu çalışmamızda;yaşadığımız çağın sosyal şartlarının, kadın erkek iliş­kilerini farklı boyutlara taşımasıyla daha belirgin hale gelen tokalaşma problemi­nin dini kaynağı/delili olarak gösteri­len rivayetlere semantik bir tahlil yapma­ya ve metin tenkidinde bulunmaya çalı­şacağız.
   Mülâhaza:Yukarıdaki mülâhazalarımızı te’yîd eder mahiyetteki bu ifâdeler, mes’eleye bakışın bir aşağılık kompleksini ve ‘delîli ola­rak gösterilenkelimelerinden de net­leşen peşin bir hükmü dahi bulundurmaktadır.
Keleş: Çalışmamızın amacı, kadınlar ile tokalaşmanın “haram” olup, olmadı­ğını tespit değildir. Amacımız, söz konu­su rivayetlerden hareketle verilen “mah­rem/yabancı kadınlar ile tokalaşma haramdır” hükmünün ne derece isabet­li olduğunu, bu hükme delil sayılan riva­yetlerin (böyle bir hükmün çıkarılması için) yeterli olup olmadığını ve doğru an­laşılıp anlaşılmadığını semantik açıdan analiz yapmaktır.
Mülâhaza: Hiç de delikanlıca olma­yan korkunç bir kandırmaca ve içi azı­cık da olsa doldurulamayan büyük bir iddiâ. Oysa açık ifâdelerle sergilenen, içi kof bir ‘harâm değildir’ da’vâsı. Evet, yazıdan hedeflenen ‘tokalaşma­nın harâm olduğunun tesbîti değil­dir; iddiâ buraya kadar doğru. An­cak, maksadın ‘tokalaşmanın harâm olmadığı‘nın tesbîti olmadığı ise, ayıblık vasfını da bulunduracak bir yalan. Nitekim ileride kendini yalanlayan açık ifâdeler gelecek. O, yazısının sonun­daki şu sözleriyle bunu açıkça ifâde et­mektedir:
“Sonuç olarak, aktarmış olduğu­muz rivayetler ve benzerlerini delil ka­bul ederek, kadın erkek tokalaşma­sı İslam Dini’ne göre haramdırdemek mümkün değildir. Kadın ile erkeğin to­kalaşmasını haram olarak ispat etmek için bu delillerin dışında başka kati de­liller bulunması gerekir.”
Keleş: Tokalaşmanın Haramlığına Delil Sayılan Rivayetler
Mülâhaza: ‘Haramlığının delîlleri’ değil de ‘Haramlığına Delîl Sayılan Rivâyetler.’ Peşin mahkûm edici bir düşünceyi ele veren, ifâdeler.
Keleş: Bu konuda varit olan riva­yetlerin çoğu Âişe’den nakledilmiştir. Ri­vayetler ise kadınların Rasûlullah’a bi­atleri ile ilgilidir. Kadın sahâbîlerin Hz. Peygamber’e biat etmeleri; Medîne’ye hicretten, Hudeybiye antlaşması sırasın­da ve Mekke’nin fethinden sonra olmak üzere birkaç defa olmuştur. Rasûlullah’ın kadınlardan biat almasının nedeni, Mümtehine Sûresi’nde nazil olan ayet­lerdir. Hudeybiye’de yapılan antlaşma­ya göre, İslam’ı kabul ederek Mekke’den Medine’ye gelen kadınların geri gönde­rilmesi gerekiyordu. Ancak müslüman bir hanımın, kafir kocasının nikahı altın­da kalamayacağı için Mümtehine Sûresi bu konuya açıklık getirmiş ve bu durum­daki muhacir kadınlar, imtihan edilerek, yani gerçekten inanmış olup olmadıkları araştırılarak, kendilerinden biat alınmış­tır. Çalışmamıza konu olan rivayetlerin çoğu, bu sosyal gelişmeler ile alakalıdır.
Mülâhaza:
Bir: Edebsizliğin âlemi yok… O ağ­zınıza alıp da pâk isimlerini kirlettiğiniz zâtlardan ilki, Mü’minlerin analarından biri olan Hz. Âişe radıyellâhu anhâ validemiz, ikincisi de âlemlere rahmet olarak gönderilen Nebîmiz sallellâhu aleyhi ve sellem Efendimiz… Herhan­gi bir memlekette sıradan bir ciğeri beş para etmeyen âmire veya herhangi bir devlet vazîfelisine saygı ifâdesi olma­dan, sadece isimleriyle hitâb etmenin edebsizlik ve terbiyesizlik kabûl edil­mesine rağmen nedir buradaki bu den­sizlik!..
İki: Haberlerin çoğu ‘Âişe radıyel-lâhu anhâ vâlidemiz’den rivâyet edil­diyse ne olmuş?!.. İleride açıkça ifâde edileceği gibi bu yeminli haberin -Al­lah celle celâlühû’dan korkmadan- kıs­kançlıkla temellendirilmesinin yolu mu yapılıyor?!..
Üç: Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem Efendimizin bu ifâdelerinin belli bir hâdise veya hâdiseler ile alâkalı ola­rak söylenmiş olması, o hâdiselerle sı­nırlı olmasını mı gerektiriyordu?… Evet, vürûd sebebi mes’elenin anlaşılması­na yardımcı olur; ancak onu sınırlı kıl­maz. Nitekim bu, aşağıda anlatıla­caktır. Hiçbir ilmî, hukûkî ve mantıkî istidlâl ağırlığı olmayan, vesveseler…
Keleş: Mümtehine Süresindeki ayet­ler şöyledir:
“Ey iman edenler! Mü’min hanımlar size katılmak üzere hicret etmiş olarak geldiklerinde onları imtihan edin. Ger­çi Allah onların imanlarını pek iyi bilir. Ama siz de onların mü’min oldukları­nı anlarsanız, artık onları kafirlere geri göndermeyin. Bundan böyle bu ha­nımlar kafir kocalarına, kafir kocala­rı da bu hanımlara helal değildir. Bu­nunla beraber kocalarına vermiş olduk­ları mehirleri siz iade ediniz. Kendileri­ne mehirlerini vererek bu kadınlar ile evlenmenizde bir sakınca yoktur. Kafir kadınları nikahınızda tutmayın. Onlara harcadığınız mehri, evlenecekleri ko­calarından isteyiniz. Kafirler de, İslam’a girip sizinle evlenen eşlerine sarf etmiş oldukları mehri sizden geri istesinler. Allah’ın hükmü budur. Aranızda o hük­meder. Zira Allah her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”[2]
“Ey peygamber! Mü’min hanım­lar Allah’a hiçbir surette ortak koşma­mak, hırsızlık yapmamak, zina etme­mek, çocuklarını öldürmemek, iftira­da bulunmamak, gayr-ı meşru bulduğu bir çocuğu kocasına isnat etmemek, se­nin kendilerine emredeceğin ma’rufta sana isyan etmemek hususlarında sana biat etmeye geldiklerinde, sen de on­ların biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan af dile. Çünkü Allah Gafur’dur, Rahîm’dir, affı ve ihsanı boldur.”[3]
Mülâhaza: Lüzumsuz bir uzatma…
Keleş: Aşağıda zikredeceğimiz ha­disler, kadınların Rasûlullah ile biatleşmesi durumunu anlatan rivayetlerdir:
Âişe naklediyor: “Bu ayet ile ilgi­li olarak Rasûlullah kadınlar ile, Allah’a hiçbir şeyi eş koşmamaları konusun­da biat alıyordu. Rasûlullah biatı söz ile aldı. Onun eli, sahip olduğu kadınlar­dan başkasının eline değmemiştir.”[4]
Buhârî, yukarıda vermiş olduğumuz Âişe’nin rivayetini müteakip Ümmü Atiyye’den de şu hadisi nakletmiştir:
“Rasûlullah ile biatleştik. Bana; “Allah’a hiçbir şeyi eş koşmasınlar aye­tini okudu. Bunun üzerine kadınlardan biri (kendisini kastediyor[5]) hemen elini çekti ve şöyle dedi: Falanca kadın bana cahiliyye matemi tutmuştu onun ben­de hakkı var, ondan izin almak isterim. Rasûlullah bir şey demedi. Kadın gidip geldi ve biat etti.”[6]
Buhârî aynı hadisi Kitâbu’ş-Şurût’ta şu lafızlar ile tahriç (rivayet) etmiştir:
Âişe naklediyor: “Vallâhi Rasûlullah’ın eli biatlaşma esnasında hiçbir ka­dının eline değmedi. O, ancak söz ile biat almıştır.”[7]
Yine Buhârî az bir lafız değişikliği ile Kitabu’t-Talâk‘ta da tahriç etmiştir:
“Hayır, Allah’a yemin olsun ki, onun eli hiçbir kadının eline değmemiş­tir. Ancak o, kadınlardan söz ile biat almıştır.”[8]
Ebû Dâvûd aynı hadisi Cihad kita­bında zikretmiştir. Ancak, hadisin geç­tiği babın adı yine “kadınlar ile biat”tir. Hadisin ravisi ise yine Âişe’dir.
“Rasûlullah’ın eli asla bir kadının eli­ne değmemiştir. Ancak, bir kadın (toka­laşmak istediğinde) ona mani’ olmuş, kadın da bunu kabul etmiştir. Bunun üzerine Rasûlullah “git senin biatını ka­bul ettim”, demiştir.[9]
Tirmizî aynı hadisi, Âişe’yi zikretmeksizin mürsel[10] olarak Ma’mer, Tâvus ve babası tarikiyle (kanalıyla/yoluyla) nakletmiştir.[11]
İbn Mâce’nin rivayetinde lafız az da olsa değişmiştir. Ancak, rivayetin ilişkili olduğu konu yine aynı, yani kadınların biat etmeleri konusudur.
Muhammed b. el-Münkedir, Ümeyme bt. Rukayka’nın şöyle dediğini nak­letmektedir:
“Kadınlar topluluğu içinde Rasûlullah’a biat etmeye geldim. Bize; “Gücünüzün yettiğince, ben kadınlar ile tokalaşmam”, diyordu.[12]
Bu rivayetin farklı beş versiyonunu İbn Hanbel nakletmiştir.
İbn Hanbel’in naklettiği Ümeyme bt. Rukayka rivayetinin daha kapsamlı olan versiyonunu burada zikretmek is­tiyoruz. Bu rivayetlerin tamamı M. İbn Münkedir tarikiyle gelmektedir. Yani ri­vayetler mürseldir.
Ümeyme bt. Rukayka durumu şu şe­kilde nakletmektedir: “İslam üzere biatleşmek için kadınlar topluluğu için­de Rasûlullah’a gittim. Biz kadınlar; Ey Allah’ın Rasûlü! Sana, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarımızı öldürme­mek, bilerek iftira ve suçlamada bulun­mamak, ma’ruf olanda sana isyan et­memek üzere biat ediyoruz, dedik. O da bize; “Gücünüzün yettiği kadar”, diyor­du. Biz, Allah ve Rasûlü bize, bizden daha merhametlidir, hadi sana biat edelim yâ Rasûlallah, dedik. Rasûlullah da, “Ben kadınlar ile musafaha etmem. Ancak benim yüz kadın için söylediğim bir söz, tek bir kadın için söylenmiş gibi­dir” buyurdu.[13]
Hadisin bir diğer varyantında, “Hadi sana biat edelim” ifadesi ye­rine, “Hadi tokalaşalım” denildiğini, Süfyan b. Uyeyne ifade etmektedir. İbn Hanbel’deki diğer bir rivayette ise kadın­lar Rasûlullah’a şöyle demişlerdir: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bizimle musafaha etmeyecek/tokalaşmayacak mısınız?”[14]
Taberî aynı konuyla ilgili olarak Rukayka’nın Rasûlullah’a; “Uzat elini se­ninle tokalaşalım yâ Rasûlallah!” de­diğini, nakletmiştir.[15]
İbn Hanbel, Esmâ bt. Yezîd’den, Hz. Peygamber’in; “Ben kadınlar ile toka­laşmam” dediğini nakletm iş tir.[16]
Hâkim en-Nîsâbûrî Mümtehine Süresi’nin tefsirinde, Ebû Süfyan’ın ka­rısı Hind’in Rasûlullah ile biatleşmesini şu şekilde nakletmektedir:
Hind biatleşme esnasında Rasûlullah’ın koşmuş olduğu şartlardan hırsızlık şartına gelince, “Ben bu konuda söz vere­mem. Çünkü kocamın malını çalıyorum” diyerek elini çekti. Rasûlullah da çekti. Bunun üzerine Ebû Süfyan’a haber gön­derildi. O da; yaş (taze) olursa helal ol­sun ama kuru olursa olmaz dedi. Böyle­ce HindRasûlullah ile biatleşti[17]
Elbânî, İshâk b. El-Mervezî’nin “Mesâilü Ahmed ve İshâk” adlı eserin­den şu karşılıklı konuşmayı nakletmek­tedir:
İshâk; Kadınlar ile tokalaşmayı mek­ruh görüyor musun?
Ahmed; evet görüyorum.
İshâk; yaşlı olsun olmasın, Rasûlullah elinin üzerinde elbise/bez parçası ol­duğu halde kadınlar ile biatleşmiştir.”[18]
Ümmü Atiyye biat ettiğini şöyle an­latmaktadır:
“Biat etmek için Rasûlullah’a geldi­ğimde ona şöyle dedim: Bana câhiliye döneminde yas tutmuş (teselli etmiş/ ağıt yakmış) bir dostum var, ona borcu­mu ödeyebilir miyim? Sonra gelip biat edeyim. Bana; “git ” dedi.[19] Gidip gel­dim ve biat ettim.”[20]
Taberî, söz konusu biat ile ilgili şu önemli rivayeti yine Ümmü Atiyye’den nakletmektedir:
“Hz. Peygamber Medîne’ye gelin­ce Ensar’ın hanımlarını bir evde top­ladı ve Ömer’i gönderdi. Ömer kapı­nın önünde durup bize selam verdi. Biz de selamını aldık. Bize, “Ben Allah’ın Rasûlü’nün elçisiyim”, dedi. Biz de, “hoş geldin ey Allah’ın Rasûlü’nün elçisi”, de­dik. Daha sonra Ömer, “Allah’a şirk koş­mamak, çalmamak, zina etmemek üze­re biat ediniz”, dedi. Biz de, “evet” de­dik. O elini kapının/evin dışından uzat­tı, biz de içerden uzattık. Bunun üzeri­ne Ömer: “Allah’ım şahit ol dedi.”[21]
Bu konuda oldukça önemli bir ay­rıntıyı Kurtubî tefsirinde şu şekilde nak­letmektedir: “Hz. Peygamber Mekke’yi fethettikten sonra kadınların biatını al­ması gerektiğinde, kendisi Safâ tepesi­ne oturmuş ve Ömer’i de biraz aşağısı­na oturtarak, kadınların biatını almasını söylemiştir. Ömer biat esnasında kadın­lar ile tokalaşıyordu.”[22]
Amr b. Şuayb ise dedesinden şöyle nakletmiştir: “Rasûlullah hanımlardan biat aldığı zaman bir kaptaki suya elini değdirir, kadınların da ona değmeleri­ni isterdi.[23]
İbn Sa’d Tabakât’ında kadınların Rasûlullah ile biatleşmelerine ilişkin bir bölüm ayırmış ve yukarıda nakletmiş olduğumuz rivayetlerin dışında bazı ayrıntıları, özellikle tabiîn imamların­dan nakletmiştir. Konumuz bakımın­dan önemli gördüklerimizi burada zik­redeceğiz:
Şa’bî’den şunu nakletmektedir: “Rasûlullah, kadınlar ile elinin üzerin­de elbise olduğu halde biatleşmiştir.”[24]
Zührî ve   Urve tarikiyle yaptı­ğı bir rivayette, Rasûlullah’ın biat es­nasında kadınlar ile tokalaşmadığını nakletmiştir.[25]
Atâ’dan yapmış olduğu şu rivayet çok dikkat çekicidir: “Rasûlullah, kadın­lardan, cahiliyye matemi tutmamak, tenha yerlerde erkekler ile oturmamak üzere biat aldı.”[26]
Hasan’dan ise şu ayrıntıyı naklet­mektedir: “Mahrem olanların dışında­ki erkekler ile konuşmamak üzere biat
aldı.”[27]
Amr b. Şuayb’ın dedesinden yap­tığı bir rivayet de şöyledir: “Hz. Pey­gamber Medîne’ye geldiğinde müs­lüman olmuş kadınlar gelerek; ‘ Yâ Rasûlallah! Erkeklerimiz sana biat etti­ler, biz de biat etmek istiyoruz’, dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, bir kap içerisinde su istedi. Elini içerisine batır­dı. Birer birer kadınlara ellerini değdirdi. İşte Rasulullah’ın kadınlar ile ilgili biatı budur.”[28]
Buraya kadar nakletmiş olduğumuz rivayetlerden şu sonucu çıkarabiliriz: Hz. Peygamber’in kadınlar ile biatı dört şekilde olmuştur. Sözle biat, içi su dolu bir kap vasıtasıyla, ele sarılan bir bez vasıtasıyla, tayin edilen bir vekil aracılı­ğıyla (Ömer’in tayin edilmesi gibi).[29]
Mülâhaza: Tercümelerdeki gelişigüzellikleri ve tutarsızlıkları bir yana koyarak şöyle deriz:
Bir: Bunlar O’nun kadınlarla musâfaha etmediğinin ve etmeyeceğinin delîllerinden sadece bir kısmıdır…
İki: Burada sanki, yabancı kadınlarla tokalaşmanın haramlığı sadece bunlara dayandırılıyor havası verilmektedir. An­cak, ileride de geleceği üzere ‘kadın­larla musâfahanın harâm olduğunu söyleyen Ümmet’in tamâmının delîlleri bunlardan ibâret değildir; başka nice delîlleri vardır.
Keleş: Hz peygamber’in ve Ashabının Eşleri Dışındaki Kadınlar İle Temas Ettiklerini Gösteren Deliller
Mülâhaza:
Bir: Eşlerin dışındaki her kadın nâmahrem değildir.
İki: Aşağıda zikredilecek olan hadîsler, onların, mahrem olmayan kadınlarla temas ettiklerini gösteren
‘delîller’ değil, câhillerin ve sapmışla­rın delîl zannettikleri şübhelerdir.
Keleş: Burada zikredeceğimiz ri­vayetler, yukarıda nakletmiş olduğu­muz rivayetlerin ifade ettiği gibi, Hz peygamberin nikahlı hanımlarının dışın­da hiçbir kadına elinin değmemiş oldu­ğunu bildiren ifadelerin genel olmayıp, anlatılan olaya mahsus bir durum tespi­tinden ibaret olduğunu göstermektedir.
Mülâhaza:
Bir: İşi noktalayıcı, tamamen indî ve
saçma iddialar    Birçokları uydurma,
bir nicelerinin de kasdedilen ma’nâları göstermediği açık olan, ama cahillik ve hidâyet körlüğü yüzünden baş­ka taraflara çekilip sündürülen sahîh delîller_ Bunun neden böyle olduğu­nu, getirilen ve ma’nâları tahrîf edilen rivâyetlerden sonra söyleyeceğiz_
İki: Yukarıda geçen hadîsler “Hz. Peygamber’in nikahlı hanımlarının dışında hiçbir kadına elinin değme­miş olduğunu bildiren ifâdeler” değil­dir. Onlarda zikredilen ‘el değmemesi’, nâmahrem/kendine nikâhı harâm kılın­mayan içün olup hanımlarının dışında­ki herkesle alâkalı değildir. Kızı, anası, bacısı, halası, teyzesi ve daha birçokla­rı, nikâhlı hanımlarının dışındadır, ama onlara el değmesi yasak değildir…
Üç: Bu kadar dikkatsiz ifâdelerin sâhibi olan birinin, değil bir ilmî makâle, pehlivân tefrikaları, yâhud spor yazıları yazmaya dahi ehil olmadığı açıktır.
Keleş: Enes b. Mâlik Ümmü Süleym’in şöyle dediğini naklediyor:
“Rasûlullah uyuyacağı zaman ona döşek sererdim. Uyuyunca da, terle­rini toplar bir kabın içine koyardım. Onu daha sonra güzel bir koku içine katardım.”[30]
Aynı olayı nakleden Ebû Ya’lâ şu ay­rıntıyı naklediyor: “Uykusu ağırlaşır ve çok terlerdi. Ben de bir pamuk parça­sıyla terini alırdım.”[31]
Mülâhaza: Hadîs şârihlerinin Muktezâ-i Zâhir’in, Muktezâ-i Hâlin ve sebeb-i vürûdün tesbîtine dayalı ola­rak getirdikleri îzâhlara ve bu noktalar­daki onca aklî ihtimâllere hiç mürâcaat etmeden, onları hiç hesâba katma­dan sarfedilen sözleri olduğu gibi al­mak, hangi ilmî anlayışla bağdaşabi­lir, hangi semantik tahlil’ prensibiy­le uyuşur?!.. Eğer getirilen hadîslerde sözü edilen şu hâdise, başkalarıyla to­kalaşmanın câizliğine delîl olabilece­ği düşüncesiyle getirildiyse, biz, ya­bancı bir erkeğin kendi yakınlarımı­zın, hattâ değil mü’mine olan, her­hangi bir yabancı kadının bile ya­nında yatmasını hazmetmeyiz. Han­gi deyyûs râzı ise râzı olsun; ne di­yebiliriz?. Değilse, âlimlerimizin dedi­ği gibi, ortada ya bir mahremlik vardır; (ki, kuvvetle muhtemel olan da budur) Bunu Aynî ve Askalânî bazılarından nakletmişlerdir.[32] Aynî ilâve ederek şöy­le demiştir: ‘Dâvûdî, Ümmü Süleym’in ve Ümmü Harâm’ın Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in süt teyzeleri, kar­deşleri Harâm’ın da süt dayısı, İbnu Vehb de Ümmü Harâm’ın Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem’in teyzesi olduğunu -sütten olup olmadığını ba­his mevzuu etmeden- söylemiştir.’[33]Askalânî, ‘İbnu Battal‘ın nakline göre, Ebû’l-Kasim İbnu’l-Cezerî, Dâvûdî ve Muhelleb bu hususta kesin konuştu­lar’ demiştir. Yine Kirmânî (ö:786) bu yakınlığın süt yakınlığı,[34] Mollâ Gûrânî (893) de neseb veya süt yakınlığını baş­kalarından naklettikten sonra kendine göre bu yakınlığın neseb yakınlığı ol­duğunu kesin ifâde etmişlerdir.[35] Veya bu iş, Ümmü Harâm’ın bir yakınıyla hal­vet olmadan gerçekleşmiştir. İbnu Ha­cer bunun kuvvetli bir ihtimâl olduğu­nu lâkin dokunma problemini kökün­den çözmediğini söylüyorsa da bizce bu gereksiz bir i’tirâzdır; çünki, mümkindir ki, teri pamukla alırken tenine değmemiştir. Veya bu hasâisdendir, yani Nebîmiz sallellâhu aleyhi ve sellem Efendimize hastır; ki, İbnu Hacer’e göre bu en güzel cevâbdır.[36]
Keleş: Enes b. Mâlik anlatıyor:
Rasûlullah Ubâde b. Sâmit’in karı­sı olan Ümmü Haram’ın evine giderdi. Ümmü Harâm da ona yemek yedirip, sonra da saçlarına bakım yapardı. (Sir­ke, bit vs. var mı diye)[37]
Mülâhaza:
Bir: Bu husûsta dahi İbnu Abdi’l-Berr, Aynî ve birçoklarının da dediği gibi, Ümmü Harâm Ümmü Süleym’in kız kardeşi olduğuna göre onda da mahremiyyet vardır.[38]
İki: Gösterilen kaynak -şâyet, zühûl veya matbaa hatâsı yoksa- gelişigü­zel verilmiş veya başka yerden çalın­mış. Çünki bu rivâyet 255. sayfada de­ğil, 225. sayfada bulunmaktadır. Üs­telik, orada hadîs münâsebetiyle söy­lenenler de makaslanmış ve böylece İbnu Abdi’l-Berr’in kanâati gizlenmiş, hattâ tersyüz edilmiş. O, hadîsin Ümmü Harâm’ın kendi ağzından dahi rivâyet edildiğini ve onun müsnedinden de ol­duğunu anlattıktan sonra, şöyle dedi:
Bu Ümmü Harâm, Enes’in ana­sı Ümmü Süleym binti Milhân’ın kız kardeşi olup teyzesidir. Biz bu ikisini kitâbımız, ‘Kitâbu’s-Sahâbe‘de zikret­tik, neseblerini açıkladık ve haberle­rinden bir parça anlattık_ Zanneder­sem o veya Ümmü Süleym Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’i emzirdi ve böylece O’nun süt teyzesi hâline gel­di. İşte bu sebeble başını bitl(eyebil) iyor ve yanında yat(abil)iyordu. Aynı şekilde Ümmü Süleym’in de yanın­da yatar ve onunla, ancak bir mahre­min mahremleriyle yapması câiz olan şeyleri yapardı. Hiçbir Müslüman, Ümmü Harâm’ın Resûlüllâh’a kesin bir mahrem olduğunda asla şübhe etmez. Hadîsde sözü edilenler işte bu yüzden oldu.
İbnu Abdi’l-Berr kendi isnâdıyla Yahyâ İbnu İbrâhîm İbni Müzeyyen’den şöyle dediğini rivâyet etti:
Ümmü Harâm Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in teyzeleri tarafın­dan mahremi idi. Çünki Ümmü Abdi’l-Muttalib İbnu Hâşim Neccâr oğullarındandı. İşte başını bitlemesini ve yanın­da yatmasını sadece bu yüzden câiz buldu.
Yûnus İbnu Abdi’l-A’lâ da şöyle söyledi: İbnu Vehb bize, ‘Ümmü Harâm Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in süt teyzelerinden biriydi; o yüzden yanın­da kaylûle yapıyor ve kucağında uyu­yor ve başını bitliyordu’ dedi.
Ne şekilde olursa olsun Ümmü Harâm Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in mahremiydi. Bunun da delîli şu(yapacağım rivâyetler)dir:
(İbnu Abdi’l-Berr, mahrem olma­yanla bir arada kalmanın yasaklığına dâir bir takım rivâyetler yaptıktan son­ra devâmla şöyle dedi:)
Bunlar, şunu (mahrem olmayanla­rın bir arada olmasını) yasaklayan sâ bit/ sağlam eserlerdir. Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in, yasaklamakta oldu­ğu şeyleri kendisinin yapması imkânsız bir şeydir. (İbnu Abdi’l-Berr’den Nakil Son Buldu.)[39]
Görüldüğü gibi, ortada bir hiyânet
var.
Keleş: Ebû Mûsâ anlatıyor: “Rasûlullah beni Yemende bir kabi­leye gönderdi. Döndüğümde O (a.s.), Batha(Mekke de bir mevki adı)’da idi. Telbiye[40] getiriyordu. Ben de onun getirdiği gibi telbiye getirdim. Bana, “yanında kur­ban olabilecek her hangi bir şey var mı?” diye sordu. Ben de, “hayır” dedim. Bana Safâ ile Merve arasını tavaf etmemi em­retti. Ben de tavaf ettim. Sonra ihramdan çıktım. Kavmimden bir kadına gittim. Saçlarımı taradı ve yıkadı.[41]
Mülâhaza: Bu rivâyet, -şâyet illâ da mahremiyet hesaba katılmadan anlaşılacaksa- yabancı kadınla sadece musâfahalaşmanın değil, onunla ha­mama girmenin bile câiz olduğunun delîlidir. Halbuki, burada da sırf aklî bir ihtimâlle bile bir mahremi olabileceği bahis mevzûudur.
Aynî, şöyle demiştir: ‘(İbnu Hacer’i
kasdederek) kimisi, kadın, Ebû
Mûsâ’nın kardeşlerinden birisinin karısı idi
‘ dedi. Ben derim ki;
“Kirmânî, ‘kadına vardım’ sözü, bu ka­dının O’nun mahremi olduğuna yoru­lur, dedi. Oysa kardeş karısı mahrem de­ğildir. Öyleyse doğrusu Kirmânî’nin de­diğidir. O zaman kadının kardeşlerin­den birinin kızı olmasına yorulur.”[42]
Bütün bunlara rağmen, böy­le endâzesiz nasıl konuşulabilir?!.. Deyyûs olmayan bir kimse, ken­di hanımının veya bir başka yakını­nın, veyâhud da her hangi bir kadı­nın yabancı bir adamla hamama gir­mesine ve onu yıkamasına nasıl rızâ gösterebilir?!.. Bir mü’min böyle bir boynuzluluğu koca bir Sahâbî’ye nasıl yakıştırabilir?!..
Keleş: Enes b. Mâlik anlatıyor: “Medineli bir câriye vardı. Rasûlullah’ın elinden tutar, istediği yere onunla giderdi.’[43] Di­ğer bir rivayette; “Elini asla bırakmazdı.’[44]

Mülâhaza: Aynî, Askalânî, Kastalânî ve diğerlerinin de dediği gibi, bundan murâd edilen elden tutmanın lâzımıdır ki, o da rıfk ve ınkıyâd demektir.[45]Aynî buna ilâveten şöyle diyor: Yani Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in huyu bu mertebedeydi. Bir câriyenin Medîne’nin bir yerlerinde hâceti olsa ve O’ndan şu hâceti husûsunda yardım istese ve hâcetini görmekte kendisiyle yürümesine muhtâc olsa ondan kesin­likle geri kalmaz ve hâcetini karşılardı.

Yoksa illâ da bizzat ‘tutmak’ de­ğildir. ‘Elimden tut’, ‘elimi bırakma’, ‘elinden tuttu’ gibi isti’mâller dilde meşhûrdur. Böyle bir kinâyeli kullan­manın delîli, (hattâ mecâz manasın­da kullanılmasının bürhânı ve bunun içün lâzım gelen hakikate mânî’ olan karîneler), bakmak, tutmak ve mahremiyyetle alâkalı nasslar ve Ümmet’in bu husûstaki icmâıdır.
Keleş: Ebû Râfi’in hanımı Selma an­latıyor: “Rasûlullah’a hizmet ederdim. Onda, sivilce çıban vs. gibi bir şey çıktı­ğında bana emrederdi, ben de onların üzerine kına koyardım/yakardım”[46]
Mülâhaza: Mü’minlerde Allah celle celâlühû’dan korkmak ve kul­dan utanmak diye bir şey vardır. Bun­lar bir yaratıkta olmazsa işler gerçek­ten zorlaşır. Meselâ, İbnu Mâce’ye[47]bakılırsa, görülecektir ki, “Selmâ Ümmü Râfi’ mevlâtü Resûlillâh”, yani Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem’in âzâdlı câriyesi. Hâsılı, bu Sahâbiyye radıyellâhu anhâ Nebî sallellâhu aley­hi ve sellem’in câriyesi iken ve ona hiz­met ederken böyle olmuş. Bununla mes’elemizin ne alakası vardır?!.. Bu ya­pılan, avamın bilgisizliğinden faydalan­mak kurnazlığı mı, câhillik mi, hangisi?..
Keleş: İbn Abbas şöyle bir rivayette bulunmuştur: “Bir adam Rasûlullah’a ge­lerek şöyle dedi: “Benim dünyada her şey­den daha çok sevdiğim bir karım var, an­cak elini uzatanın elini geri çevirmez. (Lâ teruddu yede lâmis)” Rasûlullah da ada­ma; “Boşa” buyurdu. Adam, “sabredemem” deyince; “o halde ondan yararlan, onu sıkı tut”, dedi.[48]
Nesâî şarihi Süyûtî, hadiste ge­çen “Lâmis” sözcüğünün zina anlamı­na geldiğini, ancak buradaki anlamı­nın bu olamayacağını söylemiştir. Çün­kü, buradaki anlamı öyle olsa idi, Hz. Peygamber’in onu tutmasını ve ondan yararlanmasını söylemezdi, demiştir. Bazıları da bu tabirin eli açık cömert an­lamında teşbih ifade ettiğini söylemiş­lerse de, bağlamına uymadığı için ka­bul edilmemiştir.[49] Sarihler, kadının er­kekler ile mübaşeretinde dikkatli olma­yıp, önüne gelenle tokalaştığı ve zina­ya meyyal olduğu vs. şeklinde yorum­lamışlardır. M. Hamdi Yazır, bu hadis­ten çıkarılan hükümler sadedinde, böy­le bir durumda boşanmanın da olabile­ceğini, ancak böyle iffeti zayıf kadınlar, boşandıkları zaman daha kötü bir du­ruma düşebilecekler ise, onları boşamayıp sıkı tutmak, yani gözetim altında bulundurmak tavsiye edilir, demiştir.[50]
Mülâhaza:
Bir: Hadi Nesâî‘nin, rivâyet ettiği şu hadîsin hemen ardında sarfettiği ‘bu hadîs sâbit değildir’[51]sözü hesaba ka­tılmadı, nakledilmedi, ilim hâinliği ya­pıldı; başka birilerince ‘uydurmadır’[52]denilmesine de kulak asılmadı. ‘İsnâdının sahîh’[53]olduğu görüşü kabûl edildi.
İki: Süyûtî’nin sözü kör püçük Arap­ça ile katledilmiş. O, şöyle demişti: ‘Hiç­bir lâmis’in elini geri çevirmez’ de­menin ma’nâsı, ‘kocasının malından isteyene verir’, demektir ki, (‘kil lii )/’bu ma’nâ eşbehdir’; (yani hakka ve doğruya en çok benzeyendir.) Ah­med (İbnu Hanbel), ‘zinâ edip durur­ken, ona karısını tutmasını emrede­cek değildi’ dedi.
Anlayacağınız Keleş, o yüksek ictihâd ehliyyetiyle (!) bizim ‘eşbeh‘i ‘teşbîh’ yapmış!.. Ve Süyûtî’nin an­latmak istediğinin tam aksine bir de ‘kabûl edilmediği‘ni kendi kesesinden ilâve etmiş ve O’na iftirâ etmiş.
Üç: Üstelik şârihler çok şey deseler de içlerinden hiçbirisi ‘tokalaşmak‘tan söz etmemiştir. Nitekim o dehşet Arabçasıyla da olsa, hiçbir şârihden böyle bir nakil yapamamıştır.
Dört: Hadîsin isnâdının sahîh oldu­ğu kabûl bile edilse, âlimler tarafından yapılan işi mide bulandırmayacak şekile yormakla alâkalı yorumlar hiç mi he­saba katılmayacak?!.. Meselâ, bazıların­dan birkaç ihtimâl nakledelim:
Allâme Sindî şöyle demiştir: (1) ‘Hiçbir lâmis‘in elini geri çevirmez’
demek, kendisini (zinâ etmek içün) is­teyene boyun eğen birisi olduğu de­mektir. Bu, fücûrdan/zinâdan kinâyedir. (2) Denilmiştir ki, aksine bu, ‘yiyece­ği har vurup harman savurmak‘tan kinâyedir. Denilmiştir ki bu görüş eş­behdir. Ahmed (İbnu Hanbel), ‘zinâ edip dururken, ona karısını tutma­sını emredecek değildi’ dedi. Bu gö­rüş, “şâyet murâd edilen cömert­lik olsaydı, (lâmis’in değil), multemisin/isteyenin elini geri çevirmez, der­di’; çünki isteyene lâmis değil multemis denir. ‘Lems’ ise ya cimâ’ veya cimadan önce gelen (öpmek ve tutmak gibi) bazı işler demektir; yine, cömertlik teşvik edilen bir haslettir, kadın onun yüzünden cezâlandırılacak ve ayrılacak değildir” diye reddedilmiştir. Zîrâ o, ya kendi malından veya kocasının malın­dan isrâf eder. İkinci yani kocasının ma­lından isrâf etmesi takdîrinde kocasının malını koruması ve muhâfaza etmesi ve ona imkân vermemesi gerekir. Böylece ortaya boşanmasını îcâb ettirecek bir iş çıkmamaktadır. (3) Denilmiştir ki, ona dokunandan lezzet alır ve bu yüzden elini çevirmez, demek istemiştir; bu­nunla büyük fuhşu, zinâyı kasdetmemiştir; aksi takdîrde bu sözüyle nâmus iftirâsı atan birisi olurdu. (4) Denilmiştir ki, (doğruya) en yakın olan görüş, birisi onun hakkında kötülük düşünse, koca­sı karısının bunu geri çevirmeyeceğini ondan bilmiş olmasıdır; yoksa bu kötü­lüğün ondan kesin olarak gerçekleşmiş olduğu değil. Aksine bu hâl kocaya bir takım alâmetlerle zuhûr eder; bunun içün de Şerîat sâhibi Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem onu ihtiyât olarak bo­şanmaya irşâd etmiştir. Sonra da sevgi­si yüzünden ondan ayrı durmaya sabredemeyeceğini bilince, onu saklama­ya ruhsat verdi. Çünki onu sevmesi ke­sin, ondan kötülüğün zuhûr etmesi ise zayıf bir zann idi. [54] (Sindî’den Nakil Bitti.)
San’ânî de Sübulü’s-Selâm’da iki ma’nâyı (zinâ ve müsrifliği) zikrettikten sonra şöyle dedi:
Birinci ma’nâ çok uzak bir ihtimâldir; hattâ (zinâ eden erkek ancak zinâ eden kadınla nikahlanır) âyet(i) sebebiy­le bu ma’nâ doğru değildir. Ve çünki Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem adama deyyûs olmayı emretmez. O yüzden, bu sözün zinâya yorulması sahîh ol­maz. İkinci ma’nâ da uzak bir ihtimâldir. Çünki isrâf kadının malından olursa onu engellemek mümkindir. Kocasının malından ise de böyledir ve boşanma­sını gerektirmez. Üstelik ‘hiçbir lâmisin elini geri çevirmez’ ifâdesinin lugat­ta cömertlikten kinâye olarak kullanıl­dığı bilinmemektedir. O halde doğru­ya en yakın murâd, onun hafif meşreb birisi olduğu ve yabancı erkeklerden kaçmadığıdır; zinâ yaptığı değil. Şâyet kendini yabancılarla cimâ’ etmekten sakınmamasını murâd etmiş olsay­dı, ona nâmûs iftirâsı atmış olurdu.[55](San’ânî’nin Sözü Bitti.)
Beş: Bu lems, ‘dokunmak’ ise, ne­reye dokunmak olduğu da açıklanma­mış, hem de hadîsde, geri çevirmedi­ği eli, nerelerden geri çevirmediği dahi bildirilmediğine göre bunu tokalaşma­ya nasıl yordunuz? “Bu ‘dokunmak’ başka yerlere dokunmak olsaydı, yu­karıda da geçtiği gibi, ‘böyle bir deyyusluğa Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in müsâade etmeyeceğinden kalkarak böyle bir kanaate vardığınızı söylerseniz, bunun tokalaşmaktan baş­ka mecâzî ma’nâlara yorulması, böyle­si bir gerekçe içün daha münâsib olmaz mıydı?
Altı: Bu ifâdelerin ‘onun hafif meşreb veya kendini kollayamayacak kadar sefil olduğunun görülme­si sebebiyle veya teferrüs edilmesi veyâhud da tecrübelerle böylesi bir ihtimâlin bulunduğunun anlaşıldığı’ şeklinde ma’nâlandırılması, en iyi ve en sâlim bir îzâh tarzı olamaz mıydı?
Yedi: Şu rivâyetteki ‘hiçbir kimse­nin elini geri çevirmemek’ ifâdesinin ma’nâsının ‘herkesle tokalaşmak’ ol­duğu farz edilse bile, ‘onu boşa’ sözü­nün haramlık bildirmesi mi, mubâhlık göstermesi mi evlâdır? Bunu bileme­yecek bir akıl sâhibi, dîn hakkında ko­nuşursa bu onu tahrîften başka ne işe yarar?.. ‘Bu harâmdır; ama böyle bir harâma müsâade etme, onu engelle’ denmiş olamaz mı?
Sekiz: Hamdi Efendinin îzâhı, asıl­sız bir yakıştırmadan başka bir şey de­ğildir.
Dokuz: Şu rivâyetlerin hepsi, ağırlık­lı bir şekilde ‘kadınlarla musâfahanın mübâh olduğunu’ gösterseydi bile, bu ‘mübâhlık’ iddiâsını isbâta yine de yetmezlerdi. Çünki, selefiyle ve halefiyle Ümmet’in âlimlerinin tamamının aksi bir kanaat ve anlayışta olması, on­ların -metrûkü’z-zâhir olmakla- te’vîl edilmelerini gerektirecekti.[56] Hattâ, şu mübâhlığı te’vîlsiz bir biçimde gösterseydiler bile, bu icmâ’ onları illetli hâle düşürecek ve delîl olmaktan çıkaracak­tı. Oysa bunların hiçbirisi bahis mevzuu değildir.
Keleş: Bu rivayetten, Hz. Peygamber zamanındaki kimi kadınların erkekler ile temas etmede aşırıya gidebildikleri, fa­kat buna rağmen Hz. Peygamber’in on­ları kesin olarak boşamak veya harâm iş­lemiş olmakla ithâm etmediklerini anla­yabilmekteyiz.
Mülâhaza: Bu iftirâ aslâ doğru de­ğil. Yoksa, neden ‘boşa’ denildi?. Evet, bu boşamak illâ harâm sebebiyle olma­yabilir; ancak burada o yüzden olmak ihtimâli karîneler sebebiyle daha ağır­lıklıdır. Hattâ delîller sebebiyle kesindir, dense yeridir.
Hâsılı, gösterdiğiniz ma’nâlar mesned edilmeye çalışılan bâtıl iddiâya göre bu kadar havada olan rivâyetler, hakkında İcmâ-i Ümmet vâkı’ ol­muş hangi mes’eleyi iptal etmeye ve o icmâ’nın vadisindeki delîlleri asıl mecrâsından çıkarmaya yetebilir? Böy­lesi bir tasarruf, ‘delîl getirmek’ değil, hezeyan nev’inden sayıklamaktan baş­ka bir şey olamaz.
Keleş: Rivayetler ile İlgili Görüş ve Değerlendirmeler:
Burada, yukarıda nakletmiş oldu­ğumuz rivayetlerden hareketle çağdaş alimlerin ne gibi görüşler ileri sürdük­lerini özetle vermeye çalışacağız. Riva­yetlerin sonucunda, kadın erkek toka­laşmasını haram sayanları bir başlık al­tında, mübâh/helal sayanları da ayrı bir başlık altında zikredeceğiz.
Mülâhaza: Neden evvela, dînini dünyası içün satmayan, zafiyetleri­nin esîri olmayan, İslâm’ı sulandırarak buharlaştırıp yok etmek isteyen kü­für otoritelerinin oltasındaki zavallı so­lucanlar olmayan Selef ve Halef geç­miş âlimlerimizin görüşlerini değil de ‘çağdaş alimlerin'(!) görüşlerini vere­ceksiniz?.. Aynı hizmete bir katkıda bu­lunmak içün mü?.. Kimmiş o çağdaş âlimler? Elifi görse mertek zannedecek olanlar mı?..
Keleş: Tokalaşmayı Haram Kabul Edenler:
İbn Arabî Ahkâmu’l-Kuran adlı ese­rinde kadınların Rasûlullah ile biatlarına ilişkin rivayetleri nakletmiş ve tokalaştığını söyleyen rivayetleri zayıf gör­düğünü belirtmiştir. Ayrıca müellif, ri­vayetlerin sonunda şu hükme varmış­tır:
“Dinde kadınların biatı da erkekle­rin biatı gibidir. El ile dokunma hariç.”[57]
Mülâhaza: Önce, İbnu’l-Arabî, ‘çağ­daş’ bir âlim değildir; ancak mu’teber bir büyük muhaddis, müfessir ve fakıhtir. Sonra, sadece onun görüşünü ver­mekle ne yapılmak isteniyor? Yoksa, Ümmet’in âlimlerinin tamamının bu görüşte oldukları gizlenmek mi isteni­yor?.. Ümmet’in bin dört yüz küsûr se­nelik târîhinde ‘yabancı kadınlarla to­kalaşmak mübâhdır’ diyen bir tane âlim bulup gösterebilir misiniz? Hadîs, tefsîr ve fıkıh kitâblarından şu yanlış düşüncenize dâir bir tane cümle bu­labilir misiniz? Aşağıda, delîl diye ile­ri sürdüğünüz saçmalamaların saçma­lıklarını akıllılarla hep beraber görece­ğiz.
Keleş: İ. Cânan, Hadis Ansiklopedisi çalışmasında Ümeyme bt. Rukayka ha­disini zikredip diğer rivayetlere de atıfta bulunduktan sonra şu genel değerlendir­meyi yapmıştır:
“Yukarıdaki metinden de anlaşıla­cağı üzere, kadınlar da erkekler gibi el sıkışarak biat etmek istemişler, ancak, Hz. Peygamber belki de ilk defa, bu ve­sileyle, İslâm’ın yeni bir âdâbını teşrî buyurmuştur. Birbirlerine nikâh düşen kadın erkek el ele tutuşamaz. Hulâsa, bütün rivayetler bilittifak, Rasûlullah’ın bey’ât sırasında kadınların eline çıplak olarak değmediğini ifade eder.”[58]
Mülâhaza, Allah celle celâlühû rah­met eylesin ve günahlarını affetsin, doğru ama az bile söylemiş…
Keleş: “Kırk Hadiste Kadın” adlı ça­lışmasında Zekeriya Güler, konuyla ilgi­li rivayetleri naklettikten sonra şu kana­atini belirtmiştir:
“Rasûl-i Ekrem’in bey’ât esnasında buyurduğu “Ben kadınlar ile musafaha etmiyorum” ifadesi bağlayıcılık açı­sından umûmî bir mahiyet arz eder. Bu ifadenin bey’at zamanına has bir uy­gulama olduğu söylenemez. Çünkü fı­kıh usûlüne göre, lafız umûmî olup hu­susi bir karine yoksa, sebebin özel olu­şuna itibar edilmez ve ilgili delilden ge­nel hüküm çıkarılır. Ayrıca tabiatı icabı bey’atın el sıkışma yoluyla olması ge­rektiği halde Rasûlullah kadınlardan bey’at alırken bunu yapmamıştır. Böy­le olunca bey’at dışında normal zaman­larda yabancı (nâmahrem) bir kadın­la tokalaşmanın haydi haydi haram ol­duğu anlaşılır. Kendine son derece ha­kim, günah işlemekten uzak ve masum olan Yüce peygamber bey’at sırasında bile kadınlarla tokalaşmaktan kaçını­yorsa, onun izinden giden ümmetinin daha da dikkatli olması gerekiyor de­mektir. Günümüzde bazı kimseler, er­keklerin kadınlarla veya kadınların er­keklerle tokalaşmasını kaçınılmaz bir durum, önemsiz bir mesele ve küçük bir günah olarak görmektedir. Bu yan­lış bir fikirdir. Tamamen heva ve heves­ten kaynaklanan bu fikir, söz konusu günahı basit görerek umursamayan ve onu terk etmek için hiçbir gayret gös­termeyen insanların kendilerini temi­ze çıkarma çabalarından başka bir şey değildir.”[59]
Mülâhaza: Allah celle celâlühû râzı olsun, ömrüne bereket versin ve arasın­da bulunduğu sapmışların şerrinden onu korusun.. O da şu husustaki doğru­lardan bir kısmını söyledi…
Keleş: Rivayetlere konu olan bey’atın alınmasına vesile olan Mümtehine Sûresinin ilgili ayetinin tefsirinde H. Yazır, aynı rivayetlere değindikten sonra şu ka­naatini belirtmektedir:
“Meşhur ve güvenilir olan husus, Hz. Peygamber’in kadınlar ile musafaha yapmadığıdır.”[60]
Mülâhaza: “Meşhur ve güveni­lir olan” değil, “tek doğru ve sâbit olan.”
Keleş: Ahkâmu’l-Kuran adlı eserinde M. es-Sâbûnî, kadınlar ile biatleşmeyi de­ğerlendirmiş ve şöyle demiştir:
“Rasûlullah’ın kadınlar ile biat esna­sında tokalaşmadığı sahih olarak varit olmuştur. Bu konuda nakledilen riva­yetlerin bütünü, kadınlar ile biatın söz­lü olduğunu, hiçbir kadın ile ne biat­te, ne de biatın dışında bir başka mü­nasebetle tokalaşmadığını göstermek­tedir. Hz. Peygamber; ma’sûm, tâhir, fâzıl, şerîf ve nezihliğinde şüphe olma­yan biri olduğu halde, kadınlar ile to­kalaşmaktan kaçınır ise, hatta biat gibi çok önemli bir durumda bile, kendisin­de şehvet egemen olan, fitneden emin olmayan ve damarlarında şeytân dola­şan biri için kadınlar ile tokalaşmak na­sıl mübah olabilir. Nasıl oluyor da bazı kimseler, şeriatte kadınlar ile tokalaş­mak haram değildir diyebiliyorlar?! Bu çok büyük bir bühtandır.”[61]
Mülâhaza: Allah celle celâlühû ondan da râzı olsun. Doğru, fakat ek­sik bir istidlâl. Çünki, yabancı kadınlar­la tokalaşmanın haramlığı sadece bu rivâyetlerle sâbit değildir.
Keleş: Kadınlara has durumlar için yazmış olduğu ilmihal kitabında Faruk Beşer konuyla ilgili şu açıklamayı yap­mıştır:
“Genç ve şehvet duyulabilecek ya­bancı kadınla tokalaşmak haramdır. Peygamber Efendimiz yabancı bir ka­dının elini tutan ele, kıyamet günü ateş doldurulacağını haber vermiştir. Ken­disi de biat esnasında kadınlar ile el sı­kışmamış ve sizden sözlü biat alıyorum, buyurmuştur. Âişe annemiz de yemin ederek: “Allah Rasûlü’nün eli kadın eli­ne değdi diyen yalan söylemiştir.”[62]
Mülâhaza: Henüz tam yamulmamış zamanlarının kısmî doğruların­dan.   Hedânellâh ve iyyâhu.
Keleş: “Tahrîru’l-Mer’eti Fî Asri’r-Risâleti” adlı kitabında Abdulhalim Ebû Şekka Hz. Peygamberin kadınlar ile olan münasebetlerini; hem bey’at, hem de bey’at dışındaki durumlar itibariyle ince­ledikten sonra, şu kanaate varmıştır:
“Resulullah’ın kadınlar ile tokalaşmadığı sabittir ve bu durum ümme­ti için bir ta’lîmdir. Bazı zamanlarda ka­dınlar ile temas etmesi durumu ise, ta­mamen fitneden emîn olma durumun­dadır. Bu nedenle, fitneden emin olun­madığı zaman, “sedd-i zerâi/zararın önlenmesi kabilinden” tokalaşmaktan uzak durulması icap eder.”[63]
Mülâhaza: “Resulullah’ın kadın
lar ile tokalaşmadığı sabittir ve bu
durum ümmeti için bir ta’lîmdir”
kadarı doğru, gerisi ilmî hiçbir mesnedi
olmayan boş laflar      
Keleş: Mevdûdî “Hicab” adlı eserin­de aynı rivayetlere dayanarak şu kanaa­tini belirtmiştir:
“Bu hükümler genç kadınlar içindir. Yaşları ilerlemiş, cinsi faaliyetleri kesil­miş bulunan kadınlar sözü geçen hük­mün dışındadır. Genç ve yaşlı kadınlar konusundaki bu ayrımın sebebi nedir? Açıkça anlaşılıyor ki, önemli olan cin­si hislerin tahrik edilmesi meselesidir. Yani seksüel duyguların başıboş gidişi­ni önlemektir.”[64]
Mülâhaza: El-kezûbu kad yasduku; geçelim.
Keleş: Tokalaşmayı Mübah/Helal Kabul Edenler:
Aynı ayetin tefsirinde S. Ateş, riva­yetlerin akabinde şu yorumu yapmak­tadır:
Mülâhaza: Bir velînin bir münâsebetle dediği gibi, ‘yakıştı bu ser, bu serpûşe’. Böylesi bir ecvef, âlim sınıfına katılırsa iş işte böyle aya­ğa düşer_
Keleş: “Herhalde bazı kimseler bu ri­vayetlere dayanarak kadınların erkekler­le musafaha etmesini haram veya mek­ruh saymışlardır. Gerçeği söylemek ge­rekirse bu rivayetler, kadınların erkekler­le musafahasının haram olduğunu gös­termez.
Mülâhaza: Hep bu rivâyetlere takı­lıp kalmaktan ve bunların elinden yaka­yı sıyırabilmek imkânını elde etmek dü­şüncesinden kaynaklanan bir musîbet. Halbuki harâmlık delilleri bunlar­dan ibâret değil_ Kaldı ki, Ümmet’in ‘harâmdır’ diyen âlimlerinin tamamı­nın elinde, bunlardan başka rivâyetler ve delîller bulunmasaydı bile, bunlar şu hüküm içün yine de yeterlerdi.
Keleş: Çünkü bunların birincisinde Peygamber adına kadınlardan biat alan Ömer’in, kadınları görmeden kapı aralı­ğından elini uzatarak onlarla musafaha ettiği…
Mülâhaza: Öyle bir şey yok; O’na iftirâ ediliyor… Ayıb denen bir şey var.. Bay Keleş!.. İşinize yarıyor, tezinizi des­tekliyor diye bu açık cehâlete ve boş konuşmaya ses çıkarmazsanız, bu sizin içün işte böyle turnusol kağıdı olur_
Keleş: …Başka birinde Peygamber’in eline bir kumaş parçası dolayarak ka­dınlarla musafaha ettiği; başka birinde Peygamber’in elini batırdığı suya ka­dınların da daldırmak suretiyle biat al­dığı ve_
Mülâhaza: Bu ifâdelerde şâyet Sünnet’te çelişki isbât etmek düşüncesi varsa bu bir seviyesizlik; değilse, bu da bir konuşmayı bilmemek illeti_ Çünki bu iki yerde ‘dokunmak’ yok; dola­yısıyla bunlar, da’vânıza delîl olmaz, işi­nize yaramaz.
Keleş: Son rivayetlerde ise Peygamber’in kadınlar ile musafaha etmediği anlatılmaktadır ki, bunlar arasında çeliş­ki vardır.
Mülâhaza: Neymiş ve neredeymiş o çelişki? Bez üzerinden dokun­mak, âdeten, hatta dilde musâfaha ol­maz. Eğer buna ‘musâfaha’ denildiyse, ortada ya bir tecevvuz yani mecâz kul­lanmak veya râvînin ma’nâ ile rivâyeti var_ Dolayısıyla mes’elede çelişki ol­maz.
Keleş: Şayet Peygamber’in; “Ben kadınlar ile musafaha etmem” dedi­ği doğru ise, bu, en fazla kerahiyet bildi­rir. Çünkü bunun aksini söyleyen hadis iki yolla rivayet edilmiştir.
Mülâhaza: Evvelâ, ‘şâyet doğru ise’ ne demek, elinizde doğru olmadı­ğına dâir ilmî bir delîl mi vardı?.. Yok_ Bunun gibi sahîh senedlerle gelmiş ve ulemânın kabûlüne mazhar olmuş bir rivâyet âhâd haberlerden bile olsa, ittifâkla kesinlik bildirir. Sonra, neymiş ve neredeymiş o “iki yolla” yapılan rivâyet?.. Hayâli sayıklamalar… ‘En faz­la kerâhet bildirecek’ derken, elinizde hangi mesned var? Yok_
Keleş: Kaldı ki, Hind’in biat esnasın­da gelip Peygamber’in elini tutup ona de­halet etmesi ve Peygamber’in ona engel olmaması, bu musafahanın haram ol­madığını gösterir. Haram olmak için ke­sin delil gerekir. Eşyada asıl olan ibahadır. Kadınlarla musafahanın haram olduğu­na dair kesin bir delil yoktur.”[65]

Mülâhaza:

Bir: Hind’in ‘musâfaha‘sı ile alâkalı açık ve sahîh rivâyet nerede? İlim adamı önce bunu isbât eder; desteksiz konuş­maz.. Tabiîdir ki böyle bir şey yok. Kay­nak, Rızâ Savaş’ın “Siyer ve Kaynakları” isimli kitâbı (!) mı?.. Adamlar içün ayıb denilen bir şey var. Şu kitâb (!) ne de kaynak; değil mi?.. Bu iddâya mesned olabilecek herhangi bir kaynak yok. Var olduğu muhâl farz olarak kabûl edilse bile, bu ya bez üzerindendir veya baş­ka bir ma’nâdadır; Ümmet’in âlimleri, dünden bu güne yanlışta icmâ’ etmez. ‘Doğru’, kala kala küfrün beslemeleri­ne mi kalmış?_
İki: Önce, ‘eşyada aslolan ibâhadır’ sözü ne demektir? Ondan ha­ber veriniz… Siz onu da bilmiyorsunuz. (Daha önce yazdığımız bir makaleden naklederek) biz söyleyelim:
[Eşyâda asıl olan nedir?
İbnu Nüceym şöyle diyor: Eşya­da asl olan, -bir delîl mübâh olmadığı­nı göstermedikçe- mübâh olmak mı­dır? Bu, Şâfiî’nin mezhebidir. Veya, bir delîl mübâhlığı göstermedikçe, harâm olmak mıdır? Şâfiîler, bu görüşü Ebû Hanîfe rahmetullâhi aleyh’e dayandır­mışlardır. El-Bedîu’l-Muhtâr‘da şöy­le denilmiştir: Seçilen görüş, Şerîat’tan önce amellerin hükümlerinin bulun­mamasıdır…
El-Menâr‘a, musannifi (İmâm Nesefî) tarafından yazılan şerhde şöyle denilmiştir: Eşya (varlıklar ve işler) bazı Hanefî âlimlere göre aslında mübâhlık üzeredir. Kerhî onlardandır. Bazı hadîs âlimleri eşyada asıl olanın yasaklık olduğunu söylemişlerdir. Ashâbımız (Hanefî âlimleri) onlarda (eşyada) asıl olanın tevakkuf (delîlini bulana kadar bir hüküm vermeyip beklemek) oldu­ğunu söylemişlerdir. Bunun ma’nâsı şu demektir: Eşyanın mutlaka bir hükmü vardır. Ancak biz onu aklımızla bileme­yiz. (Nesefî’nin Dediği Bitti)
Hidâye‘nin İhdâd faslında, Mübâhlığın asıl olduğu ifâdesi vardır. (Hidâyenin Sözü Bitti.)
Bu anlaşmazlığın eseri, âyetlerde ve hadîslerde susulan, hakkında bır şey söylenmeyen husûslarda ortaya çı­kar. Hâli müşkil/problemli olan mese­leler bu kâide üzerine oturur. Bu müş-kil mes’elelerden biri de işi müşkil olan hayvandır. (İbnu Nüceym’in Sözü Bit­ti.) [66]
Hamevî de, el-Eşbâh Hâşiyesi‘nde kısaca şöyle dedi: Kasim İbnu Kutlubuğâ bazı ta’liklerinde,[67] şöy­le söyledi: Seçilen görüş, Ashabımızın cumhuru katında asıl olanın mübâhlık olduğudur. Fahru’l-İslâm bu mübâhlığı peyğamber bulunmadı­ğı zamanla sınırlı tutmuştur…[68]
Kişinin kendine veya başkalarına zararlı olduğu husûslar tartışma sahası­nın dışındadır.[69]
Taftâzânî de, et-Telvîh‘de, eşya­da asıl olanın mübâhlık olacağı
söylemiştir.[70]
Abdü’l-Hayy el-Leknevî, deryâlaşmış olmakla vasfettiği Es’ad[71] er-Rûmî’nin nefis bir eser diyerek övdü­ğü Mecâlisü’l-Ebrâr isimli kitâbından şu nakli yapıyor: Hakk olan, eşyâda, peyğamberlik gelmeden önce bir hük­mün bulunmamasıdır. Peyğamberlikten sonra da, âlimler bu husûsta üç ayrı görüş üzre ihtilâf etmişlerdir: Birincisi, Şerîat delîli mübâhlığını göstermedik­çe harâm olduğu, ikincisi, Şerîat delîli harâmlığını göstermedikçe mübâhlıkla sıfatlanacağı, üçüncüsü ve doğru ola­nı da bu husûsta, tafsîlin olduğudur/ işin ayrılmasının lâzım geldiğidir: O da, zararlı şeylerin harâmlıkla, -ki, bunun ma’nâsı, asıl olanın kendinde harâmlık olduğudur- faydalı (veya zararsız) olan­ların da mübâhlıkla sıfatlanacağıdır.[72]
Âlimlerin bu husûstaki ifâde tarzla­rı birçok farklı tercîhleri ihtivâ ediyorsa da nakilleri artırarak mes’eleyi uzatmak istemiyor, bir nakil ile sözü bitirmek is­tiyoruz;
İ’lâu’s-Sünen sâhibi Allâme Za­fer Ahmed el-‘Usmânî et-Tânevî
şöyle dedi: Âlimler bu husûsta üç gö­rüş üzere ihtilâf etmişlerdir. Birinci­si, mübâhlık delîli gelmedikçe her şey yasaklık üzeredir. Bu, Şâfiîlerin çoğu­nun mezhebidir. İkincisi, yasaklık delîli gelmedilçe her şey mübâhlık üze­redir. Kerhî, Ebû Bekr er-Râzî, Hanefî ve Şâfiî fakîhlerinden bir tâifenin ve Mu’tezile’nin çoğunun mezhebidir. Et-Tefsîru’l-Ahmedî(isimli ahkâm tefsîrin) de ve Müsellemü’s-Sübût(isimli Usûl-i Fıkıh kitâbların)da böyle denmiştir. Üçüncüsü, kendisinde hangi hükmü gerektireceğine dâir delîl gelmedik­çe eşyânın hiçbir hükmü yoktur. (Bu da, Eş’arî ve Ona tâbi olanların görüşü­dür. Tânevî) İbnu’l-Arabî el-Mâlikî’nin Ahkâmu’l-Kur’ân’ında böyle yazılıdır.[73]Yani, bazı eşyâda asıl olan harâm, kimi­sinde de mübâhlık. Âlimlerin anlaş­mazlığı her husûsta değil bazı madde­lerdedir. Bizce en isâbetli kanaat da -Allahu a’lem- budur.
İbnu Nüceym‘in âyetlerde ve hadîslerde susulan, hakkında bir şey söylenmeyen husûslar sözünü iyi anlamak îcâb eder. Aksi hâlde mühim yanlış anlamalar olur, hatâlar yapılır ve hakîkatler ters yüz edilir.
Hâfız Muhaddis İbn-i Receb el-
Hanbelî, şöyle diyor: Bilinmesi lâzım gelen husûslardan biri de şudur: Bir şe­yin harâmlık ve helâllik ile zikredilmesi Kitâb ve Sünnet’in nasslarından anlaşıl­ması bazen gizli kalabilir. Zîrâ, nassların ma’nâları göstermesi, kimi zaman nass ve tasrîh (açıkça ifâde etmek) yoluyla, kimi zaman, umûm ve şümûl yoluy­la, bazen fehvâ ve tenbîh yoluyla olur. (Bu fehvâ yoluyla olması) O ikisine (ana­ya ve babaya) öf bile demeyin âyetinde olduğu gibidir. Zîrâ, öf demekten daha büyük olan incitme çeşitlerinin bu ya­saklamaya girmesi evlâ yolla olur ve buna mefhûm-i muvâfakat denir. (Nassın harâmlık ve helâlliğe) delâleti bazen mefhûm-i muhâlefet[74]yo­luyla olur. Âlimlerin çoğu bunu (mefhûm-i muhâlefeti) almışlar ve hüccet olarak kabûl etmişlerdir. (Nassın harâmlık ve helâlliğe delâleti) bazen da kıyâs bâbından olur. Şâri’ (Allah cel­le celâlühû veya Resûlü sallallâhu aley­hi ve sellem) ma’nâlardan bir ma’nâdan dolayı bir şeyde bir hükmü anlatır ve o ma’nâ bir başka şeyde de bulunur. O takdîrde şu hüküm âlimlerin çoğuna göre, o ma’nânın bulunduğu her şeye geçer. Bu, Allah celle celâlühû’nün in­dirdiği ve i’tibâr edilmesini emrettiği adâlet ve terâzî bâbından olur. Bütün bunlar, nassların kendisiyle harâmlık ve helâlliği göstermesi bilinecek şey­lerdendir. Hakkında bunların hiç birisi bulunmayan husûslara gelince. Ora­da (şu husûslarda Kur’ân ve Sünnet’te) vâciblik ve harâmlık zikredilmemekle, onların afvedilmiş (serbet sâha) oldu­ğuna delîl getirilir.][75] (Nakil Bitti.)
Bunlara göre, hakkında onca nass ve bunlara ilâveten İcmâ bulunan mes’elemizin bu kâideyle uzaktan ya­kından alâkası yoktur. Bilgiçlik taslaya­yım derken cehâlet ele veriliyor.
Üç: Üstelik kadınlarda aslolan harâmlıktır. Bu nokta yukarıdaki tartış­ma mevzuunun dışındadır. Nitekim bu husûsta İmâm Süyûtî’nin el-Eşbah ve’n-Nezâir’ine[76] ve İmâm İbnu Nüceym’in yine el-Eşbah ve’n-Nezâir[77] isimli eseri­ne bakılabilir.
Keleş: İ. Derveze ise ilgili ayetlerin tefsirini ve bu münasebetle yapılan biat­leri ve ilgili rivayetleri naklettikten sonra şu değerlendirmeyi yapmıştır:
“Herhalde erkeklerin kadınlar ile to­kalaşmasının mekruh veya haram oldu­ğunu söyleyenlerin dayanakları bu ha­dislerdir.
Mülâhaza: Hayır, birçok çağdaş gibi, siz de ezbere konuşuyor, yâhud ya­nılıyor veya yanıltıyorsunuz, Bay İ. Derveze!.. Bunlar, bu husûstaki ikinci dere­cede delîllerdir. Asıl deliller, nâmahrem kadınlara bakmakla ve hicâbla alakalı âyetler, hadîsler, kadınlarla tokalaşma­nın el zinâsı olduğu ve cezâsı ile alâkalı hadîsler ve bu husustaki İcmâ-i Üm­mettir.
Keleş: Bu hadisleri delil almaları ye­rinde bir davranış olabilir. Ancak bu ha­dislerin, mekruh veya haram gibi bir ke­sinlik ifade etmediğini söylememiz doğru olur. En iyisini Allah bilir.”[78]
Mülâhaza: “Bu hadisleri delîl al­maları yerinde bir davranış olabi­lir” ise ve bilhassa diğer kat’î deliller de bulunduktan sonra “bu hadîslerin, mekrûh veya harâm gibi bir kesin­lik ifâde etmediğini söylememiz doğ­ru” nasıl olur?. Bu, çelişkinin tâ kendi­sidir.   Tabiî ki, ‘en iyisini Allah cellecelâlühû bilir‘ O bildiği içün, Resûlü sallellâhu aleyhi ve sellem’e bildirdi ve O da bu tek doğruyu, yani ‘haramlığı’ açıkladı.
Keleş: Yukarıda vermiş olduğumuz değerlendirmeleri ve rivayetlerin ifade ettiği anlamları karşılaştırdığımızda, her ikisinden de, bu rivayetlerin kadın erkek ilişkisindeki “tokalaşma” olayı bağla­mında ağırlık kazanarak ele alındığını, asıl bağlamından ve içerdiği mesajdan, toplumsal ahlaki kurallara verilen önem­den ve toplumsal sözleşme olan biatten koparıldığı görünmektedir. İşte bu kopuş söz konusu rivayetlerin yanlış anlaşılma­sına ve buna bağlı olarak da yanlış hü­kümler çıkarılmasına neden olmuştur.
Mülâhaza: Öyle değil. Böyle bir şey yok_ Mes’ele, ya körlük yüzünden hiç görülemiyor, veya şaşılık sebebiyle yanlış görülüyor. Bunların hepsi boş ku­runtudan ibâret kuru gürültüler..
Keleş: Kadınlar ile erkeklerin toka­laşması konusuna münhasır söylenmiş gibi algılanan söz konusu rivayetler, yal­nız başına değerlendirilmiş ve bu konu­da varit olan diğer rivayetler yokmuş gibi hüküm verilmiştir.
Mülâhaza: Aksine, hiçbir göz ardı bahis mevzûu olmadan bütün rivâyetler ortaya konulmuştur. Ama onları yerle­rinden bulub getirecek adam olmadık­tan sonra biz ne yapalım. Tam tersine, bütün bir Ümmete “ithâmcılar” diyen şunlar, bu ithâmın öz sahibleridir. Onlar bey’atla alakalı bir âyet münâsebetiyle birkaç rivâyet tefsîrindeki bey’atleşme mevzû’unda serdedilen ve bir araya toplanmış bir takım hadîslerle iktifâ et­mişler, mes’elenin özünü kaçırmışlardır.
Keleş: Bir konuda hadislerden hü­küm çıkarmak istediğimizde, o konuyla ilgili bütün rivayetleri toplayıp, bu topla­nılan rivayetlerin bütününden hareket­le bir sonuca gitmek veya hüküm vermek gerektiği ilkesi[79] tamamen göz ardı edil­miştir.
Mülâhaza: İyi de, siz kabullendiğiniz(!) bu ‘ilke‘ye uymadınız_ Yaptığınız, yavuz hırsızın ev sahibini yaka­laması kurnazlığı ve kendi ayıblarınızı başkasına yamamaya çalışmak el ça­buklığu… Hani, ‘elin zinâsı da(yaban­cı kadına) tutmaktır.,,’[80] meâlindeki Müslim hadîsi, hani, sizden birinin başına demir bir iğne ile vurulma­sı, onun içün kendine helâl olma­yan bir kadına dokunmasından el­bette daha hayırlıdır’[81]sahîh isnadlı Taberânî hadîsi?… Hani bu husûstaki ‘icmâ’ Belki de icmâ‘nın hüccet olması­nı da kabûl etmiyorsunuzdur.
Bu iki hadîs, sözü edilen haramlık ma’nâsında artık iyice açıktırlar. Siz bunlara bir de bakmak yasağı ve hicâb emriyle alâkalı âyet ve hadîslerin delâlet-i nassları veya başka bir ifâdeyle fehvâlarını ve bunlara da da­yanan İcmâ-i Ümmet‘i ilâve edin; ar­tık şu hadîslerin haramlığa delâleti ke­sinleşmiş olur ve hiçbir şeytânî vesve­seye yer kalmaz; dînde gedik açmaya çalışan hiçbir zındığın elinde herhangi bir bahane de bulunmaz. Hattâ hadîs ilimlerinden biraz olsun nasîbi olanlar, Hanefîlere göre Ümmet’in ulemâsının telakkî bi’l-kabûlüne mazhar olmuş bir haber-i vâhidin, başka hiçbir delîl bu­lunmasa bile mütevâtir mertebesin­de olacağı ve kat’iyyet bildireceğini bilirler.[82] Şu iki rivâyet (bilhassa birinci­si) bu nev’idendirler.
Keleş: Yukarıda nakledildiği gibi, bu hadislerin yer aldığı aynı kaynaklarda Hz. Peygamber’in ve diğer bazı sahabenin kadınlar ile temas edip, değişik vesilelerle birbirlerine dokundukları, nakledilmiştir.


Mülâhaza: Böyle bir şey yok.. Yalan söyleniyor…

Keleş: Metinlerin Muhteva Bakı­mından Değerlendirilmesi
Yukarıda nakletmiş olduğumuz ri­vayetlerin tamamı, Hudeybiye antlaş­ması sırasında ve Mekke’nin fethedilme­sinin ardından yapılan biatler ile ilgili ri­vayetlerdir. Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, Rasûlullah’ın kadınlar ile tokalaşmadığını bildiren bu rivayetler, tek bir olayın veya aynı konudaki birkaç olayın akta­rılmasından ibarettir. Konunun öncelik­le bu çerçeve içerisinde değerlendirilmesi gerekmektedir. Yani, rivayetler bir durum tespiti yapmaktadır. Dînî bir emri veya yasağı dile getirmemektedir.
Mülâhaza: Bu, sizin kuruntunuz. Siz, öyle zannediyor veya bilerek böy­le bir tavrın içine giriyorsunuz.
Keleş: Söz konusu rivayetlerin nakle­dilmesi sürecinde ne gibi bir muhteva de­ğişikliğine uğramış olduğu ve bu değişik­liğin tarihi nedenleri için Rıza Savaş’ın ko­numuzla ilgili şu değerlendirmesini bura­da zikretmek istiyoruz. Müellif eserinin, “Muhtevanın Oluşmasını Etkileyen Fak­törler” başlığı altında konumuzla ilgili şu yorumu yapmıştır:
“Cahiliyye döneminde insanların sa­hip oldukları adet ve gelenekler, müslü­man olmakla hemen sona ermedi. İslam, insanlar üzerinde önemli değişiklikler meydana getirdi. Ancak, bazı insanların, yine de daha önceki düşüncelerin etkisin­de kaldıkları anlar olmuştur. Ridde olay­larının ve Hz. Osman’dan sonra ortaya çı­kan olayların cahiliyye devrinden kalma düşünceler ile ilgili tarafları bulunmakta­dır. Kabilecilik anlayışının pek çok olayda ve mezheplerin çıkmasında önemli rolü olmuştur. Mezheplerin ve çeşitli anlayış­ların Kuran ayetlerini ve hadisleri yorum­lamadaki tavırları, “sire” muhtevasının farklı şekiller almasına doğrudan etki et­miştir, diyebiliriz. Ayrıca bu malzemenin oluşmasında siyasi otoritenin de önemli rolü olduğu söylenebilir.
Mülâhaza: Bütün bunlar, aslında Sünnet’e savaş açan Rıza Savaş’ın değil, misyonerlerin ve Müsteşriklerin küflen­miş kadîm iddiâları, şeytânların dostla­rına yaptığı vahiylerdir. Açın Kaytani’nin Târîh-i İslâm’ının Medhal’ini[83] ve başka Oryantalist gâvurların kitablarını bunu açıkça göreceksiniz; yapılan intihâl veya kuru ve basit bir monte.
Keleş: Muhtevanın farklı şekilde oluşmasına, bazı konularda rivayetle­re uygulanan sansürün de etki ettiği an­laşılmaktadır. Bunun izleri, rivayetler ya­kından incelendiği ve mukayeseler yapıl­dığı zaman daha iyi görülmektedir. San­sürün nedenleri, yukarıda temas ettiği­miz birkaç madde ile sınırlı olmayıp daha başka nedenler de düşünülebilir.
Mülâhaza: Bu nasıl bir sansürdür ki, ortada tokalaşmaya ‘harâmdır’ diyen kimselerce getirilen ve ard niyyetlilerin veya geri zekâlıların elinde koz ola­bilecek onlarca rivâyet var. Belli ki, on­lar da bunların davalarına delîl olama­yacağını iyi biliyorlar. Sansür olmama­sı içün illâ adrese teslim metin mi arı­yorlar, yoksa? O sansür işini üstadlarınız Ehl-i Kitâb iyi bilir; bu işin pîri onlardır. Göğsünüz daralmayacaksa, isterseniz Kur’âna bir sorun.
Keleş: Burada rivayetlerdeki sansü­re bir örnek vermek istiyoruz. Et-Taberî, Mekke fethinden sonra, Mekkelilerin Hz. Peygamber’e bey’at için toplandıkları­nı, Hz. Peygamber’in bunun için safa te­pesine oturduğunu, Hz. Ömer’in ondan biraz aşağıya oturarak insanların Hz. Peygamberi rahatsız etmelerini engel­lediğini, erkeklerin bey’atının bitmesin­den sonra kadınların Hz. Peygamber’in yanına geldiklerini ve ona bey’at ettikle­rini ifade ederken konuya şöyle devam eder: “Rasûlullah Ömer’e onların (kadın­ların) bey’atını kabul et” dedi ve kadınla­ra istiğfarda bulundu. Ömer de kadınla­rın bey’atlerini kabul etti. Rasûlullah ka­dınlar ile tokalaşmıyordu. Helal olan­lar hariç o hiçbir kadına, hiç bir kadın da ona dokunmamıştır.” Bu rivayette açık­ça Hz. Ömer’in kadınlar ile tokalaştığı kaydedilmemektedir. Halbuki rivayetin muhtevası onun kadınlar ile tokalaştığını ifade eder. Aynı olayı anlatan Kurtubî “…Hz. Peygamber erkeklerin bey’atlerini kabul ettikten sonra Safa tepesine otur­du. Ömer de ondan bir az aşağıya otur­du. Hz. Peygamber kadınlara bey’at şar­tını konuşmaya başladı. Ömer de kadın­lar ile tokalaşıyordu. Taberî’nin rivayetin­de Hz. Ömer’in kadınlar ile tokalaşması açıkça yazılmadığı halde Kurtubî bu riva­yeti sansürsüz vermiştir.
Mülâhaza: Burada, hadîs ilimlerindeki câhilliğin veya hâinliğin desteği altında sergilenen müthiş bir vesvese anaforu var.
Bir: Bir kerre Kurtubî bu rivâyeti, ‘denilmiştir ki’ şeklindeki zayıflık bil­diren ifâdeden sonra getirmiş, sonun­da da İbnu’l-Arabî’den ‘bu rivâyet za­yıftır; sahîhteki rivâyete i’timâd et­mek lâzımdır’ dediğini nakletmiştir.[84]Açıkça görüldüğü gibi harbi sansürü siz yapmışsınız!…
İki: Üstelik Kurtubî bunu senedle de rivâyet etmemiştir. O hâlde bu bir hadîsçi içün nasıl delîl olabilir?!..
Üç: Bu rivâyeti, İmam Zeylaî Keşşâf
Tahrîcinde zikrettikten sonra, hakkında (‘herhangi bir hadîs mecmûasında bu­lunamamıştır’ manasında) ‘garîbdir’, İbnu Hacer de bu eserin Telhîs’ınde ‘si­yakı ile onu görmedim’ demişlerdir.[85]
Dört: Böyle bir rivâyetin esâs alı­narak İbnu Cerîr‘i senedli rivâyetinde sansür (daha açığı sahtekârlık) yap­makla suçlamak, asıl sahtekârlığın da­niskası.
Beş: Oysa ilim adamına düşen, kar­nından konuşmak değil, yapılan bu bü­yük iddiâyı isbât etmektir. İşine gelen senedsiz ve asılsız rivâyeti alacak, en azından ondan kuvvetli diğer rivâyeti karalayacaksınız, siz de ilim adamı olacaksınız, yazdıklarınız da ilim ola­cak!.. Nerede öyle yağma!… Unutulma­sın ki, isbatlanamayan bir sahtekârlık iddiâsı sâhibine dönecektir.
Keleş: Yukarıda kaydettiğimiz bu olaydan önce Medine’de de kadınların bir evde toplandıklarını ve Hz. Peygamber’in Hz. Ömer’i kadınlardan bey’at almak üzere görevlendirdiği ve onunda bu gö­revi yaptığı zikredilmektedir. Ancak bu olayı bize nakleden rivayetlerde de Hz. Ömer’in bey’at esnasında “kadınlarla tokalaşması” kısmının sansüre uğradığı söylenebilir. Çünkü olayı bize aktaran ve bey’at esnasında kadınların arasında bu­lunan Ümmü Atıyye; “…Ömer elini evin dışından bize uzattı, biz de evin içinden ellerimizi ona uzattık, sonra şöyle dedi: “Allah’ım şahit ol!.” Görüldüğü gibi eller havada kalmıştır, tokalaşmaya konan sansür burada açıkça görülmektedir.
Mülâhaza: Demek, “tokalaşma­ya konan sansür burada açıkça gö­rülmektedir” öyle mi, ey Keleş, ey Sa­vaş?!.. Bu nasıl bir açıkçagörmek olu­yormuş?!.. Siz Ashâb’ı, İslâm’ı içinden yıkmak içün beslenen ehl-i küfrün bes­lemesi çorbacılar mı zannetmiştiniz?!.. Onları kadınlarla tokalaşmaktan zevk duyan seks manyağı mı sanmıştınız?!.. Yoksa, ‘ne derler’ düşüncesine sâhib olan şahsiyyetsizler mi düşün müştünüz?!… Çok yanlış!.. Neden eller uzatıl­makla anlaşma olmasın? İllâ hayvânî hisler mi kabarmalıydı?!.. [86]
Keleş: Muaviye b. Ebî Süfyan, anne­si Hind bt. Utbe, beyat için geldiği zaman Hz. Peygamberin onunla tokalaştığını söylemektedir.”[87]
Mülâhaza: Bu da bir yalan!. Zîrâ İbnu Cerîr’in, Tefsîr’indeki rivâyetinde, “Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem Ömer radıyellâhu anhu’ya ‘kadınlara de ki, Resûlüllah sizinle beyatleşiyor’ diye emretti, şeklinde bir rivâyet vardır; Vâkıdî’nin el-Meğâzîsindeki rivâyetinde de Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem ile musâfaha etmek isteyen Hind’e, O’nun ‘ben kadınlarla musâfaha etmem’ dediği rivâyet edilmektedir.[88] Kimlerin yalancı olduğu ortada.
Keleş: R. Savaş’ın bu yaklaşımını teyit eden bazı yaklaşımları hadis şerhlerinde yapılan açıklamalarda da görebilmek­teyiz. Örneğin İbn Hacer, Buhârî’nin riva­yet etmiş olduğu Âişe’nin rivayeti için şöy­le demektedir. Âişe’nin rivayeti, Ümmü Atiyye’nin rivayetine bir reddiye özelli­ği taşımaktadır.[89] Yani, Âişe’nin yeminle tekit ederek söylediği, Rasûlullah’ın eli­nin hiçbir hanımın eline değmediği ifa­desi, Ümmü Atiyye’nin Rasûlullah ile tokalaşmış olduğunu ifade eden hadisini reddetmek içindir. Bu açıklama, tepkiselliğin rivayetlerde önemli bir rol oynadığı­nın ipuçlarını vermektedir.
Mülâhaza:
Bir: Burada öyle bir ma’nâ yoktur. Aksine, muhtemel bir yanlış anlaşılma­ya cevâb vardır. Yoksa Âişe radıyellâhu anhâ vâlidemiz Ümmü Atıyye’yi temel­de yalanlamıyor. Aksi bir kanaat İbnu Hacer’e iftirâ olur.
İki: Yani ‘tepkisellik’ Âişe radıyellâhu anhâ’yı yalan yemin etme­ye sevketti mi denilmek isteniyor?!. Ko­caman bir yalan ve iftirâ!… La’netüllâhi ale’l-kâzibîn.
Üç: Böyle toptancı bir yaklaşım tar­zı, ‘yabancı kadınlarla musâfahanın harâm olduğunun   söylenmesine
tepkisel davrananların söylediklerinin de tamamının yalan olduğu netîcesini çıkarmaz mı? Çıkarmaz ise, Âişe radıyellâhu anhâ tepkisellik îcâbı -hâşa-yalan yemin edebiliyorlar da, siz kim oluyorsunuz da bundan nasıl uzak ka­labiliyorsunuz? Küfrün enderûnlarında yapılan nev-i şahsına münhasır, vaftiz­ler sayesinde mi?
Keleş: İbn Hacer’in, rivayetteki; “Ümmü Atiyye’nin, ‘…hemen elini çekti’ ifadesini, Rasûlullah’ın elinin bu esnada örtülü olmasıyla te’vil edebiliriz”[90] şeklindeki yorumu, Rasûlullah’ın elinin, hanım­larının dışında hiçbir kadının eline değ­memiş olduğu inancının ve kanaatinin bir ürünüdür.
Mülâhaza: Böyle bir te’vîl içün -onca sübûtu ve ma’nâyı gösterme­si kesin ve açık olan nasslar ve İcmâ’ delîli bulunmasına rağmen- bunları söyleyebilen birinin tahrîf ve yalanla­rının, “Rasûlullah’ın elinin, hanımla­rının dışında kadınların eline değ­miş olduğu inancının ve kanaatinin bir ürünü” olduğu, kendi şehâdetiyle kesinlik kazanmaktadır ki, bu şehâdet, bir i’tirâf olmakla kendisiyle sınırlı kalıp kendini bağlar, başkalarını bağlamaz.
Keleş: Şerhlerde gördüğümüz açıkla­malarda, Rasûlullah’ın elinin hiçbir kadı­nın eline değmemiş olduğunu ispatlama gayreti açıkça görülmektedir. İşte bu gay­ret, muhteva üzerinde oldukça önemli bir tesir icra etmiş ve bazı ifadelerin rivayet­ten düşürülmesine neden olmuştur.
Mülâhaza: Sözün doğrusu şöyledir: Ümmetin tamâmına reddiye düşün­cesiyle kaleme alınan bu tür yazılarda, “Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem’in elinin yabancı kadının eline değmiş ol­duğunu isbâtlama gayreti açıkça görül­mektedir. İşte bu gayret, muhtevâ üze­rinde oldukça önemli bir te’sîr icrâ et­miş ve bazı sağlam rivâyetlerin itibârdan düşürülmesine, bazı sahîh rivâyetlerin çarpıtılmasına, bazı olmayan uyduruk rivâyetlerin de varmış gibi gösterilmesine neden olmuştur.”
Keleş: Metinlerin rivayet sürecinde uğramış oldukları muhteva değişikli­ğine ilişkin bu değerlendirmeden son­ra, şimdi de semantik analize ve metin tenkidine geçebiliriz.
Mülâhaza: El-Hayâu minel’-îmân. Bunu neden yapacaksınız? Oysa söyle­yeceğinizi söylemiş, hükmünüzü ver­miş, ipi çekmiş, idamı yapmışsınız. Şimdi de üç Ali mantığıyla idam sonrası bir mahkeme mi yapacaksınız?..
Semantik Analiz ve Metin Tenkidi
Mülâhaza: Böyle bir şey yok… Ya­pılan, tertîbsiz bir şekilde tekrârlamalar çerçevesinde sadece bir ‘Samantik Psikanaliz ve Metin Tahrîfi‘inden
ibâret.
Keleş: Buraya kadar nakletmiş oldu­ğumuz rivayetleri ve görüşleri, hem se­mantik yönden, hem de rivayetlerdeki metinlerin anlaşılması ve yorumlanması yönünden değerlendirmeye çalışacağız. Ancak önce, semantik hakkında ve bura­daki rivayetlerde semantiğin nasıl bir gö­rev üstleneceğinden kısaca bahsetmek istiyoruz.
Semantik: Kelimeler ile bu kelimele­rin temsil ettikleri nesneler arasındaki iliş­kiyi inceleyen ilimdir. Yani, kelimenin vaz’ olduğu mana ile, o mananın temsil ettiği şey ile ilişkisini inceler.[91]
Kelimeyi dil içerisindeki işlevi bakı­mından genel olarak tasnif eden filo­loglar, semantikten başka, sintantik[92], pragmatik[93]olarak da ayırırlar. Kelime­nin bu üç anlam kategorisinden özellik­le semantik, oldukça önemli bir anlam-bilim ve yorumlama elemanıdır. Yorum bilgisi (Hermeneutics) açısından seman­tik, mana ile ilgilenen geniş, kapsamlı bir bilimdir. Bu bilim ile ilgili T. Izutsu şu de­ğerlendirmeyi yapmaktadır:
“Manası olan her şey semantiğin ko­nusu olabilir. Henüz bir semantik bilimi­ne sahip değiliz. Elimizde olan, çeşitli an­lamlandırma nazariyeleridir. Semantik hakkında konuşan herkes, kelimeyi is­tediği biçimde anlamağa kendini yet­kili görüyor. Halbuki semantik, bir dilin anahtar terimleri üzerinde bir tahlil ça­lışmasıdır. Bu çalışma, dili yalnız bir ko­nuşma aleti olarak değil, bundan daha önemli olmak üzere, kendilerini kuşatan dünya hakkındaki anlayış ve düşüncele­rinin de aleti olarak, o dili kullanan hal­kın, dünya hakkındaki düşüncelerini kav­ramak için yapılır. Bu suretle semantik, bir ulusun tarihinin, şu veya bu önemli devresindeki dünya görüşünün mahiyeti hakkında bir çalışmadır.”[94]
Izutsu’nun semantiği getirdiği bu açıklamalar ile anlıyoruz ki, kelime sade­ce vaz’ olduğu anlamı göstermekle kal­mıyor. O kelimenin mensup olduğu di­lin konuşulduğu kültürden nasıl etkilen­diği ile birlikte, o kültürün tarihi gelişimi hakkında bilgi vermektedir. Bu durum da bize, manaların yalınız başına değil dai­ma bir sistem veya sistemler içerisinde de­ğer kazandığını gösterir. Tabii ki kelime­nin bu özelliği, özellikle anlam-bilim ve yorumlamada önem kazanmaktadır.[95]
Kelime semantik açıdan ele alınınca iki tür anlam ortaya çıkmaktadır. Birin­cisi, kelimenin asıl vaz’ olduğu manadır ki, biz onu yalnız başına, bulunduğu mü­nasebet sistemi dışında da mütalaa et­sek, kelime yine de o manayı ifade eder. İşte kelimenin bu sürekli manasına “Esas Mana” denilmektedir. İkincisi ise, kelime­nin özel birer sistem içerisinde yer alma­sıyla, sistemin diğer düşünce ve kanaatleriyle irtibat kurar, onlardan yeni eleman­lar alır ve yeni bir anlam kazanır. Çoğu zaman bu yeni elemanlar, kelimeyi o ka­dar etkiler ki, onun asıl manasını kökün­den değiştirir. İşte kelimenin kökünden
-aslından- gelmeyen, fakat içinde bulun­duğu münasebet sisteminden doğan bu manaya “İzafi Mana” denir.[96]
Örneğin; “kitap” kelimesi, esas mana­sı itibariyle sıradan bir kitabı ifade eder­ken, Kuran içerisinde; Allah, vahiy, tenzil, nebi, ehl-i kitap kelimeleriyle yakından ilişkiye girer ve yeni bir anlam kazanır. “Yevm”kelimesi, “saat”kelimesi de böyle­dir. Bu kelimeler günlük dilde normal gün ve saati gösterirken, Kuran sistemi içeri­sinde; kıyamet, hesap günü, son hüküm günü gibi anlamlar kazanır.[97]
Kelimeler, karışık sosyal ve kültürel varlıklardır. Realite dünyasında tek keli­me dahi yoktur ki, onun manası asıl ma­nadan ibaret olsun. İstisnasız bütün keli­meler, az çok bulundukları özel kültürden etkilenmişlerdir. Yeni ve izafi bir mana ka­zanmışlardır. Kelimenin izafi manası de­diğimiz şey, zaten o kültürün ruhunun açık olarak kendini göstermesinden ve o dili kullanan insanların genel psikolo­jik veya başka eğilimlerinin, gerçek görü­nümünden ve yankısından başka bir şey değildir.[98]
İslami ilimlerin tarih içerisindeki ge­lişmesi sürecinde, dinin birçok temel kav­ramlarına, gerek yeni karşılaşılan inanç ve kültürlerin, gerekse ortaya çıkan fıkhî, itikâdî ve siyâsî ekollerin geliştirdikleri doktrinlerin tesiriyle, oldukça fazla mik­tarda izafi anlamlar girmiştir. Sadece gir­mekle kalmayıp, bu süreçte yapılan tüm çalışmalarda etkili olmuştur. Şerh, tefsir ve diğer alanlardaki çalışmaların büyük çoğunluğunda, asli mana değil izafi an­lam etkili olmuştur, denebilir.
Mülâhaza: (Şimdi sarf edeceğim sözlerimi sakın sadece vaz’ manasıy­la anlamaya kalkışmayınız!.. ‘Seman­tik’ çerçevede anlamaya çalışınız; söy­lemesi benden, aksi halde çok kötü ya­nılırsınız.) Şu yeni yetmeler hakîkaten bir âlemdirler. Şu yerden bitmeler, ko­kusunun çok azını yeni aldıkları kırık dökük bilgileri, Asırlar evvel keşfedilen ve hâlen eskiyen Amerikayı yeni keş­fetme iddiâsıyla hava atar dururlar. Dil nedir bilmeyen şu kanayaklılar, Meânî, Beyân ve Bedî’ bilmeyen şol ümmîler, bizim eskimiş ve yıllanmış ama eski­mez Belâğat kâidelerimizin bazılarını ucundan köşesinden noksan olarak da olsa bir gâvurdan işitince, kelimeleri de gâvurca olunca, heyecanlarının zirve yapmasıyla yürekleri göğüs kafeslerini delercesine tepinmeye başlar.
Ondan sonra, koca şâir ve mütefek­kirin -benzer bir başka münâsebetle sarfettiği- ifâdesiyle, şehrin hastane­sindeki müstahdemin, işte giydiği müs­tahdem önlüğüyle köyde doktorluk taslaması kabîlinden tavırlar sergilerler.
Neyse, ‘Semantik nedir?, ne değil­dir?’ suâlini bir yana bırakırsak, şimdi­ye kadar gördüklerimizden ve bundan sonra göreceklerimizden anlayacağız ki, önümüzde ‘semantik bir tahlîl’ de­ğil, ‘samantik bir halt ve tahrîb’ var­dır.
Keleş: Çalışmamızda üzerinde dur­duğumuz tokalaşma/musafaha sözcü­ğü ve dokunma/mess kelimesi etrafın­da cereyan eden rivayetler ve yorumlar­da da bu izafi anlam kendisini ve etkisi­ni göstermektedir. Hatta, belli dönem­lerdeki hakim paradigma, bu kelimele­rin anlamlarını, içerisinde geçtikleri cüm­le ve paragrafın yegane anlamına çevir­miş ve vurgu tamamen bu noktaya kay­mıştır. Bu kaymanın nedeni ise, paradig­manın kelimelerin anlamlarında meyda­na getirdiği izafi anlamdır.
Mülâhaza: Bu sözlerin az da olsa doğruluk payı var… Çünki, tabiîdir ki lügatta hakîkat olan bir ma’nâ, dinde, veya belli meslek erbâbının dilinde değişik manalar alır. Salât gibi____ Kezâ şekil x’de de görüldüğü gibi, bu bazen dayatmacı rejimlerde açıkca görünür ve yaşanır; ‘din’ denir, bambaşka bir şey dayatılır; beslemeler tarafından da çağa uydurularak istenmeyen yanları
budanır kendilerince boş bulunan yerleri de doldurulur, veye bir tartlarına yamalar yapılır.  Bu ‘paradigma’ yüzünden Allah celle celâlühû’nun gönderdiği din aslından bambaşka bir şekle sokulur.
Keleş: Mess kelimesi, m.s.s harflerin­den oluşan ve Kuranda farklı anlamlarıy­la sıkça geçen bir sözcüktür. Değişik çe­kimleri/türevleriyle bu kelime Kuranda 61 defa geçmektedir.[99] Daha çok dokun­mak, temas etmek anlamında kullanıl­mıştır. Kelimenin asıl/esâsîmanası budur. Örneğin aşağıdaki ayetlerde bu anlamıy­la kullanılmıştır.
“Eğer size bir zarar/yara dokundu (mess) ise, onlara da bir benzeri dokun­muştu.” (Âl-i İmrân,3/140) Bu ayette iki kez aynı anlamda geçmiştir.
“İnsanlara bir sıkıntı/zorluk dokundu­ğunda (messe) gönülden Rab’lerine yal­varırlar.” (Rûm, 30/33)
“Ateş/Cehennem bize ancak sayılı günler dokunur, dediler.”(Bakara, 2/80)
Bu kelime (mess) kadın erkek ilişki­si ile ilgili kullanıldığında ise, cimâ/cinsel ilişkiyi anlatır. Aşağıdaki ayetlerde bu an­lamda geçmiştir.
“Henüz kendilerine dokunmadığınız veya mehir belirlemediğiniz kadınları bo­şamanızda bir sakınca yoktur.”[100] (Baka­ra, 2/236)
Mülâhaza:
Bir: Evet, buradaki ‘mess’, yani ‘do­kunmak’, ‘cimâ’ manasından kinâyedir. Bu doğrudur ve bunu her edebli kişi bi­lir ve bu ma’nâda kullanır.
İki: Âyet, uydurma meallerden alı­narak, yanlış tercüme edilmiş. Âyette ‘dokunmadığınız’ diye bir sıfat yok. Böyle bir ma’nâya muzârî fiili ile (la )/’mâ’ lafzı müsâade etmez. Çünki ora­daki (la)/’mâ’, vakit ma’nâsı bildiren bir (L>)/’mâ‘dır ki, buna göre doğruya en yakın ma’nâ -Allahu a’lem- ‘onlara dokunmadığınız (cimâ’ etmediğiniz) veya onlar içün (bir mehir) tâ’yîn et­mediğiniz müddetçe...’şeklinde olur.
Keleş: Meallerde, “dokunmadı­ğınız” şeklinde tercüme edilen; “mâ lem temessûhünne“nin anlamını Zemahşerî, “mâ lem tücâmiûhünne” olarak, yani cimâ/cinsel ilişkide bulun­madığınız şeklinde vermiştir.[101] Doğru anlam da budur. Yoksa, meallerdeki an­lamıyla ayetin verdiği mesaj doğru anla­şılmamaktadır. Çünkü, dokunmak mü­cerret bir teması ifade eder. Ayet ise böyle bir teması değil, cinsel ilişkiyi kastetmek­tedir.
Mülâhaza: Zemahşerî, ma’nâyı doğru vermiş; ama siz dil bilmediğiniz­den ve ümmî olduğunuzdan âmiyâne bir ifâdeyle harbiden sallamışsınız.
Keleş: Bir kelimeye yüklenen esas ve izafi anlamın, sözün içerdiği anlam ve mesajı ne derecede değiştirdiği bu örnek­te gayet açık bir şekilde görülebilmekte­dir. Ahzâb Sûresi 49. Ayette de bu şekilde kullanılmıştır.
Mülâhaza: Âyetin ma’nâsı ‘do­kunmak’ şeklinde, yani va’z’ edildi­ği hakîkî ma’nâsı biçimiyle verilse de ‘cimâ’ ma’nâsından kinâye olmakla or­tada her yanıyla edebî bir ifâde kullanıl­mış olur ve ma’nânın değişmesi bahis mevzûu olmaz. Bu dediğimiz, edebden nasîbi olanlara gizli değildir. Ni­nelerimiz bile, bir kız kaçırılsa ve son­ra da bulunsa, ‘kıza dokunulmuşsö­züyle ne denildiğini bilirler. Bu, halka mâl olmuş basit bir kinâye yoluyla ya­pılan isti’mâldir. Kocakarıların bile âşinâ olduğu bu kadar basit isti’mâllerden haberi olmayanların ‘semantik‘ten, ‘samanlıktan dem vurması güldürücü bir keyfiyyet…
Keleş: Çalışmamızın konusu olan Âişe hadisinde de bu kelime (mess) geç­mektedir. Rivayetin içerisinde geçtiği bağlamına göre bu kelimeden kastedi­len anlam, “dokunmaktır”. Çünkü ri­vayetler, Âişe’nin de muhtemelen mü­şahede ettiği (her ne kadar bu durum ri­vayetlerde açık değilse de) tarihi bir olay olan biatleşmekten ve bu esnada Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu davra­nıştan bahsetmektedir. Yani Âişe, benim gördüğüm kadarıyla o anda Rasûlullah hiçbir kadın ile tokalaşmamıştır. Eli bir kadının eline değmemiştir, demektedir. Bu anlamı doğru bir anlamdır.
Mülâhaza: Aksini iddiâ eden bu­lunmadığına göre, şu sözler ma’lûmun i’lâmı/bilineni bildirmek olmakla abes­le oyalanmaktır ve ‘semantik‘le alaka­sı yoktur.
Keleş: Ancak, bir çok çağdaş Müslü­man alim, bu sözü (Âişe’nin sözünü) asıl bağlamından koparıp, genel bir duruma dönüştürerek, erkekler ile kadınların to­kalaşmasının haramlığına delil saymak­tadırlar. Bu yaklaşıma göre Âişe’nin sözü şu anlama gelmektedir: “Yemin olsun ki Hz. Peygamber’in eli hayatı boyunca hiç­bir kadının eline değmemiştir.” Haram hükmüne mesnet yapılan bu söz artık asıl anlatmak istediği anlamdan kopmuş ve semantik olarak, belli bir inanışın/para­digmanın anlamak istediği anlamı yük­lenmiştir. Bu anlamı üstlenen ifadenin ar­tık biatleşme ile ilgisi kesilmiştir ve dîni bir kuralı/hükmü bildirir hale gelmiştir.
Mülâhaza:
Bir: ‘Vat’ lafzı vaz’ın aslında ‘koy­mak’ demektir; ancak, bundan anla­tılan bazen ‘cimâ’ manasıdır ki, o da vaz’da ‘iki kişinin birleşmesi’ de­mektir. Âdette daha çok cinsî birleş­mek manasında kullanılmıştır. Şim­di burada bir hüküm yoktur. Aynı Ke­leş mantığıyla kalksak ve ‘vat’ veya ‘cimâ‘dan bahseden âyet ve hadîslerde harâmdan bahsedilmiyor, bunları harâmlık delîli olarak getirenlere ‘onla­rı asıl ma’nâlarından saptırdınız’ mı di­yeceksiniz?. Aksine, Şerîat, bazen hü­kümsüz olan işlere hüküm verir, bazen aklın, âdetin veya örfün hüküm verdi­ği işlerin hükmünü iptal eder, bazen o hükümleri kısmen veya tamamen de­ğiştirir. Bazan ‘harâm yapmak’ veya ‘yasaklamak’ ta’bîrlerini de kullandı­ğı olur. Ama daha çok emirler ve nehiyler verir, ve bunlardan farzlık vaciblik ve haramlık anlaşılır.

Siz, merd-i kıptî misâli, bir hava atayım derken ‘semantik‘i de bilmedi­ğinizi ele vermiş oldunuz; hadi hayırlı­sı.
Saman kafalı olmayanlar bilirler ki, kim zaman sebeb zikredilip müsebbeb (o sebeble ortaya çıkan şey) kasdedilir. Bu mecâz-ı mürsel’in çeşitlerindendir. Hükümlerin de sebebleri söy­lenip hükümlerin kendisinin kasd edil­diği olur. O, ‘elin zinâsı da tutmak­tır’ hükmünü biliyordu. Bu husûs, ‘semantik’ ile hiçbir alâkası bulun­mayan husûslardandır. Burada dahi ma’lûmâtfurûşluk yapayım derken, cehâlet yakayı ele vermiş.

İki:
Evet, burada da ‘belli bir ina­nışın/paradigmanın anlamak iste­mediği anlam inkâr edilmiştir.’ Ne o beğenmediniz mi? İster beğenilsin, is­ter beğenilmesin; doğrusu bu. Hoca Nâsıruddîn’in de dediği gibi, dileyen, sağlamasını yapsın.

Üç:
Bunu, sadece ‘çağdaş Müslü­man âlimler’ değil, halefi ve selefiyle İslâm âlimlerinin tamamı böyle an­lamıştır. Çok küçük ve hesâba bile ka­tılmayacak zümrenin ayrılarak zikredil­mesi, ard niyyet mahsûlü olan bir sap­tırmaca değilse, ağlanacak bir ilim ve idrâk sefâletinin inkâr edilmez delilidir.

Keleş: Bize göre söz konusu ifade bağlamından koparılıp müstakil ve genel bir ifade gibi anlaşılmak istenirse -ger­çi böyle müstakil olarak nakledilmiş bir rivayet yoktur- bu taktirde; rivayette ge­çen “mess” kelimesinin anlamını dokun­mak/tokalaşmak olarak değil, cimâ/cin-sel ilişki olarak anlamamız gerekir.
Mülâhaza:
Bir: “Söz konusu ifâdenin bağla­mından koparılıp müstakil ve genel bir ifâde gibi anlaşılmak istenmesi” diye bir şey yoktur; böyle bir yakıştırma ard niyyetten veya idrâk kıtlığından doğ­maktadır.
İki: Evet, yabancı kadınlarla musâfahalaşmak ile alâkalı, nice müstakil rivâyetler vardır; yalan söyleniyor.
Üç: Bunu hiçbir îmân sâhibi öyle anlamadı ve anlamaz. Böyle bir lüzûm dahi katiyyetle bahis mevzuu değildir.
Keleş: Çünkü, Hz. Peygamber’in pey­gamberliği boyunca, hiçbir kadının eli­ne mücerred olarak dokunmamış olma­sı, Âişe’nin müşahede edebileceği bir du­rum değildir. Bu nedenle rivayet böyle bir anlamı ve hükmü anlatmış olamaz. An­cak, Hz. Peygamber’in iffetini ve yüce ah­lakını anlatabilir ve o zaman da anlamı şöyle olur: Hz. Peygamberîn eli, asla ken­disine helal olan eşleri dışında bir kadı­na cinsel ilişki anlamında dokunmamış­tır. Yani, asla zina etmemiştir. Ait olduğu bağlamından koparılarak müstakil ola­rak söylenilip delil alındığında bu sözün anlamını böyle anlamak durumunda ka­lırız. Başka türlü anlamak rivayeti yanlış anlamaktır.
Mülâhaza:
Bir: Mü’minlere göre, Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in “iffeti ve yüce ahlâkı” zinâya mânî’ olduğu gibi, bir çeşit cinsî tâciz ve sapıklık olan yaban­cı kadınla tokalaşmaya da mânî’dir. Âişe radıyellâhu anhâ vâlidemiz böyle “iffeti ve yüce ahlâkı” olan bir zâttan bu nev’i bir cinsî tâciz sapıklığı ve ahlâksızlığını beklemediği içün de ye­min etmiş olabileceği gibi, onun bizzat haber vermesine dayandığı da kuvvet­le muhtemeldir.
İki: Bunu illâ da zinâ ile sınırlandır­mak mecbûriyyeti asla bulunmamak­tadır. Böyle bir iddiâ mesnedi olmayan bir inâd ve direnmedir ki, bunun nelere âid bir vasıf olduğu açıklamaya muhtâc değildir.
Üç: “Başka türlü anlamak rivâyeti yanlış anlamaktır” gibi bir iddiâ kasıdlı bir yalan olabileceği gibi, ğabâvet mahsûlü de olabilir.
Keleş: Yukarıda nakletmiş oldu­ğumuz rivayetlerde üzerinde durma­mız gereken diğer bir ifade de; Ümeyme bt. Rukayka’nın rivayetinde ge­çen; “Ben kadınlarla tokalaşmam / Innî lâ Usâfihu’n-nisâ” ifadesidir. Yine aynı rivayette geçen, rivayetin sahibi Ümeyme’nin; “Bizimle tokalaşmıyor mu­sunuz?”, “Uzat elini sıkalım yâ Rasûlallah” gibi sözleridir.
Mülâhaza:
Bir: Duralım; kaba bir bakışla gör­düğümüze göre, yetmişi aşan bu rivâyetlerin içinde -Allahu a’lem- kuv­vetle muhtemel beş taneyi geçmeyen bu ‘musâfaha’ lafızları, ‘bey’at’ lafızla­rının onda birini bile tutmazken ve on­lara nisbetle sıhhat şartlarını daha az bulundururken, neden ön plana çıkarı­lır? Bu, Keleş’in ifâdesiyle, “belli bir ina­nışın/paradigmanın sâbit bir İslâmî hükmü inkâr etmek” düşüncesinden, yâhud yobazlıktan başka neyle îzâh edilebilir?
İki: Eğer bunlar, sâbitse ma’nâ ile yapılan bu rivâyetlerin, bir nice hâricî kuvvetli delîlin de takviyyesiyle daha fazla sayıda ve çok daha fazla sağlam­lıkta olan ‘bey’at’ lafzına döndürül­mesi gerekmez miydi? Elbette gerekir­di; ancak lâyık ve pozitivist paradigma mes’elesi işi değiştiriyor işte.
Üç : Âdette daha yaygın olan ve ilk akla gelen ‘musâfaha ile bey’at’, Şer-i
Şerîf’in tâ’yîni ile “semantik” formülün de yardımıyla başka bir ma’nâ kazan­mış oluyor.
Keleş: Rivayette geçen, “ben kadın­larla tokalaşmam” ifadesi bu şekilde tercüme edildiğinde, hem anlam kayma­sına uğramaktadır, hem de asıl anlattığı anlamı yitirmektedir. Bu nedenle sözün nerede ve hangi münasebetle söylendi­ğine bakmamız gerekir. Şayet bunu Hz. Peygamber, genel bir adetini veya dîni bir kuralı bildirmek maksadıyla söylemiş olsa idi, o zaman bu sözü böyle tercüme etmek doğru olurdu. Fakat bu söz, kala­balık ve izdihamın bulunduğu bir ortam­da söyleniyor ise, sözün anlamı, söylen­miş olduğu o ana ve o an ile bitişik olan yakın gelecek zamana aittir. Bu taktirde de anlam şöyle olacaktır: “Ben bu durum­da kadınlar ile tokalaşmıyorum. Veya, tokalaşamayacağım. Çünkü şartlar öyle gerektirmektedir.”
Mülâhaza:
Bir: Bunlar, hâricî karînelerden müstakil olarak düşünüldüğünde, ken­di içinde vehim mertebesinde olan ve hüküm isbâtında hiçbir şekilde hüccet olamayacak vehimler. Hele hele, bir­çok sahîh rivâyetle, hicâb ve bakmak yasağı ile alâkalı âyetlerin delâlet-i nasslarıyla ve İcmâ-i Ümmetle sâbit bir hük­mü iptâl etmeye milyonda bir ihtimâlle bile olsa kifâyet edemeyecek olan çok zayıf ihtimâller ve vesveseler…
İki: Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem Efendimiz nâmına yapılan bu gelişigü­zel kesin kanaat bildirmeler, Allah celle celâlühû’nun huzûrunda hesab verece­ğine yeterince inanan bir kimsenin ya­pabileceği bir iş asla değildir. Bizce asıl problem işte burada yatmaktadır.
Keleş: Bu şekilde bir anlamlandır­maya gitmemizi gerektiren faktörler var­dır. Bunların birincisi, Arapça’da muzârî fiilin anlamının, şimdiki zaman ve yakın gelecek zaman olmasıdır. İkincisi ise, Hz. Peygamber’in; “Benim bir kadına olan sözüm yüz kadına olan gibidir” ifade­sidir. Bu ifade bize, sözün söylendiği or­tam ve şartlar hakkında yeterli bilgi ver­mektedir. İfadeden anlıyoruz ki biat orta­mı oldukça kalabalıktır. Bu şartlar altın­da Rasûlullah; kadınlar adına kendisiyle biatleşmeye gelen temsilci kadına yuka­rıdaki sözüyle şunu anlatmak istemiş ol­malıdır: “Şartları görüyorsunuz, ben bu durumda hanımlar ile tokalaşamayacağım, sizinle biatleşmem söz iledir, sizinle sözlü biatleşiyorum.” İfadelerin bütünü­nü, vaki olan bir olay bağlamında düşün­düğümüzde, verdiğimiz bu anlamların isabeti daha iyi anlaşılacaktır. Ancak ifa­deleri, dîni bir hüküm çıkarmak için oku­yup anlamak istediğimizde ise, o ifade­lerin kastetmediği anlamları anlamamız kaçınılmaz olacaktır.
Mülâhaza:
Bir: Sözün muzârî olması ne işinize yarayacak?.. Aksine akledebilmiş olsay­dınız, bunun geleceğe dönük bir teşrî’ olmaya daha elverişli olacağı kolayca anlaşılacaktı.
İki: Bu bey’at yapılan kadınların sa­yısının iddiâ edildiği gibi fazla olmadığı rivayetlerden açıkça görülmektedir. Üs­telik onlarla kıyâs kabûl etmeyecek ka­dar fazla olan erkeklerden daha da evleviyyetle musâfaha ile bey’at alınmaz­dı. Bu da gösteriyor ki şu iddiâ, zayıf bir zann demek olan vehim bile olamaz… Olsa olsa, ancak hezeyan olur…
Üç: Çabalandıkça batılıyor… Al­lah celle celâlühû mü’minlerin îmânını bilhassa insanlardan olan her türlü hannâs vesvâsdan korusun.
Keleş: Biat esnasında Ümeyme ile Rasûlullah arasında geçen diyalogda ko­nuyla ilgili önemli bir nokta daha vardır. Bu da, Ümeyme’inin tokalaşmak isteme­sidir. Rivayetlerde değişik ifadeler ile an­latılan bu tokalaşma isteği açıktır. Söz konusu talepten hareketle şöyle bir so­nuç çıkarabiliriz: Hz. Peygamber’in (a.s.) zamanında değişik vesileler ile kadınlar erkeklerle tokalaşabilmektedirler. Şayet böyle bir sosyal alışkanlık olmamış olsa idi, rivayetlerde zikredilen hanımların ga­yet rahat bir şekilde Rasûlullah ile toka­laşmayı talep etmemeleri gerekirdi.
Mülâhaza:
Bir: Böyle bir alışkanlık olsun, ne ol­muş? Bu, tam aksine böyle bir alışkanlı­ğın kaldırılması sebebini de bulundur­ması alakasıyla sizin tezinizi çürütür; ‘haramdır’ diyenlerin işine yarar.
İki; İçki, kumar, fâiz, kız çocukları­nı diri diri gömmek, bütün bunlar da âdet hâlini almış, hattâ kangren hâline gelmiş isyânlar idi. Onlara ne diyece­ğiz?…
Üç: Bazı rivâyetlerden Nebî sal­lellâhu aleyhi ve sellem’e ‘canım zinâ etmek istiyor’ diyenlerin de çıktığı­nı biliyoruz. Bu, nasıl bir kafa yapısı? Evhâmlı birinin aslı astarı olmayan ve­himlerini ilim diye yutturmasının hazinliği.
Keleş: “Ben kadınlar ile tokalaş­mıyorum ” ifadesi için şöyle bir yorum yapmamız mümkündür: Rivayetlerden ve özellikle de Âişe’nin kullandığı üslup­tan, Âişe’nin olay anında hazır bulundu­ğu anlaşılmaktadır. Biat işleminin başın­dan sonuna kadar müşahidi olmuş ol­malıdır ki, Rasûlullah’ın elinin hiçbir kadı­nın eline değmemiş olduğunu görebilsin. Hadislerdeki ifadeler, Âişe’ye ait bir kana­ati göstermekten daha ziyade, bir müşa­hedeyi anlatmaktadır. Biat olayında Hz. Peygamber’in kadınların ellerini sıkmayıp, onlardan söz ile biat alması ve özel­likle de el sıkmayacağını belirtmesi, onun şahsi hassasiyetinin bir sonucu olabile­ceği gibi, bu davranışında Âişe’nin kıs­kançlığı faktörü de olabilir. Bunun bir ih­timal olabileceğini düşünüyoruz. Çünkü, Hz. Peygamber’in eşlerine karşı çok na­zik ve hassas olduğu, onların incinme­sine neden olabilecek şeylerden bilhas­sa kaçındığı bilinmektedir. Âişe’nin ise, Rasûlullah’ın hanımları arasında hem ayrıcalıklı bir yerinin olduğu,[102] hem de hanımlar arasında en kıskanç ve en genç hanım olduğu bir gerçektir.[103] İşte bu pozisyondaki bir hanımın müşahe­desi altında yapılan bir biatleşmede, Hz Peygamber’in davranışı üzerinde çok az da olsa bir etkisinin olmuş olduğunu dü­şünüyoruz.
Mülâhaza:
Bir: Bunlar, kuzuyu, yukarıdan da içse, aşağıdan da içse, suyu bulandırsa da bulandırmasa da bulandırmış kabûl edip illâ da yemeye karar verme­nin kıvranışları Önce ‘hiçbir kadının eline değmedi‘yi iptal içün değdiğini olmadık zayıf vesveselerle isbât çabaları_ Sonra bütün bunları unutup da ‘değmemesi‘ni kabûl edip kıskançlıkla açıklamak gayretkeşliği_
İki: Bu kadar bir hafifliği Efendimize ve anamıza yakıştırmak haddi zâtında anlatılmayacak bir hafifmeşreblik ve edebsizlik_
Üç: Âişe radıyellâhu anhâ vâlidemiz, Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’i ne ka­dar sevse ve buna dayalı olarak ne öl­çüde kıskansa da bu sevgi ve kıskanç­lık O’na yalan söyletme veya iftirâ atma seviyesinde olamaz.
Keleş: Bu rivayetlerden, tokalaşma­nın haram olduğu hükmünü çıkarma­nın isabetli olmadığını şöyle izah edebili­riz: Bazı alimlerin anladığı gibi, bu söz ile kadınlarla tokalaşmanın haramlığı kas­tedilmiş olsa idi, diğer rivayetlerde belir­tilen Ömer’in tokalaşması, diğer saha­benin kadınlar ile teması onaylanamaz­dı. Ebû Mûsa’nın kavminden bir kadına saçlarını yıkatıp taratması, tokalaşma­dan aşağı bir temas sayılamaz. Yine Hz. Peygamber’in bir cariyenin elinden tuta­rak Medine’nin her yerinde gezdirmesini, sadece onun tevazuu ile açıklayamayız. Şayet bu cariyenin elinden tutması onun bir tevazuunun[104] sonucu ise, yukarıdaki rivayetlerde belirtilen tokalaşmamasının da, ona ait bir hassasiyetin sonucu olarak kabul etmek gerekir.
Mülâhaza:
Bir: Bazı âlimler değil, bütün âlimler_ Aksi düşüncede olan bir tek kişi getirilemez. Şimdiki hafif meşreblerin âlim değil de, dinle oynayan birer zâlim oldukları isbâta muhtâc olmaya­cak kadar açıktır_
İki: Yalan, yine tekrâr ediliyor; Ömer radıyellâhu anhu Efendimize iftirâ edil­mektedir. O asla böyle bir şey yapma­mıştır. Öyle bir rivâyet de mevcûd değildir_
Üç: Ebû Mûsâ radıyellâhu anhu’ya da iftirâ ediliyor. Nitekim geçti…
Dört: Câriye mevzûu da çarpıtılıyor. ‘Elinden tutmak’, ‘elini bırakmamak’
ta’bîrlerini ma’nâsını kocakarılar bile bilmektedir. Bunu hakîkî ma’nâsında olmayıp kinâye olduğunun en açık delîli de diğer kat’î delillerdir.
Beş: Bir şeyin temel sebebinin bir şey olması, başka bir şeyin temel sebe­binin o paralelde olmasını iddiâ etmek âlimlerin değil, çene yarışı yapan kadın­ların işidir.
Keleş: Rivayetlerde özellikle vurgula­nan Hz. Peygamber’in kadınlar ile tokalaşmadığını belirtmesi, bu fiilin ümmeti için de yasak olmuş olduğunu bildirmek istese idi, “Ben tokalaşmıyorum” yerine, “Ümmetime kadınlar ile tokalaşmak ha­ramdır”, veya “helal değildir” buyurması gerekirdi.
Mülâhaza: Başka münâsebetlerle dedi ama siz görmediniz, yâhud gör­mezden geldiniz; mü’minler ne yap­sın?…
Keleş: Nakletmiş olduğumuz riva­yetlerde metin bakımından gördüğümüz bir diğer problem de, Ömer’in biat almak için gittiği evdeki kadınlar ile yaptığı biatleşmedir. Bu rivayette bazı detayların bir şekilde eksik kaldığı açıktır. Rıza Savaş’ın tespit ettiği gibi, muhtevanın bozuldu­ğu doğrudur. Kapının dışından uzatılan el ile (Ömer’in eli), içeriden uzatılan elin (hanımların elleri) ne olduğu ifade edil­memiştir. Bu eller karşılıklı olarak havada kalmadığına göre, temsilen bir hanım­la bile olsa tokalaşmanın olması gerekir. Böyle bir tokalaşmadan bahsedilmedi­ğine göre bu noktanın rivayetten sansür edilerek hakim paradigmanın yönlendir­mesi doğrultusunda düşürülmüş olduğu­nu düşünmemiz gerekmektedir.
Ayrıca, Mekke’de alınan biat esnasın­da Ömer’in kadınların ellerini sıkmış ol­duğunu bildiren rivayet, diğer rivayetle­re istinaden tokalaşmanın haram olduğu hükmünü çıkarmanın zor olduğunu gös­teren çok önemli bir delildir.
Mülâhaza: Bıktıran tekrarlar… Yukarıda birkaç kez geçti. Evet, eller havada kaldı; var mı diyeceğiniz? Dîne uymuş olmak içün öyle bir yol buldular.
Onlar şimdikiler gibi sapıklıklarına kılıf arayıp yakalarını dînin elinden kurtarmaya ve dîni kendilerine uydurmaya değil, dîne uymaya çalışan kimselerdi O kadar… Hangi deliliniz var ki,
ilâve olarak bir de ‘önemli’ ola_
Sonuç:
Keleş: Çağdaş yaşamın müslümanlar nezdinde ortaya koyduğu önemli prob­lemlerden biri de kuşkusuz kadın erkek ilişkisidir. Sosyal hayatın çeşitli katman­larında, farklı etkinlik ve münasebetlerde ortaya çıkan bu problemin en göze ba­tan cephesi tokalaşmadır. Ülkemiz başta olmak üzere, modernitenin getirdiği ya­şam biçimini ve sosyal hayatın şartları­nı bir türlü tarihsel İslam’ın öngördüğü ölçüler çerçevesinde uzlaştıramayan ülke ve toplumlar, zikrettiğimiz alanlarda çok ciddi sorunlar yaşamaktadırlar.
Mülâhaza:
Bir: İşte yeni zındıklık cereyanını ağ­zından çıkardığı bakla… Müslüman ka­dınını kurtların arasına atacak, sonra da onu piyasa malı yapmanın yollarını ararken dîni kemirecek.
İki: Niye bir erkek arkadaşı olmasın diye sızlanan ve nihayet kocasından ay­rılıp hür general olan entel Müslüman kadınların mantığı işte yukarıdaki kafa yapısının içindeki samanları yiyerek oluşan bir beynin mahsûlü…
Üç: Târihsellik kâfirliği ile Allah cel­le celâlühû’nun gönderdiği İslâmı târîhe gömen din cellâtları, îmân katil­leri, işbirlikçi çorbacılar, ağababaları­nı Haçlı Seferleriyle erişemedikleri he­defe en kestirme yoldan ulaştırmakta­dırlar. Beyinlerinin ve yüreklerinin çürüyüp kokuştuğunun farkına varama­yan zavallılar!… Bırakın şu dînin yakası­nı, ondan intikâm almayı terkedin; sır­tınızı dayadığınız zâlimlerden aldığı­nız güçle İslâm’ı silmekten çabasından vazgeçin… Unutmayın bu devrân hep böyle gitmez. Bir gün olur karşınıza bir Salâhaddîn Eyyûbî çıkar da sizin ve hiz­metini gördüğünüz dayılarınızın kökü­nüzü kazır. Öyle fütursuz davranma­yın.
Keleş: Bizce bu yaşanan sorunla­rın kaynağı, din ve onun mesajları değil­dir. Sorun, dini ve dinin mesajlarını oku­yuş ve anlayış yöntemimizdir. Müslüman alimlerin zihinsel inşalarında oldukça et­kili olan İslam’ın tarihi tatbikatı ve geç­mişi oluşturan paradigmalar, çağdaş so­runları çözebilmede çok önemli bir engel oluşturmaktadırlar.
Mülâhaza:
Bir: Doğru, dîn, bir Müslüman gibi değil de, bir gâvur gibi okunur­sa mes’ele kökünden ‘çözülür’; değil mi?!.. Sahtekârca değil, delikanlı gibi davranalım, lütfen!… Aklı kıt olanları kandırmaya dönük ifâdeler kullanma­yalım lütfen!… Târihselciler içün esâs problem dînin kendisi ve mesajlarıdır. Onlar gâvurluklarıyla bağdaştıracakla­rı bir din arıyorlar.
İki: Böyle bir dîn içün de önlerin­deki en büyük engel dînlerini dünyala­rı içün satıp tüketmeyen eski ulemâmız ve dîni olduğu gibi anlatan ve tahrîfine mânî’ olan eserleridir. Onun içün onla­rın ve eserlerinin izâlesi gerekir.
Keleş: Bu nedenle rivayetleri, ihtiva ettikleri asıl/esâsî anlamlarıyla değil, se­mantik olarak bizim kültürümüzü, tari­himizi, etkisinde olduğumuz paradigma­yı yansıtan anlamlar ile okuyup anlıyo­ruz. Böylece, din ve onunla ilgili rivayet­ler bize kendilerine ait olan anlamları ifa­de edememekte, biz; bize ait olan anlam­lar ile onları anlamaktayız.[105]
Mülâhaza:
Bir: Bu sizin ve içinde bulunduğunuz zaman ve zemin içün doğrudur.
Ama lütfen Eslâfımıza iftirâ etmeyiniz!..
Onlar, dîni şimdikiler gibi pazarlayabilen kimseler değillerdi     
İki: Bu düşüncelerinizdeki referan­sınız olan dipnotta geçen koca gâvur kılavuz kargalarınız, işi iyiden iyiye an­laşılır kılmaktadır. Geçmiş “Müslüman alimlerin zihinsel inşalarında oldukça et­kili olan İslam’ın târihî tatbîkâtı ve geç­mişi oluşturan paradigmalar, çağdaş so­runları çözebilmede çok önemli bir engel oluşturmaktadırlar” ama William Outwaite, Hans George Gadamer isimli İslâm düşmanı üstâdınızın “zihinsel in­şaları” hâl ve istikbalinizi aydınlatmak­ta ve İslâm’ı ‘doğru okuma‘nızın önü­nü açmakta (!)_
Üç: Aslında mes’eleyi tıbbî bir klinik vak’a olarak da ele almak lâzım geldiği­ne inanıyorum… Çünki böyle bir çelişki ve saçmalık bir hayli de tıbbın mevzûu olmalı…
Keleş: Hadis külliyatlarında tahriç edildikleri “kitap” ve “bab” başlıkları ve ihtiva ettikleri anlamlar itibariyle de ta­mamen biat konusuna ait olan rivayet­ler, asıl anlamları yapılan bu tarihi olay­lardaki Rasûlullah’ın davranışını tespit­ten ibaret iken, İslam Dini’nin kadın erkek ilişkilerini düzenleyen dini ilkelere dönüş­müştür.
Mülâhaza:
Bir: Burada bir daha tekrâr edilen koyu bir cehâlet var. Bir kerre, kadın­larla yapılan musâfaha hakkındaki ya­sak delilleri, sadece kadınlarla yapılan bey’at içün sarf edilen sözlerden ibâret değildir. Bu câhillik ısrârla tekrâr edil­mektedir.
İki: Bu sözlerin teşrî’/dînî bir hü­küm koymak maksadıyla yapılmış ol­ması asıldır. Bu sözünün Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem’in din na­mına yaptığı bey’at esnasında olması ise, hak olduğu açık ve kesin olan da­vamızın şu hak oluşuna dâir ayrı bir karînedir. Aksinin iddâ edilmesi daha kuvvetli ve ağırlıklı bir delîle muhtâcdır. Oysa Keleş ve yandaşlarının elinde ga­vurların piyasaya sürdüğü şeytânî ves­vese ve hezeyanlardan başka hiçbir şey bulunmamaktadır.
Üç: Dinlerini bulundukları târîhî, siyâsî ve kültürel şartlarla tevhîd ede­rek değiştiren Ehl-i Kitâbın devşirmele­rinin bu görünen şekilde tavır sergile­meleri eşyânın tabiatına ters değilse de şahsiyyet sâhibi mü’minlerin buna ses çıkarmamaları, hattâ bunu alkışlama­ları anlaşılır cinsden değildir. Şunlara İslâm’ı öğretmekle vazîlendirilen İslâm düşmanı üstadlar, hazin manzaramı­zı engin bir haz içinde seyr ü temâşâ etmektedirler. On dokuz haçlı seferiy­le kazanamadıklarını içimizdeki beyin­sizler eliyle elde etmenin zevkiyle dört değil, sekiz köşe olmaktadırlar.
Keleş: Kuşkusuz bu dönüşümü sağ­layan bizim okuyuş tarzımızdır. Bu oku­yuş tarzında rivayetler ile olan ilişkimiz, onları, kurmayı istediğimiz dünyayı oluş­turacak malzemeler olarak algılamak­tır. Nitekim öyle de olmuş ve bu rivayet­ler, Hz. Peygamber’in bireysel bir tercihi olmaktan çıkıp, bütün ümmetini bağla­yan, bütün müslümanlar için her zaman ve mekanda geçerli olan bir yasağa dö­nüşmüştür. Bu dönüşüm, konuyla ilgi­li rivayetleri birlikte bir bütün olarak de­ğerlendirdiğimiz taktirde gözden kaçma­maktadır.
Mülâhaza:
Bir: Bizim eslâfımız nassları siyâsî, ekonomik ve kültürel şartların merceğiyle değil, sırf Allah celle celâlühû ve Resûlü sallellâhu aleyhi ve sellem Efendimizin istediği merceklerle okumuş­lardır. Evet, bazan eskiden de şimdiki­ler gibi şişkolaşmış saray kedilerinin bu­lunduğu da olmuştur. Ama onlar yaşa­mamıştır. Bizim eslâfımızın eserleri ‘bu
zamanda adâletli sultân bulunmaz; o kadar ki, âlimler şöyle demişlerdir: Kim bu zamanın sultanına âdil davrandın veya sen âdilsin diyen kâfir olur’ gibi fetvâlarla doludur.[106] Zama­nımızın târihselci beslemelerinin yağcı­lıktan ve kemik yalamaktan başka nele­rini görebildik?…
İki: Allah celle celâlühûnün Resûlleri aleyhimüsselâm efendilerimi­ze âit târihî hâdiseler ve kıssalar, yerine göre ferdî değildirler; bunlar çoğu za­man teşrî’ içündürler. Hattâ, numûne oldukları içün onlarda aslolan teşrî’ içün olmalarıdır. Aksi, delîl ve isbâta muhtâcdır.
Üç: Bu hâdiseler başka teşrî’î/dînî hüküm getirici delîllerle pekiştiği za­man, artık mü’min içün söyleyecek bir söz kalmaz.
Dört: Yabancı kadınlarla tokalaş­mak meselesinin hükmü, bey’at esna­sında sarf edilen nebevî sözlerde, de­ğişik karînelerle büyük nisbette ortaya çıkmakta, diğer delîllerle de artık kesin­lik kazanmaktadır. Sadece bey’atta sarfedilen sözlerde takılıp kalmak ve on­lardaki hükmü hevâ ile bertaraf etmeye kalkışmak, sığlık ve câhillik, diğer delil­leri hesaba katmamakta ısrâr etmek ise muannidlik ve müflisliktir.
Keleş: Mekke’nin fethini mütea­kip alınan biat töreninde Ömer’in ka­dınlar ile tokalaştığını bildiren rivayetin, muteber hadis külliyatlarında değil de, Kurtubî’nin tefsirinde nakledilmesini, bu dönüştürme ve muhteva üzerinde deği­şiklik yapma yaklaşımından başka bir şeyle izah edemeyiz.
Mülâhaza:
Bir: Belli ki şu zayıf veya uyduruk rivâyet içün zayıf da olsa bir isnâd bulunamasına hayli içerlemiş bay Keleş… Allah aşkına bu nasıl bir kafa? Bu nasıl bir hadîsçi? Hiçbir naklî ve aklî delîl ol­madan bir hâdise kesin sâbit oluşuna sırf nefs-i emmâreniz taleb ve hâtırına karar veriyor, sahîh kaynaklarda neden zikredilmediğine veryansın ediyor­sunuz. Böyle bir ilim yobazlığı olabilir mi?!… Kusura bakmayınız, çok affededersiniz, size sipariş verme fırsatını ma­alesef kaçırdılar… Demek ki siz, tedvîn zamanında bulunsaydınız, mutlaka bir hadîs uydurur hâcetinizi tedârik eder­diniz. Vah başımıza gelene…
İki: O rivâyeti kabûl etmeyen ve za­yıf bulan Zemahşerî, Ebû Bekr İbnu’l-Arabî, Kurtubî, Zeylaî ve İbnu Hacer bu zayıf veya asılsız bulmalarına rağ­men de zikrediyorlar. Siz ise nice sahîhi gündeme bile getirmiyorsunuz. Ama bu ayıb ve yobazlık sadece sizin değil, ‘çağdaş’ akademisyenlerin hemen he­men hepsinin huyu…
Keleş: Ümmü Atiyye’nin Hz. Peygamber’in Medîne’li hanımlar ile yap­mış olduğu biatı anlatan rivayetinde; Ömer’in kapının dışından, kadınların da içerden ellerini uzattıklarını ifade eden ri­vayeti nakleden muteber kaynaklarımız, bu ellere ne olduğu konusunda hiçbir bil­gi vermemişlerdir. S. Ateş’in haklı olarak yaptığı yoruma göre, bu ellerin tokalaşmış olması gerekmektedir. Ancak bu to­kalaşma durumunu onaylamayan hakim paradigma, dönüştürücü et­kisiyle bu elleri havada, sonuçsuz bir eylem olarak bırakmıştır.
Mülâhaza: Neyin bilgisini arıyor­sunuz?.. Olmayan şeyin bilgisi mi olur? Anlaşmanın illâ da tokalaşmakla olma­sı gereği nerden geliyor? Ateş ile Ke­leş içün husûsî bir haber mi uyduralım? S. Ateş’in, bu ellerin tokalaşmış olması gerektiğine dâir yaptığı saçma bir yo­rumun haklılığı nereden geliyor?.. Yok­sa, şimdiki islâm dışı atmosferin paralı askerleri bu tokalaşmama durumunu onaylamayan hakim paradigma, dö­nüştürücü etkisiyle bu elleri illa da sıkıştırmak ve işi o paralelde daha ileri yerlere götürmek mi istiyor?..
Keleş: Zekeriya Güler, bu hususi olay­dan (biatleşme olayından) genel bir hü­küm çıkarmaya engel olmadığından ha­reketle, Rasûlullah’ın kadınlar ile tokalaşmamasını, bütün müslümanlar için to­kalaşmayı yasaklayan bir emir olarak değerlendirmiştir. “Sebebin hususiliği hükmün umumiliğine engel değildir” prensibini dikkate alırken, bu prensip­ten çok daha önemli olan bir kısım ilke­ler göz ardı edilmiştir. Örneğin, “haram” hükmünün verilebilmesi için kafi de­lilin gerektiği ilkesi bu konuda dikkate alınmamıştır.[107] Bu rivayetlerin hiçbir şe­kilde kati delil olma özelliği taşımadığı ise aşikardır.
Mülâhaza
Bir: “Bu rivayetlerin hiçbir şekil­de kat’î delil olma özelliği taşımadığı ise aşikardır” mutlak sözünün saçmalı­ğı da aşikârdır. Çünki bu rivayetler, bir haysiyyetle İbnu Salâh ve Muhaddislerin çoğuna, zâhirîlerin de hepsine göre sübûtî bir kesinlik bildirir. Yine başka bir haysiyyetle bunlar, i’tirâzsız bir şekilde Ümmetin âlimlerinin kabulüne mazhar olmakla da Cumhûra göre sâbit oluş yanıyla kesinlik bildirirler…
İki: Yukarıda da çok kere zikretti­ğimiz gibi, Hicâb ve bakmakla alaka­lı âyet ve hadîslerin delâlet-i nassları, yabancı kadına dokunmanın yasaklığı ile alâkalı sahîh rivâyetler ve İcmâ’ delîliyle sübût ve ma’nâyı göstermesi bakımından harâmlığın delîllerinin katî olduğu âşikârdır. Hem, şu kadar kala­balık delîlin kadr-i müştereği tevâtür-i ma’nevî de bildirir. Bu da ayrı bir kat’î delildir. Zekeriya Güler’den daha ne bekliyorsunuz?
Üç: Ateş ile Keleş inanmayacak ol­duktan sonra, Zekeriyâ efendi bütün âyetleri getirse yine de teslîm olmaya­cakları dahi açıktır.
Keleş: Yine, Hz. Peygamber’in; “ben bunu sevmiyorum”, “ben bunu sevi­yorum” gibi özel durumlarının, bü­tün ümmet için teşrîi bir değer taşı­madığı prensibi nazara alınmamıştır. Rasûlullah’ın bir fiili işlemeyip de terk etmesi durumunu değerlendiren Şâtıbî konumuz bakımından çok önemli olan şu örnekleri vermektedir:
“Terk; ya mutlak olur, ya da bir hale özel olur. Mutlak olarak terk edilen şe­yin durumu açıktır. Bir hale özel olan terke ise Rasûlullah’ın şu olaydaki şahit­liğe yanaşmamasını örnek verebiliriz: Bir zat, çocuklarından sadece birine bu­lunduğu bağışa Rasûlullah’ı şahit tut­mak ister. Rasûlullah ona; “Çocukların­dan her biri için buna benzer şeyler verdin mi?” diye sorar. Adam; “hayır” cevabı verince şöyle buyurur: “Benden başkasını şahit tut. Çünkü ben bir haksızlığa şahitlik etmem.”[108]
Görüleceği üzere Hz. Peygamber, “Ben şahit olmam” buyuruyor, ancak bu ifadeden başkalarının da şahitlik yapmasının haram olduğu sonucu çık­mamaktadır.
Şâtıbî’nin vermiş olduğu diğer bir örnek de şöyledir:
“Caiz olan bir şeyin, yaratılış icabı hoşlanılmaması ve bu yüzden terk edil­mesidir. Mesela, Rasûlullah keler ye­meye yanaşmamış ve “haram mıdır?” diye soruluncu da; “hayır”, ancak be­nim memleketimde bulunmaz. Bu yüz­den de onu yemeyi içim çekmiyor”, de­miştir. Bu mübah olan bir şeyin cibilli bir özellikten dolayı terk edilmesidir. O şeyin işlenmesinde her hangi bir sakın­ca yoktur.”[109]
Mülâhaza:
Bir: Burada verilen kaynak, (tercü­mesini bilmem ama) aslından dikkatle okunursa, Şâtıbî’ye süflî bir iftirâ atıldı­ğı ve O’na, söylemediğinin söyletildiği görülecektir. Şâtıbî şöyle diyordu:
 ‘Terk’e gelince… Onun yeri, as­lında izin verilmeyen şeydir. O da mekrûh ve yasaklanandır. O halde aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’ın (bir işi) terki, (onu) yapmanın mercûh/tercîh edilmeyen bir şey oluşunu gösterir. O da ya mutlaktır…’[110]
Görüldüğü gibi, Şâtıbî tamamen başka bir şey söylüyor. O’nun demek istediğini anlatan sözünün mes’eleyle alâkalı en mühim yeri hâinlik yapılarak kesilmiş.
İki: Evet, ‘terk’ bize göre de başlı ba­şına hüccet seviyesinde bir ‘harâmlık’
delîli değildir ve bunun içün başka delîllere de ihtiyâc vardır; bu doğrudur. Lâkin, bunu Şâtıbî’ye söyletmek açık ve hazîn bir zavallılıktır.
Üç: Üstelik ‘terk‘te ‘yasaklığ‘a dâir bir ihtimâl ve ipucu bulunmadığı da iddiâ edilemez. Hele, ‘ben kesinlikle kadınlarla musâfahalaşmam’ ifâdesi sadece bir terk de değildir. Buradaki ‘terk’ ve ilâve olarak sözle ‘yapmaya­cağını söylemek’, kesinlikle’ ifâdesiyle yapılan te’kîd açık yasak delîlleriyle, delâlet-i nassla ve icmâ’ delîlleriyle yan yana gelirse, kesinlikle ‘haramlığı’ gös­terir. ‘O’nun her terki, yani bir şeyi yap­maması nehiy (yasaklama) ma’nâsına gelmez. Yasak ve haram olduğuna dâir başka delîllere ihtiyaç vardır’ şeklinde­ki usûl kâidesini bilmek ve bulmak iyi bir şey de, bunun yanında bilinme­si lüzûmlu diğer birçok şeyi bilmemek ve kaybetmek işi berbat ediyor.
Dört: Şâtıbî, birkaç sahîfe sonra, bu ‘keler yemem’ demenin bir ‘terk’ ol­madığını, aksine yemenin takrîr edil­mesi olduğunu söylemektedir.[111]
Beş: Üstelik, kelerle ve zul­me şâhidlik yapmakla alâkalı sözler, muhâlifleri bulunan görüşlerdir. Nite­kim Hanefîlere göre, farklı ictihâdlar vardır. Keler yemek değişik delîller se­bebiyle haramdır. O halde bunlar, mücerred terkler değillerdir. Dolayısıyla ta­mamen şu usûl kaidesine girmezler.
Keleş: Hz. Peygamber, insanların içinde bulundukları koşulları, kültürel ve coğrafi şartları dikkate almıştır. Onları zorlayacak şeylerden şiddetle kaçınmış­tır. Çünkü, Allah bu dini insanlara zorluk olsun diye indirmediği gibi, Rasûlü’nü de insanlara zorluk çıkarsın diye gönderme­miştir. Aksine Hz. Peygamber ümmeti­ne sürekli; “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın” diye tenbihte bulunmuştur.
Mülâhaza:
Bir: “Hz. Peygamber, insanların için­de bulundukları koşulları, kültürel ve coğrafi şartları dikkate almıştır” sözü, hakkında nass bulunmayan husûslar içün doğru olabilir. Oysa burada baş­ka nasslar vardır. Dolayısıyla bu sözün burada getirilmesi aldatmaca değilse, câhilliktir.
İki: “Allah bu dini insanlara zorluk olsun diye indirmediği gibi, Rasûlü’nü de insanlara zorluk çıkarsın diye gön­dermemiştir. Aksine Hz. Peygamber ümmetine sürekli; kolaylaştırın, zorlaştırmayın diye tenbîhte bulunmuş­tur” sözleri hak sözlerdir; lâkin bâtıl bir iddiâ içün kullanılmışlardır. Yani bunlar, Hz. Ali radıyellâhu anhu’nun ifâdesiyle ‘kendisiyle bâtıl murâd edilen doğ­ru söz(ler)…’ Çünki, yabancı kadınla tokalaşmamak tokalaşmaktan daha ko­laydır. Tokalaşıp başın nefisle bela­ya girmesi, sonunda azâb çekmek çok daha zordur. İşte yukarıdaki hak sözler­den dolayı, yabancı kadınla tokalaşmak harâmından uzak durmak lâzımdır… Dînin hükümleri, ancak, kâfirlere veya kalbinde hastalık bulunanlara ağır ge­lir.
Üç: Şâtıbî, el-Muvâfakât’da, bu ko­laylık husûsunu bahane ederek, hevâsına uyanlar hakkında birçok yer­de nice güzel sözler sarfetmiştir. Onla­rın tamamını buraya almak imkânımız olmadığından bazı yerlere atıfta bulu­nalım:
O, ‘Mukallidin müctehidlerin ictihâdlarından seçme hakkı var mı­dır?’, ‘(böyle bir hakkın olmadığına dâir olan) aslın ihmâl edilmesi sapıklığa götürür’, ‘ilim adamlarının ihtilâfının câizliği gösterdiğini söyleyenlerin iddiâsının bâtıl olduğu’, ‘ruhsatları araştırmak’, ‘bir kavli, zaruret sebe­biyle almak’, ‘mezheblerin ruhsatla­rına uymanın zararlarının tamamı’, ‘iki görüşten en hafîfini almak’ baş­lıkları altında on beş sayfada (500-515), ‘müftî, insanları vasat olan bilinen güzele sevk eden kimsedir’ başlığı ve ‘ruhsat almayı terketmekte zorluk vardır iddiâsında bulunanın… yan­lışı’ başlığı altında da üç sayfada bu iş­lerin hevâya uymak olduğunu nefis bir şekilde anlatmıştır. Şâtıbî’nin, hiçbir âlimin demediği, hattâ zıddını demek­te icmâ’ ettiği bir saçma ictihâdı ‘kolay’ bulup alanlara ve hak olan ictihâda da zorluk vasfını yakıştıranlara ne diyebi­leceğini zannedersiniz?… Ben zannet­miyorum, kesin biliyorum ki O, Şer’î en ağır ithâmları ve günah olmayacak en okkalı hakâretleri sarf edip onlara yolu göstermeden rahat edemezdi…
Dört: Hâsılı, ne dediğini kulağı duy­mayan ve beyni ile yüreği bilip kav­ramayan birinin bütün bir Ümmet’in âlimlerini çürütme gayretiyle karşı karşıyayız.
Keleş: “Ben kadınlar ile tokalaşmıyorum”sözü ile ümmetinin/tüm müs­lümanların da tokalaşmalarını yasakla­mak istemiş olsa idi, böyle bir üslup kul­lanmazdı. Nitekim yasaklamış olduğu şeyler için böyle bir üslup kullanmamış­tır. Biat aldığı ortamda, ümmetinin en kalabalık olduğu durumlarından birin­de, topluca yasağı duyurma imkanının olduğu bir ortamda açıkça; “Ümmetimin erkeklerine, kendilerine nikahı düşen ha­nımlar ile tokalaşmak helal değildir” bu­yurması gerekirdi.
Mülâhaza:
İlâhî te’yîdle beşerdeki ifâde sa­natının bir başka beşerin ulaşama­yacağı zirvesini yakalamış Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem, neyi nasıl söyleyeceğini, elbette zamâne cazgır­larına soracak değil; lütfen işinize ba­kınız; O’nun nâmına konuşmayınız, bo­yunuzdan büyük sözler sarfetmeyiniz.
Keleş: Böyle kesin bir yasaklama ge­tirmediği gibi, kendisine vekaleten ha­nımlar ile tokalaşan Ömer’e de mani’ olmamıştır; tam tersine, izin vermiştir. Ömer’e haram olmayan tokalaşmanın bugünün müslümanlarına haram olma­sı ise kabul edilemez.
Mülâhaza:
Bir: Sayısız kere geçtiği gibi, O; ke­sin bir yasaklama getirdi.
İki: “Kendisine vekaleten hanımlar ile tokalaşan “Ömer’e de mani’ olma­mıştır” diye bir şey yok; bunun delîli yok.
Üç: “Tam tersine, izin vermiştir” diye de bir şey yok; bu da delîli olmayan kat­merli bir yalan.
Dört: “Ömer’e harâm olmayan tokalaşma” diye bir şey yok; bu da ya­lan.
Beş: Birçok haramlara i’tirâz eden­ler dün ve bu gün bulunduğu yarın da bulunacağı gibi “tokalaşmanın bugü­nün müslümanlarına harâm olması ise kabûl edilemez” diyenler elbette bulu­nacaktır. Müslümanları bu yasağa uyup uymamakla test eden zâlimler de it sü­rüsü kadar… Ama, Ateş’le Keleş ne der­se desin, müslümanlara göre “tokalaş­mak bugünün müslümanlarına da haramdır.”
Keleş:  Burada şöyle denilebilir:
Ömer’in tokalaşması biat ile ilgilidir. Gü­nümüzde ise tokalaşma selamlaşma­nın bir gereğidir. İkisi bir değildir. Dolayı­sıyla Ömer’in tokalaşması, bugünkü se­lamlaşma anlamındaki tokalaşmaya kı­yas edilemez. Böyle bir yaklaşımın, aynı zamanda, tokalaşmanın haramlığı için de geçerli olduğunu söylememiz gere­kir. Bu durumda da, biat konusundan se­lamlaşma anlamındaki tokalaşmayı ya­saklama vardır. Kaldı ki, kadınlar ile toka­laşma hangi amaç ile olursa olsun, dinin her hangi bir nassı ile yasaklanmamıştır. Bu şekilde bir itirazın bizim tezimizi çü­rütmeyeceği açıktır.
Mülâhaza:
Hurâfeye dayanan suâl lüzumsuz… Cevâbı da onun gibi lüzumsuz. Suâlin cevâbına da verilecek cevâb kezâ lü­zumsuz. Sizin ‘tez‘iniz ne imiş? Ne­rede şu tez onu göremedik. Ortada endâzesiz kelime yığınlarından başka bir şey göremiyoruz…
Keleş: Sonuç olarak, aktarmış ol­duğumuz rivayetler ve benzerlerini de­lil kabul ederek, kadın erkek tokalaşma­sı İslam Dini’ne göre “haramdır” demek mümkün değildir. Kadın ile erkeğin to­kalaşmasını haram olarak ispat etmek için bu delillerin dışında başka kati de­liller bulunması gerekir. Ancak, bir müs­lüman bireysel bir tercih olarak; “Ben, Hz. Peygamber’in biat konusunda bile olsa kadınlar ile tokalaşmamasını kendim için örnek kabul edip tokalaşmıyorum” derse, buna kimse bir şey diyemez. Fakat, kadınlar ile toka­laşanların haram işlediğini söylemek veya onları Rasûlullah’ın yapmadığı bir şeyi yapıyor olarak suçlamaya ge­lince, bunun kabul edilebilir bir tavır ol­madığını da söylememiz gerekir.
Son Mülâhazamız ve Netîce
Siz kim oluyorsunuz da bun­ca âyetler ve hadîslere rağmen, Üm­metin âlimlerinin tamâmının harâm hükmünü inkâra kalkışıyorsunuz? ‘Eşbeh‘i ‘teşbîh’ hâline getiren bir gü­lünç bir dil bilgisi ile aktarmaya çalış­tığınız metinlerin başını gözünü kırar­ken, ictihâd i’mâl edip pazarladığınız muhâtablarınıza sanki en galiz küfür­lerle küfreder bir manzara çiziyorsu­nuz. Kimin namına vazîfe görüyor­sunuz?… Bu dînin kalesinin temelinden taşlar sökmeye çalışan biri olarak kim­lerin hizmetinde olduğunuzu bilmiyor musunuz?


 


[1]Yrd. Doç. Dr. Dicle Üniversitesi İlâhiyât Fakültesi Hadis Anabilim Dalı öğretim üyesi
[2]Mümtehine, 60 / 10. Ayetin yukarıda zikrettiğimiz sebebi nüzûlü için bkz: Süyûtî, Celâleddin, Lübâbu’n-Nükûl Fî Esbâbi’n-Nüzûl, Beyrut, 1980, s. 211.
[3]Mümtehine, 60 / 12.
[4]Buhârî, Ebû Abdillah M. b. İsmâîl, Sahîhu’l-Buhârî, İstanbul, 1979, Ahkâm, 49 ( VIII, 125 ). Ayrıca bkz: İbn Hanbel, Ahmed, Müsned, Beyrut, tsz., VI, 153
[5]Parantez içinde vermiş olduğumuz açıklamayı, Kâmil Mîras’ın bir tercihi olarak onun tercümesinden aldık. Bkz: Kâmil Mîras, Tecrîdi Sarih Tercümesi ve Şerhi, Ankara, 1984, XI, 198-200. Ayrıca bkz: Mehmet Sofuoğlu, Sahih-i Buhârî Tercümesi ve Şerhi, İstanbul,1989, XV, 7068-69.
[6]Buhârî, Ahkâm, 49 ( VIII, 125 ).
[7]Buhârî, Şurût, 1, ( III, 173 ). Aynı lafız ile Buhârî Mümtehine Sûresi’nin tefsirinde bu hadisi tahriç etmiştir. Bkz: Tefsîru Mümtehine, 2, (VI, 61 )
[8]Buhârî, Talak, 20, ( VI, 173). Ayrıca bkz: İbn Hanbel, Müsned, VI, 270.
[9]Ebû Dâvûd, Süleyman b. El-Eşas es-Sicistânî, Sünen, Humus, 1971, Cihad, 9, ( III, 352 ). İbnMâce aynı yerde Âişe’den gelen rivayetlere de yer vermiştir. Aynı hadis için bkz: İbn Hanbel, Müsned, VI, 114.
[10]Mürsel: Hadis ıstılahında (teriminde) mürsel; sahabeden sonra gelen nesil olan tabiînin, sahebeyi atlayarak doğrudan Hz. Peygamberden hadis nakletmesine denir. Mürsel, bir zayıf hadis türüdür.
[11]Tirmizî, Ebû Îsâ M. b. Sevre, Sünen, Beyrut, tsz., Tefsîru Sûreti Mümtehine, 2, (V, 411, 3306 numaralı hadis)
[12]İbn Mâce, Ebû Abdillah M. b. Yezîd el-Kazvînî, Sünen, tsz., yy., Cihad, 43, (II, 959-60)
[13]İbn Hanbel, Müsned, VI, 357. Tirmizî, Sünen, Siyer, 37, ( IV, 21-2 ). Mâlik, el-Muvattâ, Beyrut,1989,Bey’ât, 2, s. 651, 1842 numaralı hadis.
[14]İbn Hanbel, Müsned, VI, 357. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz: M. Nâsıruddin Elbânî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, Beyrut, 1985, II, 52­58.
[15]Taberî, İbn Cerir, Câmiu’l-Beyân An Te’vil-i Âyi’l-Kuran, Beyrut, 1995, XIV, 101.
[16]İbn Hanbel, Müsned, VI, 459.
[17]Hâkim, Ebû Abdillah M. b. Abdillah en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek Ala’s-Sahîhayn, Beyrut,1990,II, 528.
[18]Elbânî, a.g.e., II, 55.
[19]Bu rivayette söz konusu olan şey, Câhiliye döneminde birine bir musîbet, ölüm vs. geldiğinde teselli ve yas tutma da yardımcı olunur, karşılıklı olarak (ödünç) yapılırdı. Burada ödenmek istenen borç budur.
[20]Nesâî, Sünen, (Süyûtî’nin şerhi ile birlikte), Beyrut, tsz., VII, 149.
[21]Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIV, 103. Ayrıca bkz: İbn Kesîr, Hâfız, Tefsîru’l-Kurani’l-Azîm, İstanbul, 1985, VIII, 128.
[22]Kurtubî, Ebû Abdillah M. Ahmed el-Ensârî, el-Câmiu Liahkâmi’l-Kuran, tsz., yy., XVIII, 71.
[23]Kurtubî, a.g.e., XVIII, 72.
[24]İbn Sa’d, et-Tabakât, Beyrut, tsz., VIII, 5.
[25]İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 5.
[26]İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 10.
[27]İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 10.
[28]İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 11.
[29]Bu biatlerin tarihi seyirleri ve rivayetleri için bkz: Rıza Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, İstanbul, 1991, s. 70 – 76. Ayrıca bkz: Rıza Savaş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, İstanbul, 1994, IV, 250-256.
[30]Buhârî, İstîzân, 41 ( VII, 140 ).
[31]Ebû Ya’lâ, Ahmed b. Ali el-Mevsîlî, Müsned, Dimeşk, 1984, VI, 409. Ayrıca bkz: Tabarânî, Süleyman b. Ahmed b. Eyyûb, Mu’cemu’l-Evsât, Musul, 1983, I, 249.
[32][Mes’elenin tafsîlâtıyla alakalı olarak bakınız: Aynî, Umdetü’l-Kari (22/264, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî), Askalânî, Fethu’l-Bârî (12/351-352, Dâru’l-Fikir,1411)
[33][Aynî, Umde, aynı yer.]
[34][Mollâ Gûrânî, el-Kevseru’l-Cârî (10/43) Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî,1429)]
[35][Kirmânî, el-Kevâkibu’d-Derârî (22/88), Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî,1430]
[36][Askalanî, Feth (12/352)]
[37]Buhârî, Cihâd, 3 (III, 201); Hac, 125 (II, 187), Umre, 11 ( II, 203 ), Megâzî, 77 (V, 123); ayrıca bkz: Müslim, Hac, 154; Nesâî, Menâsik, 52; İbn Hanbel, IV, 396, VI, 256, 363; İbn Abdi’l-Berr, Ebû Ömer Yusuf b. Abdillah, et-Temhîd, Magrib, 1387, I, 255
[38][Aynî ve İbnu Hacer, aynı yerler.]
[39][İbnu Abdi’l-Berr, et-Temhîd-1387 (1/225­228)]
[40]Telbiye: Hac vazîfesi yapılırken yüksek sesle söylenen bir duâdır.
[41]Buhârî, Hac, 32 ( II, 149), Müslim Hac, 155, Nesâî, Menâsik, 50; İbn Hanbel, I, 39, IV, 410.
[42][Aynî, Umde (9/188)]
[43]Buhârî, Edeb, 61 (VII, 89); Nesâî, Eşribe, 44; İbn Hanbel, III, 174, 216.
[44]İbn Mâce, Zühd, 16.
[45][Aynî, Umde (22/141), Askalânî, Feth(12/114), Kastalânî, İrşâd (9/49)]
[46]İbn Hanbel, V, 95. Ayrıca bkz: Halef b. Abdulmelik Gavâmidu’l-Esmâi’l-Müpheme, Beyrut, 1407, II, 557.
[47]İbnu Mâce (H:3502)]
[48]Nesâî, Nikâh, 12 ( VI, 67 ).
[49]Süyûtî, Şerhu Süneni Nesâî, VI, 67.
[50]M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, VIII, 111 – 112.
[51][Nesâî, Müctebâ (H:3229)]
[52][Sindî Hâşiyesi, alâkalı hadîsin şerhi]
[53][Aynı yer]
[54][Alâkalı hadîsin Sindî Hâşiyesi.]
[55][Emîr San’ânî, Sübulü’s-Selâm (3/195, Dâru’l-Fikir)]
[56][İbnu Receb Şerhu İleli’t-Tirmizî’nin başla­rında icmâ’ ile kendileriyle amel edilmeyen sahîh hadîslerden birçoklarını zikretmiştir
(1/325-328, Mektebetü’r-Rüşd, 1421). Bun­lardan bir tanesi Buhârî (Hacc:63,78, Umre:11) ve Müslim’in (Hacc:190,193) rivâyet ettiği umre yapanın rüknü meshedince (Haceru’l-Esved’de tavafı tamamlayınca) ihrâmdan çıkmasına dâir olan hadîsdir. (Şerhu İlel:1/329) Bunun ma’nâsı hadîs sahîh de olsa, onunla amel etmemekte icmâ’ bulunsa, bu icmâ’ onu nesheden bir neshedicinin bulunduğunu veya haberin kendisinde bir hatâ mevcûd olduğunu gösterir.]
[57]İbn Arabî, Ebû Bekir M. b. Abdillah, Ahkâmu’l-Kuran, beyrut, tsz., IV, 1791
[58]İbrahim Cânan, Hadis Ansiklopedisi Kütüb-i Sitte, İstanbul, tsz., I, 115-16
[59]Zekeriya Güler, Kırk Hadiste Kadın, Konya,1997, s. 255-56.
[60]M. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kuran Dili, İstanbul, tsz., VII, 557.
[61]Es-Sâbûnî, M. Ali, Ahkâmu’l-Kuran, Mekke,tsz., II, 565-66.
[62]Faruk Beşer, Hanımlara Özel İlmihal, İstanbul, 1997, 246. Ayrıca bkz: Rauf Pehlivan, Büyük Kadın İlmihali, İstanbul, 1997, s. 469-71.
[63]Abdulhalim Ebû Şakka, Tahrîru’l-Mer’eti Fî Asri’r-Risâleti, Kuveyt, 1990, II, 92-93.
[64]Ebu’lalâ Mevdûdî, Hicap, ( Trc: Ali genceli ), İstanbul, tsz., s. 406-7.
[65]Süleyman Ateş, Yüce Kuran’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul, tsz., IX, 397-98.
[66][İbnu Nüceym, el-Eşbâh ve’n-Nezâir (1/223­225) Hamevî Hâşiyesi ile beraber.]
[67][Yer yer şerh ve hâşiyelerin hattâ bazen de şunların metinlerinin üzerine yazılan açıklamalar.]
[68][Hamevî, aynı yer.]
[69][Hamevî aynı yer.]
[70][Et-Telvîh: 2/39]
[71][Veya Sa’d, yahud Ahmed er-Rûmî. Kadızâdelerden.]
[72][Leknevî, Tervîhu’l-Cinân Bi Teşrîhi HukmiŞurbi’d-Dühân isimli risâle:17 (Mecmûu Resâili’l-Leknevî:2/267)]
[73][Ahkâmu’l-Kur’ân: 1/14-16]
[74][Mefhûm-i Muhâlefet: Kelâmdan iltizâm yoluyla anlaşılan şeydir/ma’nâdır. Denilmiştir ki, hükmün meskûtta/sözü edilmeyen, susulan şeyde, mantûkun/sözü edilenin zıddına isbât edilmesidir,var olduğunun söylenmesidir. (Seyyid Şerîf Cürcânî, Ta’rîfât)]
[75][İbnu Receb el-Hanbelî, Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem:2/164-165]
[76][Süyûtî, el-Eşbah ve’n-Nezâir, (55), Matbuati Mustafa Muhammed- Mısır.]
[77][İbnu Nüceym, el-Eşbah ve’n-Nezâir (Hâmevî şerhi ile beraber) (98), Matbaa-i Âmire1290]
[78]İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs, ( Terc: Ramazan Yıldırım ), İstanbul, 1998, VII, 231.
[79]Yusuf el-Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, (Çev: Bünyamin Erul), İstanbul, 1991,s. 117-128.
[80][Müslim, Sahîh (8/52)]
[81][Taberânî, el-Kebîr (20/211-212 H:486-487) Münzîrî, et-Terğîb ve’t-Terhîb(3/66)de şöyle dedi: Bunu Taberânî ve Beyhakî rivâyet etti; Taberânî’nin râvîleri güvenilir kimseler olup Sahîh’in ricâlidir.Heysemî de Mecmâu’z-Zevâid’de ‘bunu Taberânî rivâyet etti; râvîleri Sahîh’in râvîleridir’dedi. (4/426 H:7718, D. K. İlmiye baskısı,1422)]
[82][Zafer Ahmed et-Tânevî, İ’lâ Mukaddimesi, Kavâid fî Ulûmi’l-Hadîs (40)]
[83][Kaytâni, (veyâ Kaytâno olabilir. İtalyanca telaffuzunu bilmiyoruz; bizce mühim de değil.) İslâm Târîhi-Medhal (Osmanlı harfleriyle): 68­136 ve devâmı.]
[84][Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân (18/47, İlmiyye,1408)]
[85][Tahrîcu’l-Ahâdîs ve’l-Âsâr:3/462, Dâru İbni Huzeyme]
[86][Ayrıca özellikle Nazi Almanya’sında ve bugünkü siyâsî liderlerin mitinglerinde de görüldüğü gibi günümüzde dahi elle tokalaşarak bey’atleşilmemekte, liderler ve taraftarları karşılıklı olarak ellerini kaldırarak birbirlerine hem selâm hem de bağlılıklarını belirtebilmektedirler.
Meselâ, “Sieg Heil, Zafer dolusu veya Zafere seslen kelimesini ifâde eden bir Almanca kelime grubudur. Bu, Nazi Almanyası’nda, siyâsal toplanmalarda ortak bir çağrıydı. Birisini karşılamak için Hitler selamını vererek Heil Hitler demek Nazi Almanyası’nda gelenekseldi. Savaşa ait propaganda film ve posterlerinde bolca kullanılmıştır.”(Vikipedi)]
[87]Rıza Savaş, Siyer ve Kaynakları, İzmir, 1995,20-23.
[88][Tahrîcü’l-Ahâdîs ve’l-Âsâr:3/462,465]
[89]İbn Hacer, Ahmed b. Ali, Fetuhu’l-Bârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, Beyrut, 1989, VIII, 821.
[90]İbn Hacer, a.g.e., XIII, 252.
[91]Toshihiko Izutsu, Kuran’da Allah ve İnsan, (Trc: Süleyman Ateş), Ankara, tsz., s. 14.
[92]Sintantik: Kelimelerin diğer kelimeler ile, sembollerin diğer semboller ile, aralarındaki ilişkiyi inceleyen ilimdir.
[93]Pragmatik: Kelimeler ile insan davranışları arasındaki ilişkiyi, kelimeler ile diğer sembollerin hareketlerimizi etkileme şekillerini inceler. Bkz: Izutsu, a.g.e., 22; Hüseyin Batuhan, Modern Mantık, 37; Turan Koç, Din Dili, Kayseri, tsz., 15
[94]Izutsu, a.g.e., 14
[95]Izutsu, a.g.e., 21
[96]Izutsu, a.g.e., 22 – 24
[97]Izutsu, a.g.e., 23.
[98]Izutsu, a.g.e., 25.
[99]M. Fuad Abdulbâkî, el-Mu’cemü’l-Müfehres Lielfâzı’l-Kuran’i’l-Kerîm, Beyrut, tsz., s. 666-7.
[100]Bu ayetin mealleri için bkz: M. Esed, Kuran Mesajı, İstanbul, 1999. Suat Yıldırım, Kuran’ı Hakîm ve Açıklamalı Meali, İstanbul, 1998.
[101]Zemahşerî, Ebu’l-Kâsım Cârullah M. b. Ömer, el-Keşşâf An Hakâiki Gavâmidi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl Fî Vechi’t-Te’vîl, Beyrut, 1995, I, 281. Ayrıca bkz: Zeccâc, Ebû İshâk İbrâhîm b. es-Serî, Meâni’l-Kuran, Beyrut, 1988, I, 318.
[102]Abdulhamid Mahmud Tahmaz, es-Seyyidetü Âişe, Dimeşk, 1988, s. 45-47.
[103]Nabia Abbott, Hz Muhammed’in Sevgili Eşi Ayşe, (Terc: Tuba Asrak Hasdemir), Ankara,1999, 55- 87.
[104]Bu konuda bkz. İbn Mace, Zühd, 16.
[105]Bu tür bir anlayışın Hermenötik kuramları için bkz: William Outwaite, Hans George Gadamer, Çağdaş Temel Kuramlar adlı eserin içinde, ( Terc: Ahmet Demirhan ), Ankara, 1997, s. 33-56.
[106][Aynî, Remzu’l-Hakâik, Şerhu Kenzi’d-Dekaık (2/117, İdâretü’l-Kur’ân ve’l-Ulûmu’l-İslâmiyye, 1424)]
[107]Bu konuda bkz: Muhammed Ebû Zehra, İslam Hukuk Metodolojisi, (Terc: Abdulkadir Şener), Ankara, tsz., s. 42-43; Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, (Terc: İ. Kafi Dönmez), Ankara, 1990, s. 215-16.
[108]Şâtıbî, Ebû İshak, el-Muvâfakât, (Terc: Mehmet Erdoğan), İstanbul, 1993, IV, 56. Geçen rivayetler için de bkz: Buhârî, Hibe, 12; Müslim, Hibât, 9.
[109]Şâtıbî, a.g.e., IV, 56-57.
[110][Şâtıbî, el-Muvâfakat:4/438, Dâru’l-Ma’rife,1415]
[111][Şâtıbî, el-Muvâfakat ve Dırrâz Şerhi:4/441, Dâru’l-Ma’rife, 1415]
PDF'e AktarYazdır

BİR CEVAP BIRAK

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen buraya isminizi yazın