Fedâîler mi Fedâ Edilenler mi?

FEDÂÎLER Mİ FEDÂ EDİLENLER Mİ?
İslâm’ı açıktan ve zorla yok etmek isteyenler târih boyunca bir türlü bu emellerine varamadılar. Tam aksine Onu daha da kuv­vetlendirdiklerini gördüler. Nihâyet çâreyi buldular: Onu olduğundan farklı bir şekil ve muhtevâya ka­vuşturmaları lazımdı. Buna kesin inandılar. Faturası ne olursa ol­sun bu büyük işin formülünü bul­malıydılar. Artık onu da buldular: Müslümanlara dînlerini onlar öğ­retmeliydiler. Başka bir ifâdeyle, Müslümanlar İslâmiyyet’i ona inanmayan kâfir düşmanlarından öğrenmeliydiler. Bunun için Müs­lümanların içinden, eğitil(ip yerle bir edil)meye müsâid, şahşiyyeti henüz oluşmamış, oluşsa bile ge­lişmemiş yaştakileri devşirmek ve çorbacı yapmak lâzımdı. Onlara bir kâfir kafası monte edilmeliydi. Böyle bir kafayla usûlculük usûlü onların usûlü haline getirilmeli, onlara ilim ve fikir anarşisinin hâ­kim kılındığı ekoller ve fraksiyon­lar îcâd ettirilmeliydi. Bu yeni ekolleriyle de Kur’ân’ın ve Sünne­tin doğru anlaşılmasının usûlü olan hak mezhebler ortadan kal­dırılmalıydı. Çünkü mezhebler hedeflerine varmalarına büyük manilerdi. Tasarladıklarını yaptı­lar; önce Müslüman olmayanlar­dan Şarkiyyâtçı İslâm âlimleri ye­tiştirdiler. Sonra da devşirdikleri çorbacıları onların rahle-i tedri­sinden geçirerek “İslâm Âlimi” daha doğrusu “İlâhiyatçı (hak-bâ­tıl her türlü dînî anlayışa açık) bi­lim adamı” yaptılar. Geliştirdikleri siyasi şartlara paralel olarak da Ümmet’in tamâmını onlara veya talebelerine bir şekilde talebe yaptılar. Artık Ümmet-i İslâm dî­nini onlardan veya onlara talebe olanlardan öğrenmeye başladılar. Bunu bazen “Büyük Ortadoğu”, bazen “Alçak Amerika”, bazen de “Düşük batı” projeleriyle yaptılar ve yapmaktadırlar. Hâsılı formül basitti. Müslümanların içinden se­çecekleri beyinsizleri, bir tutam ot göstererek politika ve bilim cebhesinden devreye sokmak… Şu devşirilen çorbacılardan istik­bâl vaad edenleri, dünyâlıklardan “aksırıncaya kadar”, “tıksırıncaya kadar” beslemenin yanında yedi göbek, belki yetmiş göbek gele­cek nesillerine fazlasıyla yetecek kadar beslemek. Bu, onlara gör­dürülecek işe değerdi… Böylece “katı” olan İslâmiyet, “sıvı” yahut sulu yahut da cıvık, sonra da “gaz” haline sokulmakla buhar­laştırılmış ve yok edilmiş olacaktı. Bunlar yapıldı ve el ân yapılıyor; ama inşâallâh netîceyi bir çokla­rına nisbetle tahsîl edebilseler de bütüne nisbetle aslâ alamaya­caklardır. Çünkü dînin korunaca­ğına dâir ilâhî vaad olduğu gibi, peygamberî müjde de vardır.[1] Mes’eleyi, devşirilen çorbacılar açısından bir yanıyla güzel tahlîl ettiğine inandığımız, birkaç sene evvel bir mecmûada neşredilmiş bir makâleyi buraya almak istiyo­ruz:
*** **** ***
şöyle diyor: 1881 sonlarında Mirzâ Bâkır kızının bir yaraya mübtelâ olması yüzünden Bey­rut’a dönmüştü. Orada Abduh ile bir daha buluştu. Kezâ Efğânînin eski hizmetkârı ‘Ârif Ebû Türâb ile de buluştu. Bu üçü “Te’lîf ve takrîb” cemiyetini kurmakta ittifâk ettiler. Hikâye uzun…