PAYLAŞ
PDF'e AktarYazdır
DOĞRU, HİÇ BİR ŞEY YENİ DEĞİLMİŞ ! …
 
 
 

 

اَعُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم

 
اَلْحَمْدُ الِلّهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَأَلِه اَجْمَعِينَ
 
 
Pakistan’ın* Karaçi şehrinde bulunan, El Mektebetu’l-Fârûkıy-ye namında bir yayınevinin neşrettiği, Vakfe Me’a’l-Lâ Mezhebiyye isminde, Arabça bir kitâb aldım. Muhammed Ebû Bekir Ğâzî Fûrî tarafından yazılmış. Yenilerde yayınlanmış. Hindistan ve Pakistan coğrafyasındaki, herhangi bir Mez-hebin usûlünü benimseyip o çizgiden gitmeyi reddeden… Mezhebe uymayı sapıklık ve bid’atçılık sayan… Kendilerine Ehl-i Hadîs,[1] Ehl-i Sünnet, Ehl-i Eser ve Selefiyyûn isimlerini veren… Başkalarının ise, onları, Mezhebsizler veya Vehhâbîler diye isimlendirdiği… Mezheb tanımayanlar Mezhebi mensûbları… Yani, Kur’an ve Sünnet’i belli bir usul ile değil de, usulsüzlük usulü ile anlayanlar ve anlatanlar taifesine karşı yazılan, onları, Suûd’daki Vehhâbî-lere veya kendilerine Selefî diyenlere ihbar eden bir kitâb. Aynı çoğrafyadaki Duyûbendîler isimli, Mutedil Hanefîliği sürdüren ilim medresesine karşı yazılan, ama, anlaşıldığına göre, bir hayli de iftira ve karalamayı bulunduran kitâba karşı, tamamen değilse de, büyük ölçüde benzer bir üslûb ile yazılan bu Vakfe Mea’l-Lâ-Mezhebiyye, yani, mezhebsizlerle otur(up hesaplaş)ma namındaki kitâbın yazarı, belli ki bir çok doğrularla bir çok yanlışları harmanlamış. Hınçla ve hışımla, bir hayli de intikam hissiyle kaleme alındığı görülen kitâbın yazarının muhakkık bir âlim olmaktan çok, ateşli bir taraftarlık vasfı öne çıkmakta. Haklı olduğu hususları müdafaa edeyim ve bir takım yanlışları göstereyim derken, birçok doğruları da yerle bir etmekte… Arabların bir atasözünde ifade edildiği gibi, Kasrı (köşkü ) bina edeyim derken, mısrı (şehri) yıkan veya Kulübe yapmak için sarayı yıkan bir manzara sergiliyor.
Ancak, ne olursa olsun, kitâb, birçok bilinmeyenleri açıkça ortaya koymaktadır. Sadece, karşıtlarının kitâblarından, kitâb ismi ve sayfa numarası vererek ve tırnak içine alarak naklettiği sözler bile, doğruyu arayanların bir hayli işine yarayacak cinstendir. Diğer ispiyonlar, yorumlar, hakaretler ve affedilmez ilmî yanlışlıklar ise bir yana…
Oradaki bu Mukallid Olmayanlar, Ehl-i Hadîs, yâhud Selefiler veya Vehhâbîler’ yahud da Mezhebsizler’ hareketinin başı, Sıddık Hasan Han el-Kınnevcî, ikinci adamı, Seyyid Miyan Nezir Hüseyin Ed- Dihlevî, üçüncüleri de Şeyh Muhammed Hüseyin El-Betalevî’dir.
Şu üç zat, hicri 13. asrın Hindistan uleması ve muhadisleri içinde mühim yerleri olan kimselerdir. Bunu, kendi taraftarlarının sözlerinde ve kitâblarında görebileceğiniz gibi, hasımlarının ifadelerinde de bulabilirsiniz. Her ne kadar, İmam Abdul Hayy el-Leknevî, Kınnevcî’ye, birçok meselede sert tenkidlerde bulunduysa da, bu, böyledir.
Kafa ve gönül dünyalarında, akıl almaz zıdlıkları toplayan ve bir arada bulundurmayı becerebilen bu zevât, bilmem belki de belli bir ilim ve fikir cereyanını, yani mez-heb tanımazlar taifesini her yönüyle temsil etmeyebilirler, ama, onların o meşaleyi tutuşturan öncüler oldukları tartışma götürmez bir hakikattir.
Ömürlerini, Şer’î ilimlerle, hususiyetle hadis ilimleri ile geçiren, hatta mezheblere ve mezheb imamlarına ihtiyaçlarının olmadığını zannedecek seviyelere gelen, elli, atmış sene Hadis ilimlerini okutan, Tefsir, Hadis ve Terâcim ve benzeri onlarca cildlik kitâblarla kendilerince İslâm’a hizmet eden, kimilerince müceddidler ve ıslahçılar payelerine layık görülen şu kimselerin, mezheb tanımazlıkları ve kendilerini belli bir mezheble (Kur’an ı ve Sünnet’i anlama usulü-metodu ile) bağımlı görmemelerinin ucunun nerelere vardığının gösteren çarpıcı ifade ve sözlerinden bir kısmını aktarmak istiyorum:
Vakfe Mea’l-Lâ Mezhebiyye kitâbını takdim eden, Üstâd Şeyh Nûruddîn Nurullah el-A’zamî şöyle diyor: Şübhe yok ki, İslâmî Hind tarihi, mezhebsizler taifesinin, sömürgecilik zamanında Hindistan’da İngiliz hakimiyetine en büyük destek olduğuna şahidlik etmektedir.
       Bir yanda, gayret ve ihlas sahibi Müslümanlar, İngiliz sömürgecilere kul köle olmaktan kurtulmak için, canlarını ve mallarını kurban ederlerken, Mezhebsizlerin alimleri, İngiliz Hükümetine karşı cihâd etmenin Müslümanlara haram olduğuna, Müslümanların mücahidlere iştirak ve yardım etmelerinin caiz olmadığına (belki de İslâm’ın aydınlık yüzünü çirkin gösterdikleri için) fetvâ veriyorlardı. Bu, onları itham etmekte olduğumuz (ispatı olmayan ve dayanağı bulunmayan) mücerred bir töhmet değildir.
A’zami, önce şu Mezhebsizlerin üç kutbunu, kendi taraftarlarının ölçüsüz övgü dolu sözleriyle tanıtırken Cuhûdün Muhlisa Fi Hidmet’is-Sünneti’l-Mutahhara (Pak Sünnet’e hizmette ihlaslı gayretler) isimli eserin sahibi Üstâd Abdurrahman el-Ferivâî’den şu nakilleri yapıyor: Bu ilim ve ıslah hareketinin meşalesini tutuşturan, asırlarının müceddidleri, İmam Nevvab Sıddık Hasan el-Bûfâlî ve İmam es-Seyyid Nezîr Hüseyin el-Muhaddis ed-Dihlevî’dir. Birincisi (Kınnevcî), Sünnet ilimlerine, kitâb yazmak, neşretmek, bol mal harcamak, ilim ve alimleri kucaklamak… ile hizmet etti. İkincisi (Seyyid Nezîr Hüseyin), Sünnet ilimlerine hizmet etti ve onları altmış iki seneyi içine alan uzun bir müddet zarfında, hadis dersi okutmakla ihya etti.[2]
Şeyh Muhammed, Seyyid Nezîr Hüseyin Ed-Dihlevî’nin en büyük talebelerinden ve asrın büyüklerinden biridir. Hayatını İslâm müdafaası ve Sünnet’in ihyası için tüketti.[3]
A’zami, Mezhebsizlerin, dünya menfaati için, İngilizlerle beraber olup, İslâm cihâdına karşı nasıl bir tavır takındıklarını, değişik değişik işlerle sömürgecilerin menfaatine nasıl hizmet ettiklerini ve Müslümanların istiklâl harbi hareketine nasıl zarar verdiklerini aşağıda gelecek altı merhale ile ( kısaca) şöyle izah ediyor:
Birincisi: Önce, bu cihâdın İslâmî bir cihâd olmadığı ve Hindistan’ın (İngiliz işgaline rağmen) güven ve selâmet yurdu olduğuna, İngiliz Hükümeti maslahatı aleyhine olacak herhangi bir hareketin, Hükümet ile yapılan anlaşma ve sözleşmeyi bozmaktan başka bir şey olmayacağına ve Dînce yasak olacağına dair, geniş bir duyuru yaptılar…
İkincisi, bu düşünceyi, talebeleri vasıtasıyla değişik memleketlerin köşelerine bucaklarına yaydılar. Bu hususta fetvâlar vererek, Müslümanları cihâd hareketine katkıda bulunmaktan menettiler.[4]
Üçüncüsü: İngiliz Hükümetiyle gizli ve açık bağlantılar kurarak, onları, cemaatlerinin Hükümetin dostu oldukları ve onlara yardımda asla gevşeklik etmeyecekleri hususunda iknâya çalıştılar.
Dördüncüsü: Mücahidler hakkında, onlar, kötü, bozguncu ve terörist kimselerdir, dediler.
Beşincisi: İnsanlar arasında, İngiliz Hükümetinin, Müslümanlar için bir rahmet olduğunu yaydılar.[5]
Altıncısı: Müslümanların arasına, güçlerini zayıflatacak ve cihâd hareketlerine tesir edecek ayrılık tohumlarını ektiler.[6] Sömürgeciliğe takviye bir hizmet edip, Müslümanların gücünü kırmakta ve mağlup olmalarında sömürgecilere büyük faydaları oldu.
 
A’zami, bunları kendinin uydurmadığını, aksine şu Üç Büyük Kutuplarının fetvâlarından aktardığını söylüyor ve şu nakilleri yapıyor( kısaltarak):
Sıddık Hasan Han, meşhur kitâbı, Tercümân’ul Vehhâbîyye’de şöyle diyor:
“Bûfâl Vâlileri, daima mezheb hürriyeti (Mezheblerden kurtulmak) için çalışmaktadırlar. İngiliz Hükümetlerine karşı savaşan ve onu sevmeyen, ancak, Mezheb hürriyetine buğz edenler, dededen babaya miras olarak intikal eden Mezheble bağımlı olanlar olabilir.” (Sh: 5)
Revâçta tutulan mezheb-lerden kurtulmamız, İngiliz Devletinin kanunlarıyla istenen şeyin ta kendisidir.” (S: 20)
“Müslümanların, Hükümete muhalefeti caiz değildir. Şu anda, Hindistan’ın mevcud olan hali, Müslümanların, Hindistan’ın selâmet ve emniyet memleketi ve Dâr’ul-İslâm/İslâm Ülkesi olmasından şübhe etmelerini mübah kılmaz.”[7]
A’zami, burada şöyle bir not düşüyor:
Hindistan’ın, Dâr’ul-Harb olduğuna fetvâ veren ilk kişi, Hanefî Muhaddis Şah Abdulaziz el- Dihlevi’dir. Bu, bardak taştığı, Müslümanlar Hükümet tarafından şiddetli bir zulüm değirmeni altında öğütülmeye başlandığı, İslâm şiarlarının serbestçe yerine getirilmesi engellendiği vakitte oldu.
A’zami nakillerini sürdürüyor:
“Bu memleketin İslâm memleketi olduğu sabit olunca, orada cihâd etmenin ne manası olur? Aksine, böyle bir devlette (değil cihâd eden) cihâda niyet eden (bile), şüphe yok ki, büyük günahlardan bir günah işlemiştir.” (s:15)
“Mezhebleri ve Dînlerinin hükmü ile cahillerin İngiliz Hükümetini mahvedip tüketmeye kalkışmaları, cihâd ismini verdikleri fesadları (bozgunları) sebebiyle bugün bulunan güven ve güvencenin gitmesine çalışmaları, büyük bir ahmaklık ve şiddetli bir cahilliktendir.” (s:7)
“Kıyâm (ayağa kalkış) günlerinde meydana gelen harbler, ebediyen İslâmî bir cihâd olamaz. Bu harbler yüzünden, İngiliz Devleti zamanında halk için hasıl olan emniyet, güvence, refah ve sükûnda büyük bozukluk ve zararlar vuku buldu.” (S:18)
“Kıyâm zamanında zuhûr eden, Müslümanların, devlete baş kaldırmalarını, Dîninin aslını ve hakikatini bilmeyenlerden başka hiçbir kimse cihâd diye isimlendiremez.” (S:54)
İmân davasının sahibleri, Sünnet’e uyanlar, Kur’an ve Hadis yolundan gidenlerden hiçbir kimsenin (İngilizlerle olan) ahd ve anlaşmasını bozduğu, gereğini yerine getirmediği, yahut kötülük, bozgun ve isyan yaptığını hiçbir kimse asla işitemez. Kıyâma katılan, fesad ve şer işleyen ve İngiliz Hükümeti ile inadlaşan herkes, Hadîs’e tabi olanlardan değil Hanefî mukallidlerdendir.” (S: 15)
A’zami, bu korkunç ifadelerden sonra şu tesbiti yapıyor: Şu sözlerden ve Tercümân’ul- Vehhâ-bîyye isimli kitâbtaki bir çok sözden açıkça anlaşılan odur ki, Mezhebsizlik İngiliz sömürgeciliğinin îcadarındandır. Sömürgecilikten önce Hindistan’da bu yoktu.
A’zami, Seyyid Nezir Hüseyin için de, şöyle diyor: O da, -Allah rahmet etsin- daima hayatı boyu İngiliz Devletine son derece vefalı ve ihlaslı idi. Bol nimetlerinden faydalanıyordu. Cihâd edenlere karşı kıyâm eden, onlardan intikam alan ve onlara şiddetli buğzeden biriydi.[8]
Şeyh Fazl Hüseyin el-Behâri, onun hakkında, Ölümden Sonra Hayat isimli geniş bir kitâb yazıp şöyle diyor: “Miyân Sâhib (Nezir Hüseyin), İngiliz Devletine çok vefâlı idi. 1858 Kıyâmında, Delhî alimlerinin çoğu, İngilizlere karşı cihâd fetvâsı verince, O, mezkür fetvâyı imzalamayanlardan idi. O kıyâm için, o bir cihâd değil, şer ve fesaddır. Biz o fetvâyı mührümüz ile mühürlemek şöyle dursun, imza bile etmedik.”
“Şu pîr-i fâni miskin Behâdır Şâh ne yapabilirdi? Cihâdın Şartları asla bulunmuyordu, insanların çapulcuları ve şerlileri, Delhî’nin tamamını ifsad ettiler ve baştan sona harap ettiler.[9]
Nezir Hüseyin’e, Cihâd farz-ı ayın mı yoksa farz-ı kifaye midir? diye sorulunca, önce, cihâdın dört şartı vardır, dedi ve hepsini uzunca anlattı[10] ve sonra şöyle dedi:
Bunları konuşunca, diyorum ki, bu günlerde bu şartların hiç biri mevcud değil. Öyleyse cihâd nasıl olacak? Hayır, ebediyyen olmayacaktır.[11]
“Hükümetle akid yapmışız; bu akde nasıl muhalefet ederiz? Hadis’de, akdi bozmak hakkında çok büyük bir kınama ve kötüleme gelmiştir” (aynı yer)
A’zami, bu sözden sonra şöyle diyor: Derim ki, bu, kendisiyle batıl murad edilen hak bir sözdür. Nitekim, köpeklerin meşhur bir takvası vardır: Köpek leşi yer; anlamaz, ama, sidik sıçrantılarından korunmak için ayağını kaldırır.[12]
Seyyid Nezir Hüseyin, birinin sorduğu soruyu cevaplandırırken şöyle diyor:
Müslümanların caydırıcılığı, şevketi, gücü, kuvveti, silahı, aletleri tükendi; iş böyle olunca ve cihâd şartları ortadan kalkınca, şu Hind diyarında cihâda kalkmak yok olmaya sebebtir ve gerçekten o bir günahtır.[13]
Böylece, bu hizmetlerden sonra, İngiliz Hükümetinden Şemsü’l-Ulema (alimlerin güneşi) ve Şeref lakabını hak etti.[14]
A’zami, hulâsa olarak şöyle devam ediyor: Mezhebsizlerin üçüncü büyük adamı Şeyh Muhammed Hüseyin de, El-İktisâd fî Mesâil’il-Cihâd isimli eseriyle, sadece Hindistan’da değil, aksine İngiliz sömürgesi altındaki bütün İslâm memleketlerinde, cihâdın hükmünün kaldırıldığını, hükümsüz olduğunu ilan etti. İngiliz Hükümetinin işaretiyle bunu Arabça’ya çevirdi. İngilizler ondan büyük sayılarla basarak bütün İslâm alemine dağıttı.[15]
Bu, (cihâdın kaldırıldığına dair yazılan) risalenin müellifi, büyük zorluklara katlanarak yolculuk yapıp Hindistan’ın değişik yerlerine gitmiş ve oradaki Mezhebsiz alimlerin desteğini almıştır.[16]
Hindistan, her ne kadar Hıristiyan bir Hükümet idaresi altında ise de, Darü’l-İslâm’dır. O Hükümete karşı cihâd edilmez.[17]
“Müslümanların, (İngiliz) Hükümeti(n)e karşı isyan edecekleri iddiası, sadece hata ve zandandır. Hayır, asla Müslümanlar, Kur’an, Sünnet ve Fıkıh ile amel ettikleri müddetçe, bu iş asla onlardan sadır olmaz.”(sh:25)
“1858 Kıyâmına iştirak edenler, asiler ve büyük günahkarlar oldular. Kur’an ve Hadisin hükmü ile, bozguncular, isyancılar ve günahkarlar oldular.”[18]
“Bizim bildiğimize göre, Ehl-i Hadîs ve Sünnet’ten ve belli bir Mezhebi taklid etmeyen fırkadan, İngiliz Hükümetine daha samimi bağlılık ve nasihatte bulunan, güven ve afiyeti için daha istekli olan, İngiliz Hükümetinin düzen ve siyasetini daha çok takdir eden, ihsan ve iyiliğini daha iyi bilen bir fırka hangisi olabilir? (olamaz!..)”[19]
Ehl-i Hadîsin, İngiliz Hükümetine çok samimi bağlı ve çok vefalı olduğunun en güçlü ve açık delili, bu fırkanın, bu (İngiliz) Hükümeti(inin) gölgesinde durmayı tercih etmiş olmasıdır. Biz, bunu tarihi şehâdetlerle takrir ettik.”[20]
“Ehl-i Hadîs’e nisbetle ise… İngiliz Hükümeti gölgesinde istifade ettikleri Dîn hürriyeti, bundan önce hiçbir İslâm Devletinde ellerine geçmedi. O halde, Ehl-i Hadîs’in, Dîn ve makamla alakalı vazifelerinden biri de, adaletli ve merhametli İngiliz Hükümetine itaatkar olmaları ve ona daima dua etmeleridir. İyi düşün, gafillerden olma!.”[21]
Bunlar, kitâbın mukaddimesinden iktibas edilmiş bir takım sözlerdir. Kitâbın içinde bunlara benzer daha nice ifadeler vardır.
Bir buçuk asrı aşkın zaman önce, Hindistan’ı işgal eden İngiliz yamyamlara karşı cihâd eden Müslümanların önündeki en mühim takoz, şu ehli küfürden beslenen yüz karası âlimler idi. Nasıl ki, cihâdı sürdüren yüz akı alimler idiyse…
Karşımızda, günümüzdeki manzara ile ne müthiş bir benzerlik var, öyle değil mi? Firasetsizlik veya dünya ikbali yüzünden, haçlı seferlerini başlatıp sürdürdüğünü ilan edenlerin yanında bulunan ve lakin buna “İslamî hizmet” kılıfı geçirenlerin, bin bir türlü kusurla da olsa, küfür cephesinin karşısında ayağa dikilmeye çalışan ama manevi Raşitizm hastalığı ile ma’lül olduğu için ayakları üzerinde pek de duramayan ve paytak yürüyüşlerinden dolayı ikide bir tökezleyen mustaz’af Müslümanların önündeki, İslâm düşmanlarının işbirlikçisi zavallı piyonların misyonları çok mu farklı?
Bir buçuk asır evvel, kitâbları, gazete beyanları ve irticali konuşmaları ile,başlatılmaya çalışılan İslâmî Kıyâmı karalayan ve Haçlıların yanında yer alanların halefleri (takibçileri), aynı tiksindirici ve utandırıcı rolü aynı ma’sûmâne gerekçelerle günümüzde de oynamaktadırlar… Sübhanallah!.. Ne büyük benzerlik! “Kalbleri biri birine benzedi.” Sadece kalbleri mi? Amelleri de… “İbret alın ey basiret sahipleri !..”
Mezheblerden sıyrılma ve aklınca takılma yolu, küfür cephesinin arzusu… Arayıp da bulamadığı… Çok doğru, hiçbir şey mahiyet bakımından yeni değilmiş… Zaman, zemin ve aktörler değişse de…
 
Hüseyin AVNİ


*Daha önce bir mecmuada yayınlanan bu yazının gelişen ve geliştirilen hadiseler noktasında tazeliğini el’an korumakta olduğundan iktibas edilmesini münasip gördük.
[1] Pakistan ziyâreti esnâsında, Lahorda bir âlim bana, Hindistânlı büyük muhaddis ve fakîh Muhammed İdrîs el-Kandehlevî’den şöyle bir nakil yapmıştı: O’na oradaki mezhebsizlerin kendilerine “Ehl-i Hadîs” ismini verdikleri söylenince şöyle demiş: Nahnü ehlü’l-hadîs, hüm ehlü’l-hades/hadîs ehli biziz, onlar hades ehlidirler yani abdesti kaçan, abdestsiz kimselerdirler.
[2] Cuhud: 94
[3] Cuhûd: 137-138
[4] Belki de, harp işini, cihad eder gibi gözüken silah tüccarları körüklüyor, aman ha!.. dediler.
[5] Şimdi bu neden Amerika olmasın?!.
[6] Şimdilerde bin bir kusurla da olsa, Emperyalist güçlere karşı verilen kör topal mücadelenin içine benzer bir ayrılığı sokmaları buna benzemiyor mu? Ne dersiniz?
[7] Bu mana, Kınnevcî’nin müstakil bir risalesinde de yayınlanmıştır. Tercüman-ül Vehhâbîye’ye bakınız.  
A’zami.
 Onlar, en çok nefret ettiği kimselerdendi.
[9] El-Hayat Ba’de’l Memât: 76. Şeyh Fazl Hüseyin el-Behari.
[10] Günümüz piyonlarıyla ne büyük bir benzerlik!…
[11] Fetava-i Neziriyye 2/472
[12] Bizim Türklerin de bir atasözü var: Leş kargası leşe konar, yemeğe başlar ama kanatları leşe değip pislenmesin diye, onları yukarı kaldırır. Bizdeki Ehl-i küfür ile işbirliği halinde olan takva önderleri gibi.
[13] Fetava-i Neziriyye 2/472
[14] el-Hayat Ba’de’l Memat: 102. Dikkat edilsin! Bu kitap, onu öven bir kitab.
[15] Dr. Muhammed Eyyub el- Kadirî, İstiklal Harbi: 64
[16] El-İktisad Fimesail-il Cihad : 2,3
[17] Aynı kaynak: 25
[18] aynı kaynak : 49
[19] Kınnevcî, Tercümân’ul-Vehhâbîyye: 58
[20] Muhammed Huseyin Betalvî, Ehl’ul Hadîs Vel –İncilîz”, “İşâ’et’us-Sunne” isimli gazetenin 8. cilt 9. sayısından alınma. Bu gazete, Betalvi’nin gazetesidir.
[21] Ed-Dürr’ul-Mensûr Fi Terâcim-i Ulemâ-i Sâdıkfûr, s :2

PDF'e AktarYazdır

BİR CEVAP BIRAK

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen buraya isminizi yazın