Kur’ân’ın Her Bir Ayetinin Bir Zâhiri Bir de Bâtını Vardır Sözü Hadîs midir?

“Kur’ân’ın Her Bir Ayetinin Bir Zâhiri
Bir de bâtını vardır”sözü bir hadîs midir?
 
اَعُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم

 
اَلْحَمْدُ الِلّهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَأَلِه اَجْمَعِينَ
Bundan sonra…    
Hadîs ve Tefsîr Usûlü kitablarında, (انزل القرأن علي سبعة احرف ولكل أية منها ظهر و بطن)  Kur’ân’ın her bir ayetinin bir zâhiri bir de bâtını vardır mealinde yer alan ve anlatıla gelen ve bilhassa Tasavvuf erbâbının sıkça söz ettiği rivâyet gerçekten bir hadîs midir? Yoksa kimilerince iddiâ edildiği gibi asılsız ve uydurma mıdır?
———————————————-
Bu Rivâyet’in
Sıhhat Derecesi Nedir?
———————————————-
Evet, Kur’ân yedi harf üzerine indirilmiştir. Onlardan her bir âyetin bir zahr’ı/dışı bir de batnı/ içi vardır” hadîsi, hadîs ilimleri ve İslâm’ın ölçülerine göre Sahîh ve sâbit bir hadîstir.
Doğrusu, bu hadîsin Sahîh ve sâbit olmadığını, dolayısıyla Mevdû’/Uydurma olduğunu iddia eden hiçbir ilim adamı yoksa da, bir takım bilim adamları(!) vardır. Onlar bu iddialarını İbn-i Teymiye’ye dayandırırlarken herhangi bir araştırma yapmayı düşünmeyecek kadar rahat ve bilimsel davranabilmekte ve bunu bilimsellikleriyle bağdaştırabilmektedirler. Yâhud bunu yapabilecek “entelektüel donanımlar”ı yoktur. Vâkı’a kendi anlayışlarına uyduktan sonra artık bir sözün -çok saçma dahî olsa- doğruluğu ya da yanlışlığını araştırmanın onlara göre bir ma’nâsı yoktur. Bilimsel yobazlık onların şânındandır. Her neyse, biz yine de kendi işimize bakarak şu hadîs üzerinde ilim erbâbı olan âlimlerin hüküm ve mülâhazalarını buraya alalım:
Bu hadîsi, Tahâvî[1], Taberânî[2] ve Bezzâr[3], Ebû İshâk’dan, O, Ebû’l-Ahvâs’dan, O, İbn-i Mes’ûd’dan, Ebû İshâk’ın nisbetini göstermeden rivâyet etiler.
Sonra.. Bezzâr, “bunu bu şekilde Hicrî’den başkası rivâyet etmedi” dedi. Böylece Ebû İshâk’ın nisbeti olarak el-Hicrî’yi gösterdi.
İbn-i Hibbân’ın isnâdı ise Ebû İshâk’ın Hemedânî olduğunu gösteriyor.
İbn-i Cerîr de bu haberi İbrâhîm b. Müslim el-Hicrî’den rivâyet etmektedir ki, bu zât künyesi Ebû İshâk olan ve kendinde liyn/ biraz zayıflık bulunan bir râvîdir.
Bu hadîsi yine, Tahâvî[4] ve Ebû Ya’lâ[5], da Müslim’in şartına göre sahîh bir isnâdla rivâyet etmişlerdir.
Hâsılı,
Tahâvî, Taberânî ve Bezzâr, Süleyman b. Hilâl /Muhammed b. Aclân /Ebû İshâk (nisbetsiz olarak) /Ebû’l-Ahvâs, yoluyla,
İbnü Hibbân, Süleyman b. Hilâl /Muhammed b. Aclân /Ebû İshâk el-Hamedânî (nisbetli olarak)/Ebû’l-Ahvâs, yoluyla,
Taberî[6] İbnü Humeyd (zayıf) /Mihran /Süfyân/Ebû İshâk /İbrâhîm b. Müslim el-Hicrî (Hicrî’de liyn var) /Ebû’l-Ahvâs, yoluyla,
İbnü Cerîr, Muhammed b. Humeyd/Cerîr b. Abdil-Hamîd Muğire b. Miksem /Vâsıl b. Hayyan /Birinden /Ebû’l-Ahvâs, yoluyla,
Tahâvî,[7] Fehd b. Süleyman /Yahya b. Abdi’l-Hamîd el Hımmânî, yoluyla, (T) Yahya b. Osman /Mus’ab b. Hârûn el Bûldî /Cerîr b. Abdi’l-Hamîd /Muğire /Vâsıl İbn-i Hayyan /Abdullah b. Ebil Huzeyl Ebû’l-Ahvâs, yoluyla rivâyet etmişlerdir.[8]
Bu (son rivâyet) Müslim’in şartına göre sahîhdir.
Buna göre; İbnü Cerîr’in rivâyeti Zayıf, Bezzâr’ın[9] rivâyeti Hasen, Tahâvî’nin[10], İbn-i Hibbân’ın[11] ve Taberânî’nin[12] rivâyeti Sahîh veya en azından Hasen, Tahâvî’nin[13] ve Ebû Ya’lâ’nın (5149) hadîsleri Müslim’in şartına göre Sahîhdir. Kısacası; bu son rivâyet hesaba katılmazsa, önceki rivâyetlerin Sahîh mertebesine çıkacağı erbâbına ma’lûmdur. Hiçbirisi bulunmasa bile son rivâyet tek başına Sahîhdir. Tamamı göz önünde bulundurulduğu takdirde de bu metnin sahihliğine ilim sahibleri hiç bir itirazda bulunamaz. Bu dediğimiz, ulemânın hepsine göre böyledir. Şâzz görüşler ise Ümmet’i bağlamaz. Artık bundan sonra İbn-i Teymiye ve bilmem daha kim, bunun sâbit olmadığını söyledi demek, akıl ve ilim sâhiblerine göre hiçbir kıymet ifâde etmez. Bütün bunlara rağmen şu hadîse hâla asılsızdır diyenler, hangi ilmî ölçüye göre bu hükme varabiliyorlar?!… Sırf akıllarına göre ise bizim aklımıza ve bilgimize göre onların akılları bu işe ermez.

———————————————-
Kur’ân’ın Yedi
Harf Üzerine İnmesi
Ne Demektir?
———————————————-
Hadîsde sözü edilen “yedi harf” ile ne kasdediliyor? Bu bahsi inşâellâh ileriki sayılarımızda açıklığa kavuşturmaya çalışacağız. O yüzden burada bu bahsi değil de, Sûfiyye-i Sâfiyye olan nezîh insanlara sataşmak ve küfretmek câhillik, edebsizlik, densizlik ve hidâyet nasîbsizliğine vesîle yapılan bir noktayı ele alacağız:
———————————————-
Kur’ân’ın Zahr’ı/Zâhiri,Görünen Yanı ve Batn’ı/Bâtın’ı, İçi Ne Demektir?
———————————————-
Bu husûsda imâmlarımızdan bir çok nakil yapmak mümkin ise de biz bir kaçı ile iktifâ edeceğiz:
Bir: İmâm İbnü Cerîr et-Taberî şöyle diyor: Zahr, tilâvette[14] görünen, Batn da gizli olan te’vîlidir.
İki: İmâm Beğavî Şerhu’s-Sünne’sinde (hulâsa olarak) şöyle diyor: Bunun te’vîlinde (âlimlerce) ihtilâf edilmiştir: Hasan-i Basrî’den rivâyet edilmiştir ki, Zahr, Kur’ân’ın lafzı, Batn da te’vîlidir. Denildiğine göre, Zahr, kendinde bir takım kavimlerden isyân ettikleri ve akabinde günahları yüzünden derhal cezâlandırıldıkları anlatılan sözlerdir. Bu, görünürde haber ise de bâtını, bir kimsenin onlar gibisini yaptığında onların başına gelenlerin onun da başına geleceğine dâir bir nâsîhat ve sakındırmadır. Yine denildiğine göre Zâhir’i, îmân edilmesi gereken tenzîli (indirilen metni), Bâtın’ı da onunla amel edilmesidir…. Denilmiştir ki, Zahr ve Batn’ın ma’nâsı, okunması ve anlaşılmasıdır….[15] (Bitti.)
Üç: Müşkilü’l-Âsâr’ı tahkîk eden Şu’ayb el- Arnaût şöyle dedi: Taberî Tefsîri’nin hadîslerini tahkîk eden Mahmûd Şâkir… (İbnü Cerîr’in) bu sözüne şöyle bir not düştü: Zâhir, Arablar’ın bildikleri sözleri ve hiçbir kimsenin bilmemekte ma’zûr görülmeyeceği helâl ve haramlar, Bâtın da istinbât ve fıkıh âlimlerinin bileceği tefsîrdir. Sûfiyye tâifesi ve benzerleriAllah’ın Kitâbı, Resûlü’nun Sünnet’i ile ve Kur’ân’ın lafızlarının delâletleriyle oynamışlardır; Kur’ânın lafızlarının, İslâm âlimlerinin bilecekleri bir Zâhir’i ve bâtıl iddiâlarına göre Ehl-i Hakîkat olanların da bilecekleri bir Bâtın’ı olduğunu iddiâ etmişlerdir. Taberî, Onların kasdettiklerini murâd etmemiştir.[16] (Bitti.)
Teftâzânînin bir münâsebetle Şerhu’l-Mekâsıd’ında da dediği gibi, [Bu yüzden, kerâmet sâhibi Ehlüllâh’ın derilerini parçalayarak ve etlerini ısırarak aleyhlerine düştüler. Onları ancak, mutasavvıf câhiller diye isimlendirerek, meşhûr olan ben onlara bol bol söğdüm, sövmekten bir şey bırakmadım; ama onlar develeri aldılar götürdüler (malı götürdüler)][17]atasözü altına oturdular. Onları ancak, bid’atçılar arasında olan kişiler sayıyorlar. Bilmediler ki, bu işin binası, akîde berraklığı, sır paklığı, tarîkat izince gitmek ve hakîkati seçmek üzerinde kuruludur.”[18]
Evet, Teftâzânî rahimehullah şu edebsiz câhilleri ne de güzel anlatmış.
———————————————-
Âyetlerin Te’vîl Edilip
 Bâtınî Ma’nâlara Yorulması
Câiz midir?
———————————————-
Geriye bir husûs kalıyor;
Süâl: İmâm Nesefî, ’Akâid’inde şöyle diyor: Kitâb ve Sünnet nassları açık ma’nâlarına hamledilirler/yorulurlar.[19] Onları bırakıp, Bâtın ehlinin iddia ettiği ma’nâlara dönmek, kâfir olmakla (hakdan bâtıla) meyletmektir .[20]
Âyetlerde bâtınî ma’nâların da bulunduğu iddiası, şu i’tikadla çakışmaz mı?
Cevâb: Hayır, çakışmaz. Böyle bir iddiâ, ya İmâm Nesefî’nin şu sözünü anlamamış olmaktan, veya O’na kasden iftirâ etmekten doğmuştur. O’nun küfür ve ilhâddır dediği, nasslara ters olan ve onlarla hiçbir alâkası olmayan bâtın iddiâsıdır, onlar istikâmetinde olup onlara ters olmayan değil. Bu dediğimizin en açık bürhânı da, O’nun fıkıh ve usûl-i fıkıh kitâbla-rındaki yazdıklarıdır. O, bir yanda, kitâblarını, nassların ibâre ve mantûk’unun yanında, onların derinliklerinden, işâret, delâlet, iktizâ ve kıyâsla çıkarılan fıkhî hükümlerle doldururken, öte yanda da şu nakledilen sözünü mutlak kullanmaz. Aksi halde, kendisiyle apaçık bir tenâkuza düşerek -hâşâ- şimdikiler gibi maskara hâle gelir ve adam olmaktan düşer. Böyle olmadığına göre, O’nun maksadı, nasslara ters düşen ve onlarla hiçbir şekilde ‘alâkalı olmayan ma’nâlardır, başkası değil.
O halde, nasslara ters düşen ve hiçbir delâlet ve istinbât şekliyle onlarla alâkalı olmayan bâtın manalarını iddiâ etmek bâtıl, nasslar çerçevesinde olup çeperlerini taşmayan derinliğine ma’nâlar demek olan bâtın ise haktır. Bu ma’nâda, nasslar dâiresindeki ictihâdlar ve istinbâtlar birer bâtınî ma’nâlar olduğu gibi, ehlüllahın onlardan keşf ve teferrüs ettiği incelik, işâret ve sırlar da bâtınî ma’nâlardandır.
Sa’düddîn Teftâzânî şöyle diyor:
Ba’z-ı muhakkıkların, nasslar açık ma’nâlarına hamledilir; bununla berâber, onlarda, keşif sâhiblerine açığa çıkacak bir takım inceliklere/sırlara olan gizli işâretler de vardır; ki, şu incelikler ile murâd edilen zâhir ma’nâl-arın arasını bulmak mümkindir sözü ise îmânın kemâlinden ve süzme ‘irfândan doğmuştur.[21] (Teftâzânî’nin sözü bitti.)
Bunlara yakın ifâdeler İmâm Süyûtî’nin el-İtkân’ında da mevcûddur.[22]
Aksini iddiâ etmek, delîlsiz bir iddia olup, ya yanlışta bile bile direnme, veya cehâlet veyâhud da hidâyetten nasîbsizliktir. Nasıl böyle olmasın ki?!.. Ortada Sahîh hadîsler vardır ve Ümmet’in âlimleri bazı nassları te’vîl etmenin cevâz ve vukû’unda icmâ’ etmişlerdir.
Bu dediğimizin en büyük bürhânlarından bir kısmı aşağıdaki nasslardır.
İmâm Buhârî’nin rivâyet ediyor:
İbnü ‘Abbâs radiyellâhu anhu-mâ’dan şöyle dediği rivâyet edildi: Ömer radiyellâhu anhu beni Bedir muhârebesine katılmış ihtiyârların yanına katıyordu. Bu, Onlardan birinin sanki ağırına gitti; “bunu bizim yanımıza neden katıyorsun; bizim onun gibi çocuklarımız var”, dedi. Bunun üzerine, “Onun kim olduğunu biliyor musunuz?” dedi. Bir gün beni çağırdı Onların yanına soktu. Beni, sadece onlara (işin iç yüzünü) göstermek için çağırdığı kanaatinden başka bir kanâatim yoktu. Ömer radiyellâhu anhu, (onlara) “Allahın yardımı ve fetih geldiği zaman..” (Nasr Sûresi) hakkında ne diyorsunuz? dedi. Onlardan birisi, “yardım gördüğümüz ve bize fetih verildiği zaman Allah’a hamdetmek ve ondan bağış dilemekle emrolunduk” dedi. Kimisi sustu; bir şey söylemedi. Bunun üzerine bana, “sen de böyle mi diyorsun, ey İbn-i Abbâs!” dedi. “Hayır” dedim. “Ya ne diyorsun?” dedi. O, Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in ecelidir, Allah celle celâlühû onu O’na bildirdi ve “Allahın yardımı ve fetih sana geldiği vakit” işte bu senin ecelinin alâmetidir “artık rabbinin emrini kuşanarak Rabbini tesbîh et ve ondan bağış dile” dedi. Bunun üzerine Ömer radiyellâhu anhu, ben âyetten senin dediğinden başkasını bilmiyorum, dedi.[23] (Bitti.)
Yine İmâm Buhârî rivâyet ediyor:
Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem bir hutbesinde buyurdu: Hiç şübhesiz ki Allah celle celâlühû bir kulu dünyâ ile kendi katındaki arasında serbest bıraktı da O, Allah’ın katındakini seçti. Ebû Bekr radiyellâhu anhu ağladı. -Başka bir rivâyette- “babalarımız analarımız sana fedâ olsun yâ Resûlellâh sallallâhu aleyhi ve sellem” dedi. Ağlamasından dolayı ona taaccüb ettik. Ölünce, serbest bırakılan kulun Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem olduğunu bildik.[24] (Bitti.)
Dört: İmâm Tahâvî de şöyle dedi: Bu hadîsi(in ma’nâsını) iyice düşündük. Zahr’ın ve Batn’ın ne olacağı hakkında gelen muhtemel te’vîllerden en güzeli şudur: Âyet’in Zahr’ı, ma’nâsının açık olanı, Batn’ı da ma’nânın gizli kalanı’dır.[25] (Tahâv’înin sözü bitti.)
——————————————–
Netîce
——————————————–
Hadîs sâbit ve sahîh bir hadîsdir. Âyetlerin Zâhir ma’nâlarının yanında Bâtın ma’nâları da vardır. Bunlar, müctehidlerin çıkardıkları fıkhî ve akıdevî ma’nâlar olabileceği gibi mukarreb velîlerin anlayacakları sırlar ve işâretler de olabilir. Buna hiçbir mâni’ yoktur.
Bir kez daha mühim bir noktaya parmak basalım ki, sözün açık yanını anlayamayacak seviyedeki kimselerden onların derûnlarındaki ma’nâlarını anlamalarını elbette beklemiyoruz. Lâkin, orta bir akılla bilinebilir ki, Nebî olmayan beşerin bile üstün edebî san’at eseri olan fesâhat ve belâğâtın, husûsan i’câzın neredeyse zirvesindeki sözlerinin altında yatan herkesin anlayamayacağı nice gizli ma’nâlar olur; şunlardan hiç olmazsa bu kadarını dahî bilip hakkı teslîm etmelerini de mi beklemeyelim? Evet, bu kadarını da beklemeyin, diyorsanız, eh ne yapalım?.. Beklemeyelim…
 
Hüseyin AVNİ

[1]    Müşkilü’l-Âsâr: 8/87 H:3077

[2]    [Taberânî, El-Kebîr: 10090], Müşkilü’l-Âsâr: 8/87 H:3077 dipnotu

[3]    [Bezzâr: 2312], Müşkilü’l-Âsâr: 8/87 H:3077 dipnotu

[4]    Müşkil: 8/109, H:95

[5]    [Ebû Ya’lâ: 5149], Müşkilü’l-Âsâr: 8/87 H:3077 dipnotu

[6]    Taberî, Câmiu’l-Beyân: 1/23. H:11 (Mahmûd Muhammed Şâkir Tahkîkı ve Ahmed Muhammed Şâkir Tahrîci)

[7]    [Müşkilü’l-Âsâr 1/109 H: 3095, Ebû ya’lâ: 5149], Müşkilü’l-Âsâr dipnotu: 1/88

[8]    Müşkilü’l-Âsâr hâmişi: 8/88

[9]    [Müsned:2312], Müşkilü’l-Âsâr: 8/87 H:3077 dipnotu

[10]   Müşkilü’l-Âsâr: 1/87. H:3077.

[11]   El-İhsân:1/276 H:75,. Muhakkık el-Arnaut, bir yerde “isnâdı Hasen’dir” (El-İhsân:1/276, dipnotu), başka bir yerde de Müslim’in şartına göre isnâdı Hasen veya Sahîhdir, dedi. (Müşkilü’l-Âsâr: 8/87 H: 3075 dipnotu)

[12]   [Taberânî, El-Kebîr: (10090)], Müşkilü’l-Âsâr: 8/87 H:3077 dipnotu

[13]    Müşkilü’l-Âsâr: 3095

[14]    El-İhsân (dipnotu):1/277

[15] Beğavî, Şerhu’s-Sünne: 1/263-264

[16]El-İhsân (dipnotu) :1/277

[17]Evsa’tühüm sebben ve evdev bî’l-ibili” “ben onlara bol bol sövdüm, sövmekten bir şey bırakmadım; ama onlar da develeri (malı) aldılar götürdüler” sözü, bir Arab darb-ı meseli/atasözü olup hikâyesi şöyledir: Arablardan adamın birinin develerine baskın yapılmış ve develer alınıp götürülmüş. Gözden kaybolduklarında bir tepeye çıkmış ve onlara sövmeye başlamış. Kavmine döndüğü zaman, ona malını sormuşlar. O da bunun üzerine yukarıda geçen sözü söylemiş. (Meydânî, Mecma’u’l-Emsâl: 3/426, md.4360)

[18]Sa’düddîn et-Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd: 5/75 (Âlemü’l-Kütüb)

[19] Onları zâhir ma’nâlarından çevirecek kat’î bir delîl bulunmadıkça- Teftâzânî.

[20] Sa’düddîn Teftâzânî, Şerhu’l-’Akâid (Ketselî Hâşiyesi ile): 189

[21] Aynı yer.

[22] İmâm Süyûtî, el-İtkân: 2/185

[23] [Buhârî, Tirmizî], Sâbûnî, Tibyân:170-171

[24] Aynı yer.

[25] Tahâvî, Müşkilü’l-Âsâr: 8/88-89