Karaman, Bâtıllarında Neden Hâlâ Isrâr Ediyor?

Karaman, Bâtıllarında Neden Hâlâ Isrâr Ediyor?
اَعُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم
اَلْحَمْدُ الِلّهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَأَلِه اَجْمَعِينَ
bugün kabul edilen resmi hristiyanlık veya Yahudilik inancına sahip olanlar  cennete girecek demedim.
[1] iman esaslarını altıdan ikiye filan indirmedim.
3. Ehl-i kitap için de, bazı İslâm âlimlerinin, şu şartlar ile kurtulabilecekleri kanaatinde olduklarını naklettim:
a) Allah’a şirksiz olarak iman edecekler.
b) Ahirete şeksiz olarak iman edecekler.
c) Salih amel sahibi olacaklar.
d) Paygemberimizin peygamberliğini inkar etmeyecekler.
    Bu kanaatte olan âlimler için "Bunlar dinleri birleştiriyorlar, teslise inananları cennete sokuyorlar, Peygamberimizi inkar edenler kurtulacak diyorlar…" şeklindeki ithamlar bühtandır, zulümdür. Adamlar ne demiş ise o nakledilir, katılmıyorsak karşı delilleri zikrederiz. İnsaf ve ilmi davranış budur.] (Cevâbı bitti.)
 
————————————-
Karaman’ın
Cevâbı’na Cevâbımız
————————————-
     
Sn. Karaman ya muğâlata yapıyor, muhâtablarını yanıltmaya ve mes’eleyi saptırmaya çalışıyor; ya hud da ne dediğini bilmiyor. Çünkü,
     Bir: “Bizimle alâkası olmayan sayfalar dolusu” dediği yazılardan meselâ, hangileri O’na âid değilmiş? Cevâb değerinde bile olmayan, kandırma ve yanıltma maksadıyla söylendiği âşikâr olan ve bir çok yanıyla boş laflar…
    İki: Hayrettin Karaman Bey, (Benim "dinleri birleştirmek" gibi bir delice düşüncem olamaz) diyorsa, bu beyân bu hâliyle sevindiricidir. Biz onun düşüncesini bilemeyiz. O, kendisiyle Mevlâ Teâlâ arasındadır. Lâkin O’nun işlerini görüyor ve biliyoruz; onlar şu dediğini yalanlamaktadır. Şurada söylediklerini, fiilleri ve tavırlarıyla mütenâsib hâle getirmelidir. Zîrâ, bilhassa günümüzde hangi sözlerin ve amellerin samîmî hangilerinin nifâk îcâbı olduğu iyice birbirine karışmıştır. O bakımdan söz ile fiil tenâsübü/uygunluğu lâzımdır. Biz kendilerinden bunu da bekliyoruz. Hem, bazı ler, tavırlar ve inançlar da vardır ki, onlara götürecek illetleri, sebebleri veya mukaddimeleri işleyenler, bazen bilerek işlerler; bazen de bunun farkında bile olmayabilirler. Biz mes’elenin hakîkatini bilemesek de hâricî delîller ve karîneler işimizi kolaylaştırır. Dînî rivâyet ve dirâyette -hele sâbıkalılarda- asıl olan Berâet-i Zimmet değildir. Cerh ve Tâ’dîl ilmi bu dediğimizin isbâtıdır. Onda asıl olan zimmetin berâeti değildir. Dîn üzerinde işlenen cinâyetlerin târîhî seyrini sadece derinlemesine öğrenenler değil, kuşbakışı olarak bile seyredenler bir çok dehşet verici hakîkati göreceklerdir; günümüzde artık medya önünde alenen işlenen diyalog ismi altındaki mübtezellik ve kepâzeliklerin birçok bakımdan gizli yanı kalmadığını ve ucunun nereye varacağını net bir biçimde müşâhede edeceklerdir. Birilerinin garba doğru hızla yol alan trene binerek istikâmetini şarka çevirip şarka doğru gittiğini iddiâ etmeleri hakîkatten neyi değiştirir?.. Ümmet’in başına belâ olanlar umûmiyetle yaptığının farkında olmayan ve burnunun bir karış önünü bile göremeyen yiğit ve kahraman müctehidlerdir(!)… O eşsiz ictihâdlarıyla Tanzimatçıların yalakalığını yapıp hasretle çektikleri bu günleri Ümmetin başına belâ eden Müctehidler(!)… Hâsılı, biz Karaman’ın bu işin mutlaka farkında olduğunu iddiâ etmedik. Burada ne zulüm ne de bühtân yoktur. Bühtân ve iftirâ ile zulmün nerede olduğunu ve kimler tarafından işlendiğini biraz sonra göreceğiz.
    Kaldı ki, “dinlerin birleştirilmesi”ne başta bu diyalog projesinin asıl sâhibi Vatikan karşı çıkar. Bu iş için kimseye müsâade etmezler. Adamın bir tarafını kesiverirler. O geçmişteki birilerinin düşüncesiydi. O bakımdan projenin bütününe nisbetle bu olmaz. Yalnız Müslüman olduğunu söyleyenlere nisbetle neden oldurulmasın?
    Üç: Bir anlık tenezzül edip farz-ı muhâl diyelim ve kabûl edelim ki, Sn. Karaman’ın iddiâ ettiği gibi “Efgani, Abduh, Reşid Rıza hakkında yazılanlar da, muhaliflerinin yazılarıdır. Tarafsız değildir, ilmi belgelere dayanmıyor.” Bunlar var sayalım ki, böyledir de taraftarı olan kör ve sağır âşıklarca yazılanlar çok mu tarafsızdır ve belgelere dayanıyor? Hem, sözü edilen tarafsızlıktan ve ilmî belgelerden ne anlaşılıyor? Bu husûsta ciddî tezler ve engin araştırma mahsûlü kitâblar yazılmıştır. Hangisini dikkat ve insafla okudu da ilmî ve tarafsız bulmadı? Tarafsız ve ilmî olmamalarının sebebi nedir? Muhâliflerince yazılmış olmaları mı? Bu, şu iddiâsı için kifâyet eder mi? Söylenilenlerin tarafsız ve ilmî olması için taraftarlarınca mı yazılmış olması lâzım? “Şu yazılanlar şundan şundan dolayı ilmî değildir” diyecek yerde, havanda su dövülüyor. Böylece de “çok tarafsız ve ilmî”(!) sözler sarfediliyor.
    İçlerindeki âyet ve hadîsler ile hakîkî âlimlere âid sözler çıkarılırsa, günümüzdeki piyasa yapan her türlü inhirâfların, onları yumurtlayan zındıklıkların ve pisliklerinin kaynağının, galerisinin Menâr Tefsîri ile Menâr mecmûaları olduğu görülecektir. İslâm’da bilinen manasıyla Cin ve Şeytanların olup olmadığı, Îsâ aleyhisselâm’ın nüzûlünün olup olmayacağı, İslâm’ın ve Kur’ân’ın geçmiş Şerîatları ve Tevrât ile İncîl’i nesh edip etmediği, Sünnet’in Şer’î bir hüccet olmadığı (Mason biraderlerin idâresinde çıkan Menar Mecmuâsındaki Doktor Sıdkı kâfirinin makalesi), İslâm Mezheblerinin bir yana fırlatıldığı, Müctehid imâmların birer köylü Mehmed ağa derekesine düşürüldüğü ve daha niceleri… Bir de şunların gâvur dostlarının lehlerindeki şehâdeti onlarca neden makbûl olmasın, bir mâni’ mi vardı?
    Dört: Demek, Müslümanlar bakımından iman esaslarını altıdan ikiye filan indirmediniz öyle mi? Ey akl-ı selîm sâhibleri!… Bu ifâdelere iyi dikkat ediniz… Göreceksiniz ki, onlarda bir yalan, yâhud yanlış, bir de her şeyi ortaya döken i’tirâf vardır; müdhiş bir i’tirâf!…
    (Bir): Kulların Allah’a şirksiz îmân, Âhirete şeksiz îmân ve Amel-i Sâlih ile cehennemden kurtulup cennete girilebileceğini, siz demediniz mi? Şu sözlerinizle ne demek istediniz? Kimi kandırmaya çalışıyorsunuz? Yoksa siz ne dediğini artık anlamaktan mahrûm hâle mi geldiniz? Bu sözün lâzımı, Lüzûm-i Beyyin ile (Peygamberlere, Kitâblara, Meleklere ve Kadere îmân etmemek, cehenneme îmân etmek ise cennete girmenin temel sebebi değildir) demek değil midir?.. Hattâ, Allah’ı yalanlayarak “Kur’ân’ın peygambere îmân edin demediğini” (Polemik Değil Diyalog: 36) siz iddiâ etmediniz mi? Bu açık bir beyân değil midir? İki cümlenizi yan yana koyalım:
    “Kur’ân’ın peygambere îmân edin demediğini” (Polemik Değil Diyalog: 36), “Peygamberimizin peygamberliğini inkar etmeyecekler.” (Yukarıdaki cevâbî yazınız)
    Şu iki ifâdeden ne anlaşılır? Önümüzde birkaç ihtimâl var: Birincisi: İlk sözden tevbe etti. Buna ancak seviniriz. Ancak bunu açık bir dille ifâde etmelidir. İkincisi; Birinci sözün gereği olan inancı aynen koruyor; ama, ikinci sözdeki ma’nâyı bir edeb kabûl ediyor. Üçüncüsü: O, inkâr etmeyecekler sözüyle îmân edecekler demek istemiyor. Aksine “O da bir peygamberdir ama O’na îmân etmek veya uymak mecbûriyeti yok; O, bütün insânlığa gönderilmedi. Birileri bir başka Peygambere uysa da olur” demeye getiriyor. Bu Mü’mini kâfir yapan bir düşünce ve sözdür. Dördüncüsü: “Kur’ân îmân edin demedi”; ama, “Sünnet îmân edin dedi” demek istiyor. Bu söz, -ikinci parçası doğru ise de- ilk parçası doğru olmayan ve Kur’ânı yalanlamakla Mü’mini kâfir yapacak olan bir sözdür. Beşincisi: Bu “Peygamberimizin peygamberliğini inkar etmeyecekler” diyaloğ’un selâmeti sebebiyle bir siyâset ve üslûb îcâbı olarak Müslümanların infiâli bertaraf edilmek için söylendi. Bu da açık bir inkârcılıktır.
    Hâsılı, Birinci ihtimâlin dışındakilerin hepsi küfürdür. 
    (İki): Neden mutlak olarak, yani herkes bakımından değil? Bu “Müslümanlar bakımından iman esaslarını altıdan ikiye filan indirmedim” sözünde “Müslümanlar bakımından” sınırlandırması ne için getirildi? Yoksa îmân esasları Müslümanlar bakımından altı ise de Yehûdî ve Hristiyanlar bakımından sadece Allah’a şirksiz îmân, Âhirete şeksiz îmân ve Amel-i Sâlihdir mi demek isteniyor? Değilse, bu Müslümanlar bakımından kaydı neyi ifâde ediyor? Yoksa (bu dediklerimi şimdilik Müslüman olmayanlar için söyledim. Müslümanlar için söylemenin ise henüz zamanı gelmedi) mi denilmek isteniyor? Sn. Karaman!… Siz ne dediğinizi biliyor musunuz? Evet, evet, siz her şeyi yazıyorsunuz ve diyorsunuz da bunu körler veya görmemek için sıkı sıkıya gözünü kapatanlar görmüyorlar; sağırlar veya işitmemek için kulağını iyice tıkayanlar işitmiyorlar; yoksa her şey açıkça yazılmış, her şey yüksek sesle söylenmiş…
    Beş: (Ehl-i kitap için de, bazı İslam alimlerinin, şu şartlar ile kurtulabilecekleri kanaatinde olduklarını naklettim)derken de önceki yalanınızı tekrâr ediyorsunuz. Öyle bir İslâm âlimi yok. Varsa isim vermeliydiniz. Cevâbî yazımızda bunu uzun uzun anlatmıştık. Aksine bunu söyleyenler zındıklardan başkası değildirler.
    [Sonraki bir yazınızda bu İslâm âlimlerinin(!) Abduh, Reşîd Rıza ve Süleyman Ateş olduklarını söylediniz. Lâ habbe velâ kerâmete… Bozacının şâhidi şıracı… Bütün bir Ümmet ve âlimleri bir yanda; üç şövalye ise başka bir yanda. Ayıb diye bir şey var… Biz, mason birâderlerin böylesi açık ifâdelerini bilmiyorduk. Evet onların bir çok küfriyyâtını biliyorduk da, bunu bilmiyorduk; tashîh-i nakil isteriz. Doğrusu işimize de yarar. İpe sapa gelmez hezeyanların sâhibi Ateş de İslâm âlimi ise, ört ki ölem; innâ lillâhi… Biz ise “İslâm âlimi” derken Îmân, İslâm ve İctihâd mertebesinde ilim sâhibi olanları ve bunların izinde giden âlimleri kasdediyoruz; dînini dünyası için satanları değil.]
 Altı: Bu nakletmeniz sırf bir nakilden ibâret değildir; aksine yazınızın bütününden anlaşıldığına göre onu iltizâm da etmektesiniz. Hattâ gazetedeki yazınızda böyle bir görüşü benimsemekte bir mahzûr görmediğinizi de açıkça beyân ettiniz. Şimdi açıkça söyleyin: Ben bu görüşü benimsemiyorum; yanlıştır. Hattâ küfürdür. Biz de sevinerek i’lân edelim…
Şöyle demiş idiniz:
    “Ben anılan konuşmamda, bu üç görüşü naklettim, her birinin delil ve dayanaklarını verdim ve özetle şunu dedim: Başka dinlerde, ötekilere böyle bir bakış mevcut değil, ama İslam düşüncesinde böyle bir görüş ve bakış mevcuttur. Kendim üçüncü görüşü benimsediğimi söylemedim ve savunmadım, yalnızca naklettim ve delillerini verdim. Ayrıca bu görüşün de savunulabileceği kanaatindeyim.”
     Biz de şöyle bir cevâb vermiştik:
(Bir): Üç görüş diye bir şey yoktur. Mü’minler kandırılmak isteniyor. Aksi halde isbât edilsin ama zamânın zındıklarından isim verilerek değil. Bunların delîli değil şübhesi bile yoktur. Âhir zamân nebîsine sahtekâr, kitabına da uydurma diyenlerin bütün İslâmî delîller ve bir buçuk milyarı aşkın İslâm âlemi ve geçmiş onca İslâm medeniyetleri önlerindeyken ma’zûr görülmelerinin delîl bir yana hangi şübhesi olabilir?..
(İki): Böyle bir bakış ne İslâm inancında ne de sapık Mezheblere âid İslâm düşüncelerinde yoktur. Ortada süzme bir yalan, katıksız bir kandırma ve iftirâ vardır…
(Üç): Kat’î nasslar karşısındaki -görüş bile olamayacak- bir hezeyânın görüş kabûl edilip savunulabileceğini söylemek, eğer her düşeni/yitiği bir bulan çıkar şeklindeki bir Arab atasözü ma’nâsındaysa, doğru; evet ineğe ve sıçana tapınmayı bile savunan on milyonlar var. Yok eğer meşrû’ çerçevede ve ma’kûl sınırlar içinde bu da mümkündir denilmek isteniyorsa, Karaman’ın aksi inanca sâhib olduğu farz edilse bile ortada bir acabası ve tereddütü vardır. Bu acaba da, bir Mü’mindeki îmân’ı götürür.
(Dört): Kaldı ki, mevzû bütünlüğü içinde asıl savunulan görüşün bu olduğu karînesiyle şu görüş mücerred bir nakil olmaktan çıkıp Karaman tarafından iltizâm edilmektedir. Kaçamak davranmanın âlemi yoktur. Nitekim nakillerin bazen sâhiblenildikleri de olur ki, onlar o zaman nakil olmakdan çıkıp da’vâ hâline gelirler.
    Artık bundan sonra, şu nakliniz bir da’vâ hâline geldi.
    Yedi: (Teslîs’e inananların cennete gireceklerini) iddiâ ettiğinizi söylemedik. Teslîse inananların kâfir olduğuna dâir açık bir âyet (Mâide:73) getirdik. Sonra da sorduk: (Teslîse inanmayan kaç Hristiyân var? Şu anda Karaman ve görüşünde olanlar, Teslîs inancında olanlara kâfirdirler diyebilecek midirler?) Size sorduğumuz suâlin cevâbını yine alamadık. Bir daha soralım: “Kâfirdirler” diyebilecek misiniz? Evet, Teslîs’e inananların cennete gireceklerini açık bir ibâreyle belki demediniz; bunu bilmiyoruz. Zâten böyle bir iddiâmız da olmamışdı. Lâkin, cennete giremez veya cehenneme girecek de demediniz. Bir daha soruyoruz:
   -Teslîse inananlar kâfir olurlar mı?
   -Kâfir olurlarsa, (şimdi söyleyin) cennete girebilirler mi?
   -Giremezlerse, iki menzile (cennetle cehennem) arasında mı olacaklar veya cehennem’e girecekler mi?
    Cevâbınız, (Cehenneme girmeyecekler demedim)veya(cennete girecekler demedim)şeklinde kaçamak cevâblar olmasın. Ustaca olduğunu zannettiğiniz şaşırtmacalarla işi geçiştirmeye kalkışmayınız; karşınızdakileri çocuk yerine koymayınız.
    Sekiz: “Daha doğrusu bugün kabul edilen resmi hristiyanlık veya yahudilik inancına sahip olanlar  cennete girecek demedim) diyorsunuz. Allah aşkına söyleyiniz; sizin diyalog yaptığınız, konuştuğunuz Yehûdîler ve Hristiyânlar resmî değil de gayr-i resmî mi idiler? Vatikan temsilcisi, Haham? Veyâhud berâber nutuklar attığınız Yehûdîler ve Hristiyânlar içinde resmî olmayan kaç Hristiyan ve Yehûdî vardı? Veya hiç var mıydı? Var idiyse kimlerdi? Yoksa târih tünelinden eskiye gidip İznik Konsili’nde Hristiyanlıktan tard edilen/kovulan Hristiyânlar veyâ Yehûdî tahakkümüne isyân eden Yehûdîleri bulup onlarla mı diyalog yaptınız, onlarla mı konuştunuz da bizim haberimiz olmadı?
    Dokuz: (Peygamberimizin peygamberliğini inkar etmeyecekler) demekle, neyi murâd ediyorsunuz?
    -“İnkâr etmemek”, “îmân etmek” demek midir?
    –Îmân etmek demekse, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in peygamberliğini inkâr etmediği târîhen bilinen Ebû Tâlib Mü’min miydi, değil miydi?
    –İnkâr etmemek, şâyet îmân etmek değil ise, Îmân edecekler mi?
    –Edecekler ise, bu cehennemden kurtulup cennete girmek için olmazsa olmaz seviyesinde midir, değil midir, ahlâkî midir?
    On: Biz yazımızda, (Peygamberimizi inkar edenler kurtulacak” diyorlar) demiyoruz; aksine (Peygamberimize îmân etmeyenler kurtulacak diyorlar) diyoruz. Evet inkâr etmemek îmânın bir parçasıdır ama tasdîk edip teslîm olmadan makbûl îmân hâsıl olmaz.
     İmâm Tahâvî şöyle diyor:
Yehûdîler(den bir grup) Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelip nebîliğini ikrâr ettiler ve İslâm’a da girmediler. İslâm’a girmekten kaçınmaları sebebiyle onlarla harb etmedi. Çünkü ona göre onlar bu ikrârlarıyla Müslümân olmadılar.
    Bize İbnü Ebî Dâvûd rivâyet etti. (O), bize Amr İbnü Merzûk rivâyet etti, dedi. (O), bize Şu’be Amr İbnü Murre’den, (O), Abdullâh İbnü Seleme’den, (O da) Safvân İbnü ‘Assâl’dan rivâyet etti, dedi:
    Bir Yehûdî arkadaşına, gel şu Nebî’ye soralım, dedi. Diğeri O’na, “O’na Nebî deme; çünkü O, eğer bunu işitirse dört tane gözü olur” dedi. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve O’na Şübhesiz biz Mûsâ’ya dokuz apaçık âyet verdik, âyetini sordu. Bunun üzerine Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
    (Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayın, Allah’ın (öldürülmesini) haram kıldığı bir kimseyi öldürmeyin, ancak (Allah’a göre) hak (olan sebeb) ile öldürün, çalmayın, zinâ etmeyin, sihir yapmayın, fâiz yemeyin, öldürmesi için suçsuzu sultâna götürmeyin, iffetli kadına nâmus iftirâsı atmayın, harbde cebheden kaçmayın, husûsan siz ey Yehûdîler, cumartesi gününde haddi aşmayın/avlanma yasağını çiğnemeyin.)
    (Safvân), dedi ki; bunun üzerine elini öptüler ve şâhidlik ederiz ki sen bir nebîsin dediler. (Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem), o halde neden bana uymuyorsunuz? buyurdu. (O Yehûdîler de), Dâvûd aleyhisselâm, zürriyetinden her zaman bir nebi olsun diye duâ etti; biz, sana uyduğumuz takdîrde Yehûdîlerin bizi öldürmesinden korkuyoruz, dediler.
   Demek ki, değil (inkâr etmemek), (ikrâr etmek) bile îmân için bazen yetmiyor. Olabilir ki, O’nun başka kimselere gönderilen bir peygamber olduğu ikrâr edilmektedir. Hâsılı, sözler ve ifâdeler kaypak… Kasıd yoksa, değil bir müctehidin kaliteli bir mukallidin bile asgarî dikkatinden mahrûm esneklikte ibâreler…
    On Bir: Evet, biz de Karaman’ın dediği gibi “adamlar ne demiş ise o nakledilir” görüşündeyiz. Onun için yazımızda O’na dayandırılan ne bir kelime fazla kattık, ne de bir kelime eksilttik, sadece denileni naklettik.… Onun böyle bir hedefin arkasına sığınarak muğâlata yapabileceğini ve bunun Onun taktiği olduğunu geçmişten biliyorduk. Onun için, yer yer lüzûmsuz da olsa sözlerinin hepsini naklettik… Biz ne yapmışız da bühtân ve zulüm etmişiz?..
    Bizim en çok yaptığımız, ustaca söylendiği zannedilen ifâdelerin lâzımı olan manalarını açıklamak ve altını çizmektir. Hattâ, bir yanıyla mücmel olan ifâdeleri bir bakıma tercüme etmektir. Bu Lâzimî Ma’nâlar Lüzûm-i Beyyin, yani vâsıtasız olarak o sözlerden ayrı düşünülemeyecek ma’nâlardır ki, erbâb-ı ilme göre sahiblerini bağlarlar; o sözleri sarf edenler, “ben onları demedim, kabûl etmiyorum,” diyemezler. Cehennemden kurtulup cennete girmek için “Allah’a şirksiz, Âhirete de şeksiz îmân ve sâlih amel” yeter sözünden, “Peygamberlere, Kitâblar’a, Melekler’e ve Kader’e Îmân bu noktada mutlak gerekli değildir” inancını da vâsıtasız olarak lâzım getirir. Aynı şekilde, şunların sözlerinin (başka delîlleri hesâba katmadıklarına göre) Mefhûm-i Muhâlifiyle[2] de böyle bir ma’nâ anlaşılır. İlim sâhibleri bilirler ki, Mefhûm-i Muhâlif (Şâri’ olmayan) beşer kelâmında söz birliği ile, Şâri’ kelâmında ise cumhûra göre hüküm ifâde eder. Sözün özü, Lüzûm-i Beyyin ile, (hattâ, bu Lüzûm-i Ğayr-i Beyyin bile olsa bir nisbette aynıdır) ve Mefhûm ile bir sözden anlaşılan ma’nâyı söz sâhibine nisbet etmekte hiçbir şekilde bühtân bulunmaz; bunda en çok tesbît, yani burada bir ma’nâda “ictihâd” hatâsı olur.
    Müctehidlerin peşini bırakıp herkesi ictihâda çağıran Abduh ve Reşîd Rızâ birâderlerin yolunun yolcusu olan Karaman bizim “ictihâd”ımıza umarım karşı çıkmaz. Şunu da ifâde edelim ki, biz hakîkî müctehidlere göre sâhib-i ictihâd değil isek de, Sn. Karaman ve benzeri endâzesiz sözlerin sâhibleri gibi bir Müctehid olmaya da tenezzül etmeyiz… Üstelik biz, sözümüzü bir noktada O’nun açık ifâdesine dayandırdık. Öyleyse lütfen bize, “bühtân etmek” “bühtân”ı ve “zulm etmek” “zulm”ü yapmasınlar…
    On İki: Tıpkı Onun gibi “Katılmıyorsak karşı delilleri zikrederiz” dedik, inkâr edilmez açık karşı delilleri zikrettik. Şimdi, laf kalabalıklığı ve canbazlık yapmayı bırakıp kendilerinin ortaya koydukları “adamlar ne demiş ise o nakledilir” düstûruna sâdık kalarak, cevâblarımızdan nakiller yapmalıydı. “Katılmıyorsak karşı delilleri zikrederiz” dediğine göre, katılmadığı görüşlerimizin karşı delîllerini zikretmeli ve “bühtân” ve “zulüm” yaptığımızı isbât etmeliydi. Karşı hiçbir delîl de getirmemiştir. “Benim için şunu dedin, bana şunu şunu nisbet ettin, ama bunlar yalandır, doğrusu da şudur” deyip isbât etmeliydi. O halde de, bize “bühtân ettin” “bühtân”ı, ve “zulmettin” “zulm”ü yaptığı açıktır.
   On Üç: Sn. Karaman, (insaf ve ilmî davranış budur)derken, doğru diyor da, buna kemâliyle riâyet edenleri riâyet etmemekle ithâm etmek sûretiyle şu sözünde bile aynı söze ters düşüyor ve burada da zulmediyor.
 
—————————————-
Netîce
————————————-
   Hâsılı, biz kimseye bühtân/iftirâ ve zulüm etmedik. Sn. Karaman’ın sözlerini bir kelime bile kesmeden satır satır alıp madde madde kısmen de olsa cevâblandırdık. Aksine, asıl bühtân ve zulüm sâhibleri bize bühtân etme bühtânı yapanlardır. Hattâ Asıl iftirâcılar, Allah celle celâlühû Resûlüllah’a îmân edin buyurduğu halde[3] Kur’ân peygambere îmân edin demiyor diyerek, Allah’a iftirâ edenlerdir; Allah celle celâlühû âyetlerde, Kur’ân’a îmân etmeyi bütün insanlara emrettiği hâlde,[4] O’na îmân etmeyi kurtuluş sebebi saymayarak Allah’a iftirâ edenlerdir… Allah’a yalan iftirâ edenden daha zâlim kimdir?!… Bu yolun ucu kat’î bir uçurumdur… Biz kimsenin hele îmânî noktalarda tökezlenmesine hiç mi hiç sevinmeyiz… Hattâ bunu bir noktada küfür sayarız… Tevbe etmek büyük bir fazîlettir. Sahâbe’den bile irtidât edip sonra yeniden İslâm’a girenler olmuştur. Ebû Dâvûd (2762), Dârimî (2503) rivâyetlerine göre Benî Hanîfe mescidinde Müseyleme’ye îmân edenler vardı. Biri dışında Abdullah İbnü Mes’ûd radıyallâhu anhu’nun elinde tevbe etmişlerdi. Tevbe edenin, değil elini, ayağını bile öperiz. Bunu burada i’lân ediyoruz.
——————————————-
Hayrettin Karaman’ın
Gönderdiği En Son Cevabı
———————————————
[Sayın Yazı işleri müdürü,
 
    Önce yazar  Hüseyin Avni’nin saptırma ve  ithamlarla dolu yazısını, bana bilgi vermeden, "bak, şöyle bir yazı yayınlayacağız, diyeceğin var mı, cevabın var mı, birlikte yayınlayalım" demeden yayınlıyorsunuz. Sıra benim cevabıma gelince ona gönderiyor, cevap alıyor ve -herhalde tesirini azaltmak için- bunu birlikte yayınlamak istiyorsunuz. Bunu normal ve adil karşılamıyorum. O yazıdan sonraki sayıda yalnızca benim yazımı yayınlamanız gerekir. Sonra  yazar bunu görür, cevap verir, bunu yayınlarınız, sonra ben onu görür cevap veririm veya vermem. Doğrusu budur, böyle olmalıdır.
Şimdi ben hocanızın cevabi yazısını kaydettim ve ona da kısa bir cevap yazacak iftira hükmünde olan haksız ithamlarını ispat edeceğim; ama bu sayınızda değil, onun cevabi yazsından sonraki sayıda ve yalnızca benim yazım basılacaksa. Daha sonraki sayılarda o istediği kadar cevap yazsın, siz de neşredin, buna bir diyeceğim olmaz. 
   "Öteden beri aynı mesele hakkında yazılarınızda farklı farklı fetvalar veya birbiriyle çelişkili ifadelerinizi görüyorum. Ancak ne de olsa onlar ameli konulardı. Şimdi ise durum tamamen itikada taalluk etmekte. Özellikle diyalog faaliyetlerini yapan bir gruba yakınlaştıktan sonra Polemik Değil Diyalog adlı kitabınızla birlikte yayılan ve savuna geldiğiniz düşünceler İslami kesimlerdeki imajınızı bitirmiştir. Çünkü bu tavır netliği olmayan ve İslam dünyasında sayılarına çokça rastladığımız konjektör ulemasını hatırlatıyor ve dahi hakkınızda böyle bir kanaatin yayılmasına sebep oluyor." diyor ve beni tevbeye davet ediyorsunuz. Ben ise sizi ve hocanızı -ilim ahlakı bakımından- beni anlayacak, tartacak, değerlendirecek seviyede görmüyorum ve sizi bana yaptığınız zulüm (iftira, itham, su-i zan…)  sebebiyle tevbeye davet ediyorum.
    Hocanızın cevabi yazısının altına bu yazımı da aynen koyun. Bundan sonraki sayınız ne zaman çıkacaksa bildirin, cevaba cevabımı yazayım. Eğer bu yazıyı aynen  koymazsanız gazetedeki köşemde yayınlarım. Allah iyi niyetli olup hataya düşenleri affetsin ve ıslah buyursun. Amin.] (Karaman’ın sözü bitti.)
———————————————
    Notlar
    Bir: Tenkîd yazısının tenkîd edilene her hâl ü kârda bildirilme şartı yoktur. Olsaydı, her halde Sn. Karaman Muhterem Ahmed Ali Aksoy Hocaefendiye karşı yazdığı üç günlük cevâbî yazısını ona gösterir ve vereceği cevâb ile beraberce neşrederdi. Ama böyle yapmadı. Bunu biz, O’nun için de bizim için de normal ve adil karşılıyoruz. Ancak O, bunu sadece bizim için, normal ve adil karşılamazken, kendisi için normal ve adil karşıl(ayab)iliyor. Bizim tek, Onun ise çift terâzisi var. Veyl olsun mutaffiflere… Biz O’nun yazdıklarını bizim yazdıklarımızla yan yana neşretmeye söz veriyoruz. Bunu O’ndan da istiyoruz. Bakalım buna cesâret edebilecek mi?
   İki: Sn. Karaman bize gönderdiği bir yazısında, ben ise sizi ve hocanızı -ilim ahlakı bakımından- beni anlayacak, tartacak, değerlendirecek seviyede görmüyorum,diyor. Bu sözü, ne acıdır ki, kat’î bir doğrudur… Çünkü hakkı görmek için kör veya şaşı olmayan bir göze de ihtiyâç vardır… Musîbet işte buradadır… Görmemek birkaç sebeble olur ki, bunlardan bir takımı şunlardır: Biri görme uzvundaki körlük veya şaşılık, diğeri, görülecek şeyle göz arasında göstermeyecek perde bulunması, bir başkası da görülecek bir şeyin gerçekte sâbit olmaması veya görülemeyecek küçüklükte olması… Görenler Allah için konuşsun… Biz ilim ve ahlakda kemâl ve hattâ vasat seviye iddiâsında olacak kadar -hamd olsun- câhil ve ahlaksız değiliz. Hakîkî ilim ve ahlâk nümûnelerinin şaşırtıcı seviyelerini kitâblarda okurken ve bizzât görürken bu dediğimizin aksi düşünülemez. Ancak, sallanarak yürüyüp hezeyân nev’inden sözler söyleyen sarhoşun sarhoşluğunu anlamak için, Adlî Tıp Mütehassısı, ölüm derecesinde kıvranan bir hastanın hastalığını bilebilmek için de Tabîb-i Hâzık olmaya her halde ihtiyâc yoktur. O’nun istiğnâsı, isbât edilen hakîkatler karşısında yanlışta ısrârı, haklı tenkîdler sebebiyle nefsânî infiâli ve nakillerinde bilerek veya bilmeden vâki’ telbis/karıştırma üslûbu kendi ilim ve ahlâkının mi’yârı ve terâzisidir; bizim ayrıca bir şey söylememiz fazla olur…
   Üç: Şimdilerde cevâb diye yazıp gazete sütünlarını işğâl ettiği, ciddî okuyuculara bir bakıma saygısızlık da sayılabilecek bomboş yazılarının birincisi, gıybet ettiler gıybeti, bühtân ettiler bühtânı ve zulmettiler zulmünden ibâret… İkincisi, (diyaloğ Vatikan’ın oyunudur) şeklindeki onun şu şartlarda yazmayı münâsib bulmadığı ama bizim bildiğimiz ve ileride inşâellah neşredeceğimiz birinci adım ve merhalesini tâ’kîb eden ikinci adım ve merhalesinden ibârettir. Üçüncüsü de eski karaladığı yuvarlak ve kaypak ifâdelerinin tekrârı olan üçüncü ve bu husûstaki bâtıllıkta varılabilecek son adım ve merhale.
   Dört: Artık okus-pokusçuluklarla külâhtan tavşan çıkarmak göz boyamacılığı devri geçti; duyurulur. Ya elle tutulur müşahhas delîllerle konuşacak, veya dedikodu dedikodularıyla prim yapmaya kalkışmayı bırakacağız.
   Beş: Kendi cevâb ve tehdîd yazısını dilediği yerde yayınlayabilir. Artık yazdıkları bundan böyle -dümeni Hakka doğru çevirmedikçe- hep aleyhinde olacak, yazdıkça ve debelendikçe daha da batacaktır. Günahlarımızdan da binlerce tevbe ederiz. Bildikleri bühtân, sû-i zan ve haksızlıklarımız da nelerse, bildirirlerse onlardan da tevbe edeceğiz; Mü’min ve delikanlı sözü…
   Altı: “Allah iyi niyetli olup hataya düşenleri affetsin ve ıslah buyursun. Amin…” şeklindeki duânıza biz de “âmîîîn…” diyor, yalnız bir ilâve daha yapıyoruz: “Allah, iyi niyetli olmayanların da niyetlerini iyiye çevirsin; şâyet bu, adâlet ve hikmet-i ilâhiyye îcâbı mukadder değilse, Ümmet’i kötü niyyet sâhiblerinden hayırlısı ile halâs eylesin. Âmîn…”
 
وَصَلَّى الله عَلَى سيدنامحمد وَ عَلَى اَلِه وصحبه كلما ذكره الذاِكرون وغفل عن ذكره الغافلون وَ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالمَين


[1] Tek tasarrufumuz, dikkatleri çekmek ve derin düşünmeye sevketmek maksadıyla bazı yerleri karartmak ve de şu iki kelimenin altını çizmek olmuştur.

[2] Başka delîller sebebiyle âyette hiçbir âlime göre “Mefhûm-i Muhâlif”den/sözün tersinden ma’nâ çıkarmak yoktur. Ancak, onlar sâir delîlleri hesâba katmadıkları ve bu ifâdeleri kendi sözleri olarak sarf ettikleri için “Mefhûm”u inkâr edemezler.

[3]  Âyetlerden bir kısmı: 48/9, 3/81, 57/7-8, 4/136, 7/158 vd.

[4]  Bakara: 41, Nisâ: 47, vd.