DİLDE VE KUR‘ÂN’DA MECÂZ YOK MUDUR?
اَعُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم
اَلْحَمْدُ الِلّهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَأَلِه اَجْمَعِينَ
[1] Yüzlerce, hattâ binlerce dil ve usûl âlimi eserlerinde ‘mecâz vardır’ derken şu suâlin sorulması bile abes… Ancak, ‘aykırı davran ki, meşhûr olasın’ sözü îcâbı tavır sergileyenler ile tezâhürâtçılarının şamataları artık can sıkıcı ve son derece rahatsızlık verici hâl alınca, demek ki sorulabiliyormuş. Başta, peşin ve öz olarak söyleyecek olursak, dilde belâğat âlimlerinden -inkâr isnâdının doğruluğu münâkaşalı- bir kişi, Kur’ân ve Sünnet’te deİslâm ulemâsından birkaç kişi bir yanabırakılırsa mecâzın bulunduğunuinkâr eden yoktur. Biraz ince bakılırsa, Mücessime ve Müşebbihe tâifeleri veya onlara meyilli kimseler dışında bulunan muhâlif görüş sâhiblerinin dahi şu zıd görüşlerinin ma‘nevî değil de lafzî olduğu kolayca anlaşılacaktır. Mevzû’u bir mukaddime, üç mes‘ele ve bir netîcede ele almak istiyoruz. Tevfîk sadece Allah celle celâlühû’dandır.
MUKADDİME
?
: Asılda, yani vazı’da fâil ma’nâsında feîldir; bir şey sâbit olduğunda ;حَقَّ الشَّيْئُ=/hakka’ş şey’u denilir. Veyâhud da mef’ûl ma’nâsındadır; (ki o zaman var edilen, mevcûd olan demek olur). Bir şeyi sâbit kıldığım vakit ;حَقَّقْتُهُ=/‘Hakkaktühû’ derim, yani ‘onu sâbit kıldım’, demek olur. Bu vazı’daki şu ma’nâdan (ıstılâhta) aslî (vazı’daki) yerinde ‘sâbit olan’, ‘bulunan’ veyâhud ‘var edilen’ kelimeye nakledilmiştir. Sonundaki ‘tâ’ onu vasıf olmaktan isimliğe nakletmek içündür.
: ‘Kendisiyle karşılıklı konuşmanın bulunduğu ıstılâhtaki ma’nâsında kullanılan kelime’ demektir.[2][3]
: ‘Bir yerden bir yere geçmek’ demektir. ‘Mecâz’a mecâz denilmesinin sebebi, insanlar o lafzı, konulduğu ma’nâdan geçirdikleri ve başka ma’nâya taşıdıkları içündür.[4], Asıl (ilk îcâd edildiği ma’nâdaki) yerini geç(ip başka bir ma’nâda isti’mâl edil)en kelimeye nakledildi.[5], şöyle dedi: ‘Mecâz’, (ıstılâhda) yiğit ve korkusuz birinin aslan diye isimlendirilmesi gibi, ikisinin arasında bulunan bir münâsebet sebebiyle, konulduğu ma’nânın dışındaki ma’nâda kullanılan bir lafzın ismidir. Mecâz’a bu isim, hakîkat mahallinden mecâz mahalline geçen bir kelime olduğu içün verilmiştir.[6]
Sözlerinden burasını aktaran bir şahıs, haklı olarak şöyle söylemiştir: Hâlbuki, Selef’den olan, müctehid, muhaddis ve dil âlimi Ebû Ubeyde Ma’mer İbnu’l-Müsennâ (o meşhûr eseri) Kitâbu’l-Mecâz’ını (Mecâzu’l-Kur’ân’ını) yazmıştır. Selef’in imâmlarının tamamının tıpatıp aynı lafzı kullanmaları şartı da yoktur. Mecâz gerekli bir delîlle lafzın hakîkî ma’nâsının dışında kullanılması demektir. Kalem sûresi 42. âyetteki sâk kelimesinin, bildiğimiz meşhûr olan ayak ma’nâsından uzak olduğu Abdullah İbnu Abbas’ın tefsîrinden de anlaşılmaktadır. İmâm Beyhakî iki hasen isnâdla İbnu Abbâs radıyellâhu anhumâ’dan bir rivâyette bulunmuş ve şu ziyâdeyi yapmıştır: ‘Size Kur’ân’dan bir şey (ma’nâ) gizli kalırsa onu şiirden arayınız; zîrâ şiir Arabın dîvânıdır.’ Bu, mecâzdan başka bir şey değildir. (Nakil Bitti.)
el-Cevziyye ise, el-Kasîdetü’n-Nûniyye’de mecâz’ın varlığını esasta değil de, bazı meselelerde, birkaç yerde reddederken bir yerde de kabûl etmektedir.
لا فيه اجمال و لا هو مفهم للاشتراك و لا مجاز ثان=/‘(O ‘istivâ’ âyetinde) ne icmâl/mücmellik vardır, o ne müşterekliği anlaştırmaktadır, ne de onda ikinci (mertebede) olan bir mecâz yoktur.’[10] İbnu’l-Kayyim burada kesin kararlı; ‘istevâ’ kelimesinde ne mücmellik/teferruatı bilinmeyecek şekilde kısalık, ne (bir takım ma’nâlarda) müştereklik/ortaklık, ne de mecâz bulunduğunu hiçbir şekilde kabûl etmemektedir. ‘İstevâ’nın illâ metre hesâbıyla yukarıya çıkmak ve fizîkî olarak Arş’ın üstünde oturmak ma’nâsında olduğunda ısrârlı… Eh, ne diyelim…
وعلمت ان حقيقة التأويل تب يين الحقيقة لا المجاز الثانى=/‘Ve bildin ki, te’vîlin hakîkati, ikinci (mertebede) olan mecâzı değil de hakîkati açıklamaktır.[11]
O, bir başka yerde de nihâyet şöyle demektedir: ;واشهد عليهم انهم حملوا النصو ص على الحقيقة لا المجاز الثانى= /‘(Ey Allah’ın sıfatlarını inkâr eden!) onların (Sünnet yanlılarının) aleyhine şâhidlik et ki, onlar, yordular nassları hakîkat(ma’nâsın)a, ikinci (mertebede) olan mecâza değil.’
الا اذا ما اضطرهم لمجازها المضطر من حس ومن برهان=/‘Ancak onları mecbûr ettiği zaman (nassları mecâza yorarlar), mecbûr edici bir hisden ve kesin delîlden’[12]
bu üç yerde ve bilhassa üçüncü yerde mecâz’ı aslında inkâr etmemekte, aksine onu ‘ikinci (mertebede) olarak’ kabûl etmektedir.Ancak ilk iki yerde, yani ‘istivâ’ ile, ‘te’vîl’ bahislerinde ‘ikinci olan mecâz’ın geçerli ve câiz olamayacağını, üçüncü yerde, yani nassların ‘hakîkat’e yorulması bahsinde ise ‘nassların, ancak mecbûr edici bir his/duyu ve kesin delîl mecbûr bıraktığı zaman mecâza gitmenin câiz olabileceğini’ söylemektedir. Bunun Türkçesi ise -şu tavırlardan da görüldüğü gibi-, ‘mecâz’ı ben canımın istediği yerde kabûl eder, canımın istemediği yerde ise kabûl etmem’demektir.
, İbnu’l-Kayyim’e uyarak Nûniyye Şerhi’nde bunu, iki (belki de bizim görmediğimiz daha çok) yerde reddetti. Lâkin bir yerde de itirâz etmedi ve tasdîk ederek- şöyle dedi: Onlar (Sünnet tâifesi) nassları aslolan hakîkat ma’nâlarına yorarlar; mecâza yormazlar. Ancak, his/duyu ve bürhândan/kesin delîl den olan bir zarûretin onları buna mecbûr bırakması müstesnâdır. Orada nasların korunması içün olan (mecâza yormak) mübâh görülür. Lâkin aşırıya kaçmadan ve haddi aşmadan. Aksine zarûretin gerekli kıldığı mikdârda. Ölünün leş yemesinde olduğu gibi. Ancak bunun (mecâza yormanın) vâcib olduğu nasslar cidden çok azdır ve onlardan her bir nassla beraber onu hakîkatinden çevirecek bir karîne/delîl olacak ipucu vardır…’[13]
Mecâzı kabûl edenler, zaten nassları -bir mâni’ bulunmadıkça- önce hakîkat ma’nâlarına yormayı farz kabûl etmişler, ancak mânî’ bulununca mecâza gitmeyi lüzûmlu görmüşlerdir. Hattâ İmâm Nesefî, Akâid’inde şöyle demiştir: ‘Nasslar, açık ma’nâlarına yorulur; onların zâhirinden (şu zâhir ma’nâlara mânî’ karîne bulunmadıkça) ehl-i bâtın’ın iddiâ ettiği ma’nâlara dönmek küfür ile ilhâddır/dinden çıkmaktır.’[14] Şu hâlde ortada temeldeki bir ayrılık yoktur, diyelim. Öyleyse, geriye bu mecbûr edici mâni karînelerin ne olup olmadıkları kalıyor. Orası da kolay…
, el-Fevâidü’l-Müşevvak İlâ Ulûmi’l-Kur’ân ve İlmi’l-Beyân isimli eserinin büyük bir kısmında[15]–Buhârî de, Şerhu Usûli’l-Pezdevî Keşfu’l–Esrâr’da bu ‘zarûret’i uzunca irdeleyip reddettikten sonra şöyle dedi: (Pezdevî’nin) ‘o kadar ki bu (mecâz), Allah teâlâ’nın kitâbında çoktur’ sözünde Kur’ân’da mecâz’ın olduğunu inkâr eden Râfizîlerin ve Zâhirîler’in -ki Dâvûd el-Isfehânî, Ebû Bekr el-Isfehânî ve peşlerinden gidenler onlardandır- görüşlerinin reddedilmesine işâret vardır.
Bunların/ delîl diye ileri sürülenlerin tamâmı bozuktur; çünki mecâz Kur’ân’da inkârı mümkin olamayacak şekilde vardır. Benzerleri de sayılamayacak kadar çoktur. Onların ‘mecâz yalandır; o yüzden Kur’ânda bulunması imkânsızdır’ sözleri onlardan sâdır olan bir vehimdir/zayıf bir zanndır. Çünki onun yalan olması ancak, hakîkat ma’nânın hem olmaması, hem de olması takdîrindedir. ‘O, hakîkat ma’nâsıyla hem aslandır hem de aslan değildir’ dememiz gibi. Çünki bu takdîrde ikisi çelişir. Ancak, ‘o hakîkat ma’nâsıyla aslan değildir, mecâz ma’nâsıyla aslandır’ sözümüzdeki gibi, birisi hakîkat ma’nâsıyla, diğeri de mecâz ma’nâsıyla olduğu zaman, ‘aslan değildir’ sözünün doğruluğundan, ‘aslandır’ demenin yalan olması lâzım gelmez; çünki bu iki hüküm çelişmez. Allah teâlânın ‘mütecevviz’ olmakla vasfedilmesinin doğru olmaması, ancak, böyle bir ismin Allah içün kullanılmasının izne bağlı olmasındandır; çünki Allah’ın isimleri tevkîfîdir/Kur’ân veya Sünnet’ten işitilmiş olmaları gerekir.
, Usûl’ünde, bu tâifeyi ve şübhelerini anlattıktan sonra şöyle dedi: Sonra şunlar Kur’ân’da ancak mecâz olabilecek bir takım kelimeler hakkında ayrılığa düştüler: Kimileri, o kelimelerin bazılarını hakîkate te’vîl ettiler ve Allah’ın toprağı nebîlerine konuşturmaya ve duvarda irâde yaratmaya kadir olduğu gerekçesi(ni ileri sürmek sûreti)yle ‘köye sor’ ve ‘bozulmayı/yıkılmayı murâd eden bir duvar buldular ve onu düzeltti’ gibi âyetlerin hakîkate yorulacağı yalanını uydurdular. İçlerinden bazısı da Kur’ân’daki mecâzların ondan olmasında şübhe etti ve bu belki ondan değiştirilmiş olanlar cinsindendir dedi. Buna, Râfizîlerin İmâmiyye tâifesinin Sahâbe’nin Kur’ân’ın nazmını değiştirdiği, ondan olmayan şeyleri ona eklediği, Ali ve evlâdının imâmlığına dâir ondan olan şeylerden/âyetlerden eksilttiği görüşleri de bunu göstermektedir. Kur’ân’daki mecâzların onu değiştirenlerin ilâvelerinden olduğunu iddiâ ettiler.
) sonra, bu mes’elenin nihâyetinde şöyle dedi: Kur’ân’da mecâz’ın var olduğunu inkâr eden ve ‘onda mecâz olsaydı, bu elbette bir yalan olurdu’ iddiâsını yapanlara göre ‘şübhesiz ki biz, biz peyder pey indirdik zikri ve şübhe yok ki sadece biziz onu koruyacak olanlar’ âyetinin yalan olması lâzım gelir. Çünki, ;انا=/innâ ve;نحن=/nahnu asıl vazı’da tek kişi içün değil, (ikiden) çok olanlar içün îcâd edilmiştir. Eğer, ‘bu, ta’zîm içün doğru olur’ derlerse, işte bu dedikleri, inkâr ettikleri mecâzdır……..[16], el-Mahsûl şerhi el-Kâşif’te şöyle söylemektedir: Şurasını bilmelisin ki -Allah teâlâ sana muvaffakiyet versin- Allah’ın ve Resûlünün kelâmına mecâzın girmesi, âlimlerin çoğuna göre câizdir ve seçilen de bu görüştür. Mâlikîlerden İbnu Dâvûd el-İsfahânî ve Muhammed İbnu Huveyzimendad ve Hanbelîler ile Rafızîlerden bazısı bu görüşte değillerdir.
gelince… Talebelerinden bazıları O’ndan, mecâzı câiz bulduğunu nakletmiştir.
[17] sözüdür. Allah celle celâlühûburada, murâd eden kelimesini kullanmıştır. Murâd ise, olmaya yaklaşmak demektir. ;يُرِيدُ=/Yurîdu lafzı da olmaya yaklaşmak içün va’z edilmemiştir/îcâd edilmemiştir. Bu da benzerlik yoluyla olan mecâz bâbındandır. Çünki bir şeyi yapmak isteyen onu yapmaya yakın olur.
Bu kelimenin bu çeşit mecâzda kullanıldığının delîli, irâdenin cansızlarda bulunmasının imkânsızlığı sebebiyle (burada) hakîkate yorulmasının muhâl olmasıdır.
Bazıları bu suâle şöyle cevâb vermiştir: Bu, hârikulâde işler bâbındandır. O da Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem zamanından başka zamanlarda ve Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in bununla düşmanlarına meydan okuması vaktinde olur. Bu, her bir vakitte insanların isteklerine uygun olarak bulunmaz.
[18] âyetidir. Bunun îzâhı, hakîkat olarak olsun yâhud adet olarak olsun, gelmek irâdeli olarak cisimlerle kâim olan bir harekette hakîkattir. Bu da, cisim olmak Allah celle celâlühû içün imkânsız olduğundan muhâldir. O halde burada hakîkat ma’nâsı kesinlikle murâd edilmemiştir. O yüzden lafzın mecâza yorulması vâcibtir ki, aranan da budur.
Bilesin ki, Ahmed İbnu Hanbel’in talebelerinden onun iki kavlinden birisinde Allah teâlâ’ya gelmenin câiz olduğuna hükmetmiştir ve O zâtına yakışır bir şekilde gelir demiştir. Başka bir kavilde de te’vîle gitmiştir. Bu (hakîkat ma’nâsında) gelmek bâtıldır. Çünki Allah’ın zâtıyla gelmesinin muhâl olduğuna dâir kesin bürhân ortada bulunmaktadır. Çünki cisimlerin ârızlarından (ona sonradan gelen bir vasıflardan) olan hareket etmek Allah’a muhâldir. Bu da cisim olmaktan pâk edilmiş olması sebebiyledir.
[19] âyetinin te’vîl edilmesine muvâfakat etmiştir ki, bu bir mecâzdır. Allah teâlâ’nın kelâmını iyice tarayan bir kimse onda inkârı mümkin olmayacak mecâzları bulacaktır. Bunlardan birisi ‘altlarından nehirler akmaktadır’[20] âyet-i celîlesidir. Çünki o nehir (kanal) akmaz; (içindeki su akar)[21] muhakkıkı birçok kitâbdan bu husûsta bir hayli nakillerde bulunmuştur. Onlardan bazıları: ‘Kur’ân’da mecâzın bulunmadığı’nı İbnu Burhan, Şerhu’l-İrşâd’da Üstâz(İsferâînî)’den ve İbnu Huveyzimendad’dan hikâye etmiştir ki; o, İbâdî’nin et-Tabakât’ta anlattığına göre arkadaşlarımızdan Ebu’l-Abbâs İbnu’l-Kâsım’ın görüşüdür. Onu, Dâvûd ez-Zâhirî ve oğlundan hikâye etmişlerdir. Ebû’l-Velîd el-Bâcî, bunu, Mâlikîlerden İbnu Huveyzimendad’dan hikâye etmiştir. Münzir İbnu Saîd el-Belûti, Ahkâmu’l-Kur’ân’ında bu görüşü bildirmiştir.
[22] mecâzı
nı inkâr etmiştir. Bunu
el-Kibrîtu’l-Ahmer sâhibi,
İbnu‘l–Feth el-Merâğî’den nakletmiştir.
İmâm Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Ahmed İbni Saîd ed-Dâvûdî, Usûlu’l-Fetvâ isimli kitâbı hakkında,
‘bu kitâb Zâhiriyye’nin, Dâvûd ve oğlundan gelen mes‘elelerde bir temel eseridir’dedi.
(Muhammed b. Ahmed b. Saîd ed-Dâvûdî), şöyle söyledi: İnsanlar mecâzlar ve istiâreler husûsunda ihtilâf etmişler, çoğu, ‘Kur’ân’da zâhir ve hakîkate yorulacak olan âyetler var, mecâz’a ve tevessüa/asıl ma’nâsından genişletilmeye yorulacak âyetler vardır. Onda bulunan mecâz ve tevessü’, zâhir ve hakîkate değil de, bu ikisine (mecâz ve tevessü’a) çevrilir…’ demişlerdir. Bazıları da şöyle demişlerdir: Kur’ân’da kesinlikle ne bir mecâz, ne bir istiâre hiçbir şekilde yoktur. Onun tamamı, olduğu üzeredir. Dâvûd İbnu Âli’den buna yakın bir şey rivâyet edilmiştir. Allah, doğru olduğunu en iyi bilendir. Ona (Dâvud’a) muvâfakat edenlerin çoğu buna hükmetmişler, oğlu Ebû Bekir Muhammed İbnu Dâvûd diğerlerinin arasında bunu söylemiştir. O şöyle derdi: Müsteîr, [23] gerçekte kendisinin olmayan şeyi alana derler. İşte bu yüzden bir adam Kur’ân’da bir lafzı müsteâre diye isimlendirirse açıkça onun kendi yerinden başka bir yere konulduğunu ifâde etmiş olur. Bu da onu söyleyenin bir hatâsıdır. Çünki kendisinden diğeri istiâre edilen aslî kelime olması ya ancak kendisinde bulunan bir husûsiyyetten dolayı olur; yâhud da lügat bunu getirmiştir. Eğer birincisi ise yani kendisinde mevcûd olan bir özellik ile aslî hâline gelmişse buna bu ismi vâcib kılan şu illet, temel sebeb nedir? Bunun sahîh olduğunu iddiâ eden bir kimse buna asla bir yol bulamayacaktır. Şâyet asliye olması Arabların onunla konuşmasından dolayı ise müsteâr olarak isimlendirilende de bu vardır. Bu yüzden bu temel kâide üzere bu istiâre isminin ondan asla ayrılmaması ve onunla kâim olan aslî bir kelime hâline gelmesi gerekecektir. Eğer denilse ki; öyleyse Allah teâlâ’nın, ‘Rabbin, köyleri zâlim olduklarında yakaladığı zaman, işte bu şekilde yakalar’[24] ve ‘köye sor’[25] âyetlerinin ma’nâları nedir?(Bu süâle) şöyle cevâb verilir: Bunun içün birçok cevâb şekilleri vardır ki, onlardan birisi şudur. Dilciler karye isminin erkekler topluluğu içün olduğunu iddiâ ederler ve Allah teâlâ’nın şu âyeti celîlesini delîl olarak ileri sürerler: ‘İşte köyler, biz onları helâk ettik, zulmettikleri zaman. Ve onların helâkları içün bir zaman ta’yîn ettik.’[26] Aksi takdîrde elbette ;اَهْلَكْنَاهُمْ=/ehleknâhum değil de ;اَهْلَكْنَاهَا=/ehleknâhâ derdi. Muhtemeldir ki, ‘köye ve binaya sor, o bizim doğruluğumuzu sana haber verecektir’ denilmektedir. Bu Ya’kûb ve oğlu içün bir mu’cize olur. Yine muhtemeldir ki, iş bizim hasımlarımızın iddiâ ettiği gibi olur ve ma’nâ köye sor demek, köy halkına sor demek olur. Köy kelimesi de binalar ve toprağın ismi olur ve toprağa sormanın imkânsızlığı insanlara sormanın murâd edildiğine delîl olur. Ve bu da kendi ma’nâsında hakîkat olur, istiâre olmaz. [Kısaltılarak Son Buldu.][27] de şudur: Eğer isim bir nass yâhud icmâ’ veyâhud da tabiat delîliyle bunun lügattaki konulan ma’nâsından bir başka ma’nâya nakledildiğine kesin inanırsak, orada durmak vâcib olur. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Âdem’e isimlerin tamamını öğretti.’[28]