Vesîle ve Tevessül -1-

VESÎLE VE TEVESSÜL -1-

Hüseyin AVNİ

اَعُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم
اَلْحَمْدُ الِلّهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَأَلِه اَجْمَعِينَ
(Kendilerine verilmeyen (ni’met) ile doymuş gibi davranan, iki yalan elbisesini giyen/ tastamam yalancı gibidir)[2]
Vesîle ve Tevessül ile Râbıta‘yı aslında bir arada ele almak lâzımdır. Çünki Râbıta, aslında Vesîle ve Tevessül çeşitlerinden birisidir. O bakımdan Râbıta delîlleri ile onlara karşı getirilebilecek i’tirâzlar hemen hemen aynıdır. Kezâ, Tevessül delîlleri de Râbıta’nın hakîkatinin bir parçası olarak temelde Râbıta‘ya da birer delîldirler. Dolayısıyla Râbı-ta‘ya yapılabilecek i’tiraz ve inkârlar Vesîle ve Tevessül‘e dahî yapılmış olur. Hâsılı, ileride verilecek etraflı bilgilerden de anlaşılacağı gibi, Vesîle ve Tevessül bir Cins olup Râbıta Onun nevilerinden bir nev-idir/çeşitidir. Bu yüzden ayrı ayrı ele alınmaları her birinin tam anlaşılmamasına sebeb olabilir. Lâkin biz âciliyyeti sebebiyle Râbıta mes’ele-sini önceki makâlelerimizde işlemiştik; şimdi sadece Tevessülü tahkîk edeceğiz.
Biz burada Vesîle ve Tevessül bahsini bir mukaddime, beş mes’ele ve bir neticede açıklığa kavuşturmağa çalışacağız. Mukaddime, Vesîle ve Tevessül’un ne demek olduğu, Birinci Mes’ele, Tevessülün Kur’an’dan delîlleri, İkinci Mes’ele, Tevessülün Sünnetten delîlleri,Üçüncü Mes’ele Tevessül hakkında ulemânın söyledikleri, Dördüncü Mes’ele, Tevessülün bir kısmını inkâr edenlerin delîl zannettikleri şübheler,Beşinci Mes’ele, Tevessülü câiz görmeyenler, Netîcede, Tevessül’ün kısa ve hulâsa olarak Şer’î hükmü,hakkındadır.
————————————————
(Mukaddime)
Vesîle ve Tevessül
Ne Demektir?
————————————————
(Lüğatta Vesîle): Vesîle kendisiyle başka bir şeye yaklaşılacak şey demektir.[3] Vesîle, Vâsile;Pâdi-şâh yanındaki rütbe derece ve yakınlık…[4] Tevessül; “Bir işle bir şeye yaklaşmaktır”.[5] Veya yakın olmak[6]
(Istılahta Vesîle): Vesîle; aslında, kendisiyle bir şeye ulaşılan ve kendisiyle (bir şeye) yaklaşılan şey demektir. Hadîsde onunla kasdedilen, Allah Teâlâ’ya yakınlık demektir…[7] Vesîle,kendisiyle başkasına ulaşılan şey.[8]
İleride de etraflıca ele alınacak olduğu gibi, âyetlerde ve hadîslerde yer alan vesîle ve tevessül, sâlih amelleri, Esmâ-i Hüsnâ’yı, şerefli zâtları ve nasslarla yasaklanmayan yani Allah ile Resûlü’nün yasaklamadığı her ne varsa onları Allah celle celâlühû’ya yaklaşmaya vâsıta/ araç etmek demektir.
————————————————
Âyette Geçen
“el-Vesîle” Lafzının Tahlîli
————————————————
(Bir): Keşşâf[9] gibi tefsîrlerde vesîleyi tefsîr ve îzâh sadedinde yer alan, (كل ما يتوسل به اى يتقرب) /Küllü mâ yütevesselü bihî, ey yütekarrebu…/kendi-siyle (bir şeye) tevessül edilen, yani yaklaşılan her bir şey şeklindeki ifâdelere bir ilim adamı gözü ile dikkatlice bakılacak olursa, Zemahşerî’nin şu ifâdelerin-deki, sûr/kuşatma içine alma lafzı olan(كل)/Küllü/hepsi kelimesi umûm/genellik bildirir ve her bir vesîleyi içine alır. El verir ki, Allah celle celâlühû ve Resûlü bu sebeb ve vesîleleri belli şekillerde sınırlandırmasın veya bir kısmını yasaklamasın. Hiç bir mü’min şübhe etmez ki, Allah celle celâlühû ve Resûl’ü, vesîleleri sınırlarlarsa artık vesîleler onlardan ibârettir, başkaları meşrû’ değildir. Yine bir takım vesîleleri yasaklarlarsa, artık onlara tutunmak câiz olmaz. Putlara ibâdeti Allah celle celâlühû’ya yaklaşmağa vesîle etmek gibi. Hâsılı bu vesîlelerden nasslarla emredilen veya bir şekilde teşvîk edilenler belli olup, ya Farz ya Vâcib ya Sünnet veya Müstehab vesîlelerdir. Şunlar, sınırlı olup güç ve tâkat sınırları içindedirler. Diğerleri ise Mübâh vesîlelerdir ki, kişi bunlara tutunmakta serbesttir. Maksadlara göre de hüküm alırlar.
İşte bu yüzden, vesî-leler şunlardan ibârettir, veyâ şu vesîlelerden başkası yasaktır, yâhud şu, şu vesîle yasaktır, ma’nâsında nass getirmedikçe hiçbir mü’min, şu vâsıta câiz değildir, diyemez. Derse, bilerek veya bilmeyerek ilâhlığını veya peygamberliğini ilân etmiş olur. Şâri’lik yapmaya kalkışmış olur. Biz hiç bir nass’da, vesîleler şunlardan ibârettir veya şu vesîlelerden başkası câiz değildir şeklinde ifâde görmedik…
(İki): Yine, şu âyette yer alan (الوسيلة)/el-vesîle kelimesindeki (ال)/el’in ma’nâsı, (ال)/elif-lâm‘da bulunabilecek dört ma’nâdan hangisidir? Bunu ilmen doğru olarak ortaya koymak da âyetin dirâyet bakımından anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.
Bir: Ahd-i Hâricî.Âyetlerde bilinmeyen bir vesîle’den bahsedilmiş, sonradan da önce o bahsedilenden bahsedilmiştir deniliyorsa, böyle bir şey yoktur. Dolayısıyla bu ma’nâda olamaz.
İki: Ahd-i Zihnî. Aklımızda şu vesîle’nin ma’nâsı belli olduğundan âyette bildiğimiz şu vesîle ma’nâsına el-vesîle denilmiştir, deniliyorsa, bu ihtimâl de çok zayıf olduğundan onu ta’yin edecek delîle ihtiyâç vardır. Kim bunu iddiâ ediyorsa, iddiâsını yeterli delîllerle isbât etmeye mecbûrdur. Hattâ, biz harici karînelere/ip uçlarına ilâve olarak kat’î delîllerle kesin biliyoruz ki, bu değildir. Nitekim ileride etraflıca gelecektir.
Üç: İstiğrâk. Dâhil olduğunun bütün ferdlerini içine aldığını ifâde eder, denilecek ve buna göre ma’nâ verilecek olursa ve-sîlelerin tamâmını arayın, demek olur ki, bu takdîrde, meşrû’ olmayan vesîleler de içine girer ve câiz olmaz. Veyâ, meşrû olmayan vesileleri gösteren nasslarla bu mahsustur / sınırlandırılmıştır.
Dört: Cins: Dâhil olduğu ismin cinsinden olanları içi-ne alır ki, hepsi de-mek olmaz. Buna göre vesîle cinsinden olanların nass-larla tahsîs edilen ve meşrû’ olmayanları dışarıda bı-rakılanların hâricin-deki meşrû’ veya mübâh nev’inden olanlarının her bir ferdi olur. Bunlardan nasslarla belli olanlar, mahdûd olup kişinin gücü dâhilindedir. Diğerlerinde ise ferdler muhayyerdirler.
Evet, dince şirk, küfür, harâm ve mekrûh görülen şeyler, bu hükümler ister kat’î olsun, ister ictihâdî olsun, meşrû olmayan vesîlelerdir. Şu kadar var ki, şu meşrû’ olmamak, kat’î ise, veya hilâfsız/tartışmasız ictihâd-larla sâbit ise hiç bir mü’min aksini düşünemez. Makbûl olan ihtilâflı ictihâdlarla sâbit ise, hevâ esas alınmadıkça, tercîh erbâbın-dan dileyen dilediğini seçer. Kimse kimseye karşı çıkamaz. Lâkin, bir takım edebsiz câhillerin değil de mu’teber müctehid-lerden bir kısmının karşı çıkmasıyla ihtilâflı hâle gelen vesîle ve vâsıtalardan uzak durmak da en iyisidir.
Öyleyse, İslâm’daki ve bu arada Tasavvuftaki vesîlenin hiç bir delîli olmasa bile, inkârcıların şu inkârlarına delîl lâzımdır.
Kaldı ki, bu tevessül ameli, Kitâb, Sünnet, İcmâ, Ümmet’in tatbiki ve aklın hükmü ile câiz hattâ meşrû’, istenilen ve emredilen bir şeydir. İslâm âlimlerinin bu husûsta icmâ’ları vardır.
Ancak, câhil ve sapık bir sürü,
Tevessül’ün her çeşidini inkâr etmiştir. Diğer şâzz bir gürûh ise, esma-i hüsna ve kişinin kendi ameliyle olan tevessülü kabûl etmekle berâber, başkasının amelleri ve zâtlar ile olan tevessülü meşrû’ kabûl etmemişlerdir.
Zamanımızdaki kimi câhil ve idrâksizler de bunların bu temelsiz görüşlerini daha da içinden çıkılmaz bir hâle sokup işi, Allah celle celâluhu ile kul arasına aracı konmaz çizgisine getirerek bir bakıma laiklerin görüşlerini benimsediklerini i’lân etmiş oldular. Müşriklerin meşrû’ olmayan vâsıtalarından kurtulayım ve kurtarayım derken Allah celle celâlühû ve Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in emrettiği ve güzel bulduğu meşrû’ vâsıtaları da meşrû’ görmeyerek laiklerle aynı paralelde bir zihniyet içine girdiler; sapla samanı karıştırdılar.
Hâlbuki biraz ince bir düşünce ile bakıp zâtlarla tevessülün de sâlih amellerle tevessül olduğunu anlayabilmeliydiler. Ancak, bu ölçüde akılları ve falanca zât ile tevessülün, onun amelleriyle veya onu sevme sâlih ameliyle bir tevessül olduğunu fark edebilecek idrâkleri yok.. Bu husûstaki Kur’ân ve Sünnet delîllerini anlayabilecek ilim, fıkıh ve fehme sâhib bulunmamaktadırlar. Bu yüzden, güya tevhid endişesi taşıyan ama gerçekte maddecilik ve laiklik ile tıpa tıp aynı olan düşüncelerinde inâd ve ısrâr ederek sadece kendilerinin değil başkalarının da sapıtmasına sebeb olmaktadırlar.
Bir yanda, kişi ile Allah celle celâluhu arasına mahlûkun vâsıta (aracı) yapılamayacağını söyleyen, öte yandan da, kişinin kendi sâlih amellerini öne sürerek tevessül edilebileceğini ifâ-de eden câhiller, Allah celle celâlu-hu’nun, Allah’tır, sizi ve yapmakta olduklarınızı yaratan[10] buyurduğunu ve amellerin de mahlûk olduğunu bilmezler mi aceb?
————————————————
Vesîleler Kaç Çeşittir?
————————————————
Mes’eleye bir de bir müctehid gözüyle bakalım:
İmâm Karâfî (Ö: 684) bu husûsta kısaca şöyle diyor:
Bazen (vesâil)/vesîleler, (ze-râi’) kelimesiyle anlatılır. Bu (zerîa), bizim arkadaşlarımızın (Mâlikîlerin) ıstılâhıdır. Mezhebimizde meşhûr olan, bu lafızdır. Bunun içün (Seddü’z-Zerî’a) derler ki ma’nâsı, fesâdın vesîlelerinin kökünü kazımak ve defetmektir. (Yâhud da suça götüren yolları tıkamak.) Artık zarar/bozukluk bulunmayan bir şey (başka bir) zarara vesîle/sebeb olursa Mâlik bu şeyi birçok sûretlerde yasaklamıştır. (Seddü’z-Zerî’a) -Mâlikîlerden birçoğunun zannettiği gibi- İmâm Mâlik’in mezhebinde bulun(up da başka mezheblerde bulunmay)an şeylerden değildir…
Aksine, Zerâi’/vesîleler üç çeşittir:
(Birincisi), Müslümanların yollarında kuyu kazmak gibi, Ümmet’in yasaklanmasında sözbirliği ettiği vesîlelerdir. Zîrâ bu (kuyu kazmak), insanların kuyularda helâk olmasına götüren bir vesîledir.
((İkinci)) bir vesîle daha vardır ki, Ümmet onun yasaklanmamasında sözbirliği etmiştir. Çünki bu yasaklanmayacak bir vesîledir/yoldur. Şarab yapılacağı korkusuyla üzüm zirâati yapmamak ve zinâ edilir korkusuyla evleri yan yana yapmamak gibi…
((Üçüncü)) bir kısım vesîleler daha vardır ki Ümmet bunların yasaklanıp yasaklanmaması hakkında anlaşmazlığa düşmüşdür. (Bir malı) on dirheme satıp Beş dirheme satın almak gibi…
Bilesin ki, zerî’anın yasaklanması, nasıl (bazen) vâcib ise, açılması/serbest bırakılması da (bazen) vâcib, (bazen) mekrûh ve (bazen) mübâh olur. Çünki Zerî’a vesîle demektir. Nasıl ki haramın vesîlesi haram ise, vâcib’in vesîlesi de vâcibdir.
Ahkâmın kaynakları iki kısımdır:
((Birincisi)), (Makâsıd)dır ki, bunlar maslahatları/faydaları ve mefsedetleri/zararları içinde bulundurur.

((İkincisi de))(Vesîleler)dir ki bunlar şu maksadlara götüren yollardır/sebeblerdir. En yüksek mak-sadlara götüren vesîleler, vesîlelerin en üstünü, maksadların en kötüsüne götüren vesîleler, vesîlelerin en kötüsü, maksadların orta hallilerine götüren vesîleler de vesîlelerin orta hallileridir.[11] (Karâfî’den nakil son buldu)

————————————————
 
 
 

(Birinci Mes’ele)
Vesîle ve Tevesül’ün Kurân’dan Bir Takım Delîlleri

————————————————

Ma’nâsının şümûlü/kapsamı, bizim burada sadedinde olduğumuz Tevessül’ü de içine aldığı kanâatini taşıdığımız beş âyet getireceğiz.
———————————————
(Birinci Âyet)
O’na vesîleyi arayınız.
———————————————
(O’na[12] (ulaşmaya) vesîleyi arayınız.) [13]
Bu âyet, çerçevesini çizdiğimiz vesîle ve tevessülün de meşrû’ olduğunun bir delîli olup, îmânla, amellerle ve şahıslarla tevessül etmeyi dahî içine alır. Hattâ müfterî ve gevezelerin çenebazlıklarına rağmen, tevessül denilince her ikisi de hemen akla gelir.
Bu âyetin, şahıslarla da tevessül etmeyi içine aldığını söylemek ne sırf rey/görüş iledir, ne de lüğatın genelliği iledir.[14]Aksine bu,
İbnu Abdi’l-Berr’in el-İstîâb’ın-daki bir rivâyette vardır: Hz. Ömer radıyellâhu anh, Hz. Abbas radıyellâhu anhümâ ile istiska ettikten sonra şöyle demişti: Vallahi bu Allah celle celâluhû’ya bir vesîledir ve O’nun katından bir rütbedir.[15]
Yine Fethu’l-Bârî’de[16]geçtiğine göre, Zübeyr İbn-i Bekkâr’ın El-Ensâb’ında geçen, Hz. Ömer’in radıyellâhu anh şu sözünü de buna ekleyebilirsiniz; “O’nu (Abbas’ı) Allah(celle celâluhû’y)a vesîle edininiz.”
Bu sözden, ondan düâ isteyiniz ma’nâsı anlaşılmaz. Zîrâ Hz. Ömer radıyellâhu anh ondan düâ istemiş, O da duâ etmek üzere öne geçmişti. Mü’minlerin Emîri’nin O’ndan duâ istemesi, O’nun da bunun için öne geçmesinden sonra, Hz. Ömer radıyellâhu anhu’nun bu sözünden ancak,
O’nunla Allah celle celâlu-hû’ya tevessül ediniz, yani, Allah celle celâluhû’ya, ‘bu zâtın hatırı için, bu ihtiyacımızı yerine getir,’ diye yalvarınız, ma’nâsına gelir. Nitekim Hz. Ömer radıyellâhu anhu’nun kendisi de öyle yapmıştı. (Kevserî’nin sözü bitti)
————————————————
Zübeyr İbn-i Bekkâr
Rivâyeti’nin Tahlîli
————————————————
Zübeyr İbn-i Bekkâr’ın el-Ensâb’ıelimizde mevcûd olmadığından senedi hakkında bir şey diyemiyeceksek de, İbn-i Hacer gibi bir Muhaddisin istimâl ettiği şu rivâyet hakkında bir ölçüde peşin bir i’timâdımızın olması, aksi sübût bulmadıkça, ilme ve edebe ters mi olur, dersiniz? Hayır…
Ancak, buna rağmen şu rivâyeti, Zübeyr İbn-i Bekkâr yoluyla, Hâkim de, el-Müstedrek’inde yapmıştır.
————————————————
Hâkim’in Rivâyeti
————————————————
Hâkim, Ebû Zekeriyâ Yahyâ b. Muhammed el- Anberî’den O, Hasan b. Ali b. Nasr’dan. O, Zübeyr b. Bekkâr’dan, O, Sâide b. Ubeydillah el- Müzenî’den, O, Dâvûd b. Atâ el Medenî’den, O, Zeyd b. Eslem’den, O, İbn-i Ömer’den…rivâyet etti. Hâkim bu rivâyeti yapar ve susar. Bir şey demez. Bu haberde geçen, İbn-i Abbas’ın düâsının sıfatını,
Zübeyr İbn-i Bekkâr açıkladı. Zübeyr İbn-i Bekâr, bunu yine Dâvûd yoluyla, Atâ’dan, O, Zeyd İbn-i Eslem’den, O, İbn-i Ömer’den rivâyet etti….
Ömer onlara, O’nu, başınıza gelmiş olan (kuraklık) musîbeti için Allah’a vesîle edininiz, dedi.
Belâzürî, bunu, Hişâm İbn-i Sa’d yolundan, Zeyd İbn-i Eslem’den, O, İbn-i Ömer yerine Babası (Eslem)-den rivâyet etti. Muhtemeldir ki, Zeyd (İbn-i Eslem)’in iki şeyhi vardır. (İbn-i Ömer ve Babası Eslem)[17]
————————————————
Câhil Bid’atçı Elbânî, Bu Rivâyet İçin Ne diyor?
————————————————
Elbânî şöyle diyor: Bu rivâyetin sıhhatli olduğu gerçek değildir. Zîra bu rivâyet, Medîne’li Dâvûd İbn-i Atâ’dan gelmektedir. et- Takrîb’de belirtildiği gibi, O, zayıftır.
Ez-Zübeyr İbn-i Bekkâr’ın O’ndan rivâyetini, El-Hâkim (3/334) nakleder ve hakkında konuşmaz, susar. Zehebî ise buna bir açıklama getirerek, Dâvûd metrûktür,der. Ayrıca rivâyet’in senedinde çelişki (ıztırab) dahî vardır. Bildiğimiz gibi, bunu, Hişam b. Sa’d, Zeyd b. Eslem’den rivâyet etmiştir ve rivâyetinde, İbn-i Ömer yerine, babasından, demiştir.[18] (Elbânî’nin sözü bitti.)
Deriz ki:Câhilliklerin ve hâin-liklerin neresinden başlasak ki?!..
Bir: Et- Takrîb’de, zayıftır denilmektedir, doğru.
İki:Lâkin, Hâfız Alâuddin Muğlatay, İkmâlü Tehzîbi’l-Ke-mâl’de,[19]“Dâvûd’un hadîsini, Hâkim, şâhid(haber)lerde,[20] rivâyet etmektedir” demektedir. Demek ki, Hâkim bu rivâyeti, bilmeden, kendi sahîhlik şartıyla çelişkiye düşerek, yapmadı. Aksine diğer sahîh rivâyetleri pekiştirmek için yaptı.
Üç:Şâhidlerde her zaman sıhhat şartı aranmaz. Nitekim Buhârî ve Müslim’de şâhid olarak yapılan bir çok rivâyetin senedinde kendinde (şiddetli olmayan) zayıflık bulunan râvîler vardır. Ancak her zayıf râvî de şâhid ve mütâbi’ olmağa elverişli değildir.[21] Ve her zayıflıkla suçlananrâvî, her zaman hadîsi zayıf yapmaz.
Dört:Zehebî, (Dâvûd terk edilen biridir)dediği yerde, başka şeyler dahî demişse de, Elbânî hâinlik yaparak, onları, Zehebî’nin şu sözünün başından makaslamıştır.
Zehebî şöyle diyordu:Bu (rivâyet), Banyâsî’nin Cüz’ünde âlî[22] bir isnâdla mevcûddur. Benzeri bir rivâyet, İbn-i Abbas’dan Sahîh olarak gelmiştir. Dâvûd ise metrûktür (kendisinden rivâyet terk edilen birisidir).[23]
Hâinliği görüyorsunuz değil mi?
Beş: Zübeyr İbn-i Bekâr ile Belâzürî’nin senedlerindeki farklılığı, yerini göstermeden, sanki kendisi bulmuş gibi, Fethu’l-Bârî’den alıp hemen, ızdırâbı yani çelişkiyi gördü ve keşfediverdi; ama aynı yerde İbn-i Hacer’in, Zeyd’in iki şeyhi olabilir, dediğini görmedi(!)
Öyle ya, olabilir ki, önce babasından almış, sonra da İbn-i Ömer’den almak şerefine kavuşmuştur. Veya, aynı hâdiseye şâhid olan babasını ve İbn-i Ömer’i dinlemiştir. Engel ne? Hevânın esîri olmak mı? Hâinliği seyrediyorsunuz değil mi? Diğer saçmalıklarla zamanınızı daha da zayi etmek istemem. Yeter…
Altı:Râvîyi veya senedi, Sağlam veya zayıf bulmak, büyük ölçüde ictihâdla alâkalı bir mes’eledir.,. Zayıftır diyenlere de vahiy gelmiyor. Öyleyse ne bildiniz, belki Dâvûd, Hâkim’e göre sağlamdır? Nitekim işinin zâhiri bunu göstermektedir.
Yedi:Kaldı ki, belli şartlarla teaddüd-i turuk/bir rivâyetin senedinin birden çok oluşu ile zayıf rivâyet hasen mertebesine çıkar. Yani, aynı mes’elede zayıflığı şiddetli olmayan değişik zayıf isnâdlarla gelen aynı haber, yolların birden fazla olmasıyla hasen mertebesine çıkar. Hasen Liğeyrihî hâline gelir ve delîl olur.Burada, yollar birden çok. Dolayısıyla, Hâkim’in bu rivâyetinin başka bir rivâyete Şâhid olmadığını farzetsek bile, başlı başına delîl olurdu.
Hâsılı, taarruzları boşunadır..
İmâm Kevserî devamla şöyle dedi: İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî’de şöyle diyor: Hz. Ömer radıyellâhu anhu’nun (Abbas’la tevessül ettikleri)ne dâir olan sözünde, onların Hz. Ömer radıyellâhu anhu’dan kendileri için Hz. Abbas radıyellâhu anhu’dan yağmur duâsı istemesi ma’nâsının olduğuna delâlet yoktur. Zîrâ, iki hâlde de (bu sözde) Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den şefâat dileyerek, Allah celle celâlü-hû’dan yağmur istemeleri ihtimâli vardır.
İbn-i Rüşeyd şöyle demiştir:İmâm Buhârî, insanların ‘imâmdan yağmur duâsı yapmasını istemeleri’başlığı ile evlâ yolla delîl getirmeyi murâd etti. Çünkü onlar, O’nunla Allah celle celâluhû’dan istiyorlar, Allah celle celâluhû da onlara yağmur yağdırıyorsa, (Allah celle celâluhû’dan) istemeleri için O’nu öne geçirmeleri daha münâsibdir. (Fethu’l-Bârî’den nakil bitti.)
İki hadîs Hâfızı İbn-i Hacer ve İbn-i Rüşeyd’in şu sözleri, O’nunla tevessül etmek demek, O’ndan duâ istemektir, diyerek vehimlere dalanların vehimleri(nin asılsız oldukları) hakkında hükmünü vermektedir. Tevessül ile duânın ne alâkası vardır?!.. Evet, bazen vesîle edinilen kimse,vesîle eden için duâ da eder. Ancak, bu, tevessülün ne Şer’an ne de lüğat olarak gösterdiği bir ma’nâ değildir.[24] (Kevserî’nin sözü bitti.)
Hem, bu âyeti, aklı putlaştırarak Şer’î bir sınırlandırıcı olmadan tahsîs veya takyîd etmek, Mü’minin cesâret edebileceği bir şey değildir. Yani Allah celle celâluhû’ya yaklaşmağa vesîle (vâsıta-sebeb) arayın, sözünü sınırlandırıp, Yâ Rabb!… Şu sâlih kulunun senin yanındaki hatırı[25] için beni bağışla, diyerek Allah celle celâluhû’ya yaklaşmağı bu âyetin dışında bırakmak hangi Şer’î, aklî ve luğavî delîl ile mümkindir?
————————————————
(İkinci Âyet)
Hâlbuki onlar, kâfirlere
karşı, (O’nunla Allah’dan yardım ve) fetih istiyorlardı
————————————————
(Hâlbuki onlar (Yehûdîler) kâfirlere karşı,  (O’nunla Allah’dan yardım ve ) fetih istiyorlardı..)[26]
Bu âyet-i celîlenin tefsîrinde, İbnü Ebî Hâtim[27], İbn-i Cerîr[28], Beğevî[29], Kurtubî,[30] ve Âlûsî[31] şu rivâyeti getiriyorlar:
(Yehûdîler’e bir musîbet geldiği, bir düşman ansızın onlara saldırdığı zaman, “Ey Allah’ım! Onlara karşı Âhir Zamanda gönderilecek olan, sıfatını Tevrat’ta bulmakta olduğumuz Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ile/onun hatırına bize yardım et” diye duâ ederlerdi.)
————————————————
Mühim Bir Nokta
————————————————
Buradaki, rivâyetin Sahîhlik derecesinden çok, bizce en mühim noktalardan biri, onun bu büyük müfessirler ve muhaddislerce kabûl görüp kitâblarına alınmasıdır. Böyle bir tevessülün açık âyetlere ters görülmemesidir. Hattâ bazı âyetleri daha anlaşılır kılan, tefsîr eden mâhiyyette görülmesidir. Kaldı ki bu rivâyet, İmâm Beyhekî‘ye göre en az Hasen rütbesindedir. Zîrâ bu, kitâbı için gözetmeyi va’dettiği bir esastır.[32]
Peki bu İmâmlar hatâ etmiş olamazlar mı? Edebilirler… Ama siz ey zavallılar!.. Siz hatâ etmezsiniz, söyledikleriniz her zaman açık âyetlerin hükmüdür(!); değil mi?
Haya îmândandır.[33]Âmennâ…
————————————————
(Üçüncü Âyet)
Şâyet onlar kendilerine zulmettiklerinde [34]
————————————————
(Şâyet onlar kendilerine zulmettiklerinde, sana gelseler ve Allah celle celâlühû’dan mağfiret isteseler ve Resûlullah sallallâhu aleyhi ve selem de onlar için mağfiret dilese, elbette Allah celle celâlühû’yu tevbeleri çok fazla kabûl edici ve çok merhamet edici olarak bulurlardı.)
Bu âyeti ölümden öncesi ile sınırlandırmak, hevâ îcâbı olan, hiçbir delîl bulunmaksızın yapılan bir sınırlandırmadır. Mutlak’ı mutlaklığı üzere bırakmak Ehl-i Hakk olan Ehl-i Sünnet’in ittifak ettiği husûslardandır. Sınırlandırma da ancak delîl ile olur. Hâlbuki burada âyeti sınırlandırıcı hiçbir delîl yoktur. Aksine Hanbelîlere varıncaya kadar, mezheblerin fakîhleri, bu âyetin ölümden sonrasını da içine aldığı görüşündedirler. [35]
————————————————
Utbî Kıssası[36]
————————————————
İmâm Hâfız Ebû Abdillâh Muhammed İbn-i Mûsâ İbn-i Nü’mân el- Mezâlî el Merrâküşî (607- 683) şöyle diyor: Bize rivâyet edildiğine göre Hâfız Ebû Sa’d es-Sem’ânî Ali radıyallahu anhu ve kerremellâhu vechehû’nun şöyle dediğini anlattı: Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’i defnettikten üç gün sonra yanımıza bir bedevî geldi, kendini Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabri üstüne attı, toprağından başına saçtı ve şöyle dedi:
Söyledin ve sözünü işittik. Senden anladığımızı sen Allah’tan anladın. Sana indirilen âyetler arasında, (şâyet onlar kendilerine zulmettikler vakit sana gelseler, hemen Allahtan af isteseler ve onlar için Resûl de af isteseydi, elbette Allah celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı) âyeti de vardı. Nefsime zulmettim ve benim için af dilemen maksadıyla geldim. Bunun üzerine kabirden hemen, (bağışlandın) diye ses geldi.[37]
İmâm Ebû Abdillâh Muhammed İbn-i Mûsâ İbn-i Nu’mân el- Mezâlî el Merrâküşî, yine kendi isnâdıyla, Muhamme İbn-i Nu’mân İbn-i Şibl el-Bâhilî’den şöyle dediğini rivâyet etti:[38]
Medîneye girdim ve Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine vardım. Bir de gördüm ki, bir bedevî devesini hızlıca sürüyor. Hemen devesini çöktürdü ve bağladı. Sonra kabr-i şerîfe girdi ve güzelce bir selâm verip hoş bir duâ yaptı. Sonra da şöyle dedi: Anam babam hakkı içün yâ Resûlelleh sallallâhu naleyhi ve sellem! Kesinlikle Allah celle celâlühû seni vahyine hâs kıldı ve sana içinde evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini topladığı bir kitâb indirdi ve kitâbında, (şâyet onlar kendilerine zulmettikler vakit sana gelseler ve hemen Allah’dan af isteselerdi, Resûl de onlar için af isteseydi, elbette Allah celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı) buyurdu. Dediği de haktır. Ben sana günahları i’tirâf ederek, seni Rabbine şefaatçı yaparak geldim. O da (şu âyetinde) va’dettiğidir. Sonra kabre döndü ve şöyle dedi:
Ey en hayırlısı, düzlükte kemikleri gömülenlerin!.. /Ve güzel koktuğu onların güzel kokusundan düzlüğün ve yüksek tepelerin.
Sensin o Nebî ki, umulur şefâati/ Sıratta, kaydığı zamanda ayaklar.
Canımdır fedâ o kabre ki, sensin sâkini/ Ondadır afâf, ondadır cömertlik, ondadır kerem.
Sonra da bineğine binip gitti. Ancak mağfiretle gittiğinde hiç şübhe etmiyorum İnşâellah.
Muhammed İbn-ü Abdillâh el-Utbî de bu haberi anlattı ve sonuna şu ilâveyi yaptı: “Derken uyuya kaldım ve hemen Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’i rüyâda gördüm, bana şöyle dedi: Ey Utbî! Bedevî’ye yetiş ve ona Allah celle celâlühû’nün onu bağışladığını müjdele.”

ĞURABÂ -30-

Merhûm Seyyîd Muhammed Alevî Mâlikî şöyle diyor: Bu haberi, İmâm Nevevî, (El-Îzâh: 498, el-Mecmû’: 8/276) Ebû’l-Vefâ İbn-ü Ukayl, İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kurani’l-Azîm (1/520-521),Ebû Muhammed İbn-ü Kudâme, (El-Muğnî, 3:556),Ebû’l-Ferec İbn-i Kudâme, (Şerh-i Kebîr, 3: 495),Mensur İbn-i Yûnus, (Keşşafu’l-Kınâ’, 5:30), İmâm Kurtubî (El-Câmi’, 5:265) gibi büyük müfessirler ve muhaddisler nakletmiştir. Hattâ, (büyük fakîh koca muhaddis) İmâm Nevevi, Utbî’nin bedeviden naklettiği bu beytleri, Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrini ziyâret esnasında söylemenin müstehab olduğunu söylemiştir. (El-Mecmû’, 8:274),(Mâlikî’den nakil son buldu.)

Mısbâh Muhakkiki Hüseyin Muhammed Ali Şükrî bu rivâyetin İbn-i Beşküvâl’in el-Kurbetü ilâ Rabbi’l-Âlemîne bi’s-Salâti alâ Muhammedin Seyyidi’l-Mürselîn isimli eserinin 16/Â varağında olduğunu söylemektedir.
Bu rivâyetler muhtemelen ayrı hâdiselerden haber vermektedir. Zîra, Sem’ânî, Utbî nisbetinin, Utbe ibn-i Ebî Süfyân’ın çocukları için kullanıldığını söyledikten sonra, Utbî nesebiyle anılan üç-beş kişiyi tanıtıyor. Bunların içinde Sahâbî veya tâbiî olan görülmemektedir. Bu yüzden, olabilir ki, biri diğerinden mülhem olarak gerçekleşmiştir. Hâdiselerin aynı olma ihtimâli de vardır. Şu iki rivâyet, aynı hâdise ise Utbî Hz. Ali zamanında yaşamıştır. Bu takdîrde Utbî’nin sözünü ettiği bedevî şahıs da aynı sahâbîdir. Çünki, olabilir ki, Hz. Ali radıyallahu anh’ın gördüğü bu hâdiseye Sem’ânî’nin tanımadığı ve bilmediği bir Utbî de şâhid olmuştur.
Nevevî ve diğer büyük İmâmların hâdiseden müstehablık hükmünü çıkarmaları bu ihtimâli kuvvetlendirmektedir. İlim Semânî-nin bildiği ve söylediğiyle de sınırlı değildir. O’nun da zâten böyle bir iddiâsı yoktur. Hâdise birse de rivâyetler arasında çelişki yoktur. İki şekli de mümkindir.
 

————————————————

Hikâyenin Bizce En Mühim
Noktalarından Bir Kısmı
————————————————
Bir: Bunca büyük muhaddisler ve müfessirlerce şu rivâyet’in kabûl görmesi ve Kur’an’ın açık âyet-lerine ters bulunmaması ve şirk kabûl edilmeyip, güzel bulunarak kitâblarına alınmasıdır. Hattâ, müs-tehab kabûl edilmesidir.
İki: Bin seneyi aşkındır, hiçbir müctehid, muhaddis, müfessir ve fakîh tarafından şirk olarak görülmemesi, kimsenin Nevevî’ye müşrik damgası vurmaması… İbn-i Kesîr’in meşhûr dediği bu hikâyeye, kendisi ve hiçbir âlim tarafından karşı çıkılmaması… Bâtıl olmadığında bir çeşit sükûtî bir icmâın gerçekleşmesi gibi yanlarıdır.
Üç: Bu rivâyetin sıhhat derecesi ise daha sonra gelecek olan başka bir husûstur…
Dört: Bir de bilenler bilir ki, sahîh bir isnâdı yoksa da (müctehid ve muhaddis) insanların kabûl ettiği hadîsin sahîh olduğuna hükmedilir.[39] Hattâ, Ümmet’in kabûl ettiği hadîs, bize göre Mütevâtir ma’nâ-sındadır. Çünki, büyük imâmlarımız-dan Cessâs, Ahkâmu’l-Kurân’ında bir başka münâsebetle şöyle dedi: Ümmet bu iki hadîsi her ne kadar gelişi âhâd olan/Mütevâtir ve Meşhûr olmayan yolla olsa da kabûl ile karşılamış ve almıştır. Bu yüzden Mütevâtir kapsamında olmuştur. Çünki, insanların kabûl ile karşılayıp aldığı Haber-i Vâhidler bizce birçok yerde açıkladığımız sebeble Müte-vâtir ma’nâsındadır.[40] (Cessâs’dan nakil bitti)
Beş: Utbî kıssası, yukarıdaki nakillerde de görüldüğü gibi âlimlerimizce kabûl gören ve muhtevâ-sıyla amel etmek müstehab kabûl edilen bir haberdir. O hâlde, bir görüşe göre, -senedi zayıf bile olsa- Sahîh, hattâ, Mütevâtir ma’nâ-sındadır.
Hâsılı, Utbî’nin haber verdiği bedevi’nin bu işi bir Tevessül’den ibârettir. Hakîkî fail Allah celle celâlühû’dur.Ve siz ey câhil yobazlar!… Hangi İslâm, hangi ilim, hangi irfan ve hangi hayâ ile bu ameli şirk, ve onu kabûl eden ve bununla amel eden bunca büyükleri müşrik ve kula ibâdet eden kimseler olarak kabûl edebilirsiniz?!…
————————————————
(Dördüncü Âyet)
O Çağırdıkları, Onların En
Yakın Olanları Hangileri İse, O’na Yaklaşmağa
Vesîleyi Ararlar.”
———————————————–
(O (ilahlar olarak)[41] çağır(ıp ibâdet yap)dıkları,[42] onların (Allah celle celâluhû’ya) en yakın olanları hangileri ise, (onlar yine de), O’na (Allah’a) yaklaşmağa vesîleyi ararlar.)[43]
Bu âyetteki (yed’ûne) lafzı, Selef tarafından, “sesleniyorlar” şeklinde değil de (ya’budûne), “ibâdet ediyorlar” şeklinde tefsîr edilmiştir. Nitekim bu ma’nâlandırma İbn-ü Mes’ûd’dan sahîh rivâyetlerle gelmiştir.[44] Nasıl böyle olmasın ki, İmâm Buhârî ve diğerlerinin rivâye-tine göre Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem Bedir’de geberen müşriklere seslenmiştir.[45] O’nu hangi dinsiz -hâşâ- “ölülere seslenmekle onlara ibâdet eden” biri olarak i’lân edebilir?!… Bu vesîle, amel diye de tefsîr edilmektedir ki, bu dahî doğrudur ve şahıslarla tevessülü de içine alır. Zîrâ, falanca için beni affet veya bana şu makamı ver demek, o sâlih kişiyi ben seviyorum bu bir sâlih amelimdir, bunun veya onun sâlih amelleri hatırı için beni affet,veya bana şunu ver demektir.Yani, zâtlarla tevessül dahi her bakımdan sâlih amellerle tevessüldür…
Suâl: Peki bunlar/âyette sözü edilenler hangi sâlih zâtlarla tevessül etmiş olabilirler?
Cevâb:Muhtemelen Âdem aley-hisselâm’ın, yaptığı gibi, onlar da Efendimiz sallallâhu aleyhi ve selem ile tevessül ediyor olabilirlerdi, ki, Âdem aleyhisselâm’ın bu tevessülü sahîh bir hadîsle sâbittir, nitekim ileride gelecektir. Tevessül’ün meşrûluğu için açık bir âyet olan bu âyeti tevessül aleyhine delîl olarak görebilecek kadar ilmi ve fıkhı olanları Allah celle celâluhû nazardan saklasın!.. Bir de, (kelimeleri yerlerinden tahrîf ediyorlar)[46] âyetinde de ifâde edildiği gibi, âyetin ma’nâsını ya bilerek veya bilmeyerek değiştirilmektedir. İleride bu bahis inşallah bir daha gelecektir.
————————————————
(Beşinci Âyet)
Mûsa Aleyhisselâm’ın Taraftarlarından Olan Kişi, Düşmanlarından Olan Kimseye Karşı Ondan Meded İstedi.[47]
————————————————
(Mûsa aleyhisselâm’ın taraftarlarından olan kişi, düşmanlarından olan kimseye karşı Ondan[48] ğavs/meded istedi.)[49]
Bu âyette Mûsâ aleyhisselâm’ın taraftarlarından olan biri düşmanlarından olan birisine karşı, bir kul olan Mûsâ aleyhisselâm’dan isti-ğase etti.[50] Bu, tevessül ma’nâsına bir şeydir. Gerçekte meded istenen ve eden Allah celle celâlühûdür.
Eğer, (bu âyetteki istiğase/ meded isteme, diriden istenilen bir mededdir, dirinin medede gücü yeter, ölünün ise yetmez) diyorsanız, biz de zâten bu âyeti, (ister diri olsun, ister ölü olsun, kulun, kuldan istiğase edebileceğine dâir bir delîl olarak buraya almıştık), deriz. İleride inşâellah İmâm Buhârî’den bunu te’yîd eden sahîh bir hadîs nakledeceğiz. Zîrâ biz Ehl-i Sünnet Müslümanlarının inancında, kudret, diri de olsa, müstakil olarak Allah celle celâluhû’dan bağımsız olarak, -O kadir kılmadıkça- bir mahlûka nisbet edilmez. Edilirse, bu, ya küfür olur, ya da sapıklık. Mahlûkun güç yetirmesi Allah celle celâluhû’nun bu gücü vermesiyle oluyorsa, -ki öyledir- bizce ölü ile diri arasında bu noktada hiçbir fark yoktur. Allah celle celâluhû mu’cize veya kerâmet yoluyla ölüye meded etme gücü vermeye kadirdir. Hattâ, ölü veya diri sıradan bir kul bile rü’yâsında (kalk namaz kıl, vakit geçmek üzere)veya (duvar üzerine yıkılacak kalk dışarı çık) diyerek size meded edebilir ki, gerçekte bu meded Allah celle celâluhû’dan, sebeb olarak da, o kuldan olur. Allah celle celâluhû’nun izni ve kadir kılmasıyla böyle bir meded olabiliyorsa, ve olmuş ise, bu inançla böyle bir mededi, kuldan beklemek neden câiz olmasın?… Lâ fâile illâ Hû… Ya’nî O’ndan başka hiçbir fâil(-i hakîkî) yoktur.. Çünki, âyetlerde şöyle buyruldu: “Sizi de yapmakta olduklarınızı da Allah yarattı.”[51]Allah celle celâlühû her şeyi yaratandır.”[52]

(İnşâellâh devâm edecektir.)

 


[1] [Ahmed, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Esmâ b. Ebî Bekr radıyellâhu anhâ’dan, Müslim, Âişe radıyellâhu anhâ’dan], Et-Teysîr: 2/454

[2] Şu zavallıların birçoklarıyla yurt içinde ve yurt dışında bu mevzû’da bir hayli münâzaralarımız oldu. Tek sermâyeleri câhillik, idrâksizlik, yalan ve kandırmaktan ibârettir. Münâkaşa için her zaman gözü açılmamış bilgisizleri ararlar. Hafif bir konuşmadan sonra işi şirretliğe ve ağız kalabalıklığına vardırır, haklarından gelemeyeceklerini gördükleri kimselerle bir daha bir araya gelmekten sakınırlar. Birçok da’vetlere rağmen selâmeti hep kaçmakta bulurlar. Muârızlarının eserlerini okumaya tahammül edemeyecek kadar yobazdırlar. Okusalar da bunu hakkı aramak maksadıyla yapmadıklarından gözleri doğruyu göremez halde kalırlar. Yeryüzünde haksız yere kibirlendikleri için bütün âyetleri görseler de onlara teslîm olamazlar; hidâyet yolunu görseler onu yol edinmezler; ama sapıklık ve taşkınlık yolunu görseler onu yol edinirler. Âyet ile âyetten çıkardıkları bâtıl ve fâsid manaları ve dahî hadîsle hadîsden anladıkları yanlış ma’nâları hep karıştırırlar; halt ederler. Birçok âlim(!) zevâtına yaptığımız nice da’vetler hep karşılıksız kalmıştır. Yine de hazırız, bekliyoruz.

[3] Sıhâh, ((و س ل/v-s-l) maddesi),4/1497), Muhtâru’s-Sıhah ( ( و س ل/v-s-l) maddesi), el-Misbah ((و س ل/v-s-l) maddesi), Tâcu’l-Arûs ((و س ل /v-s-l) maddesi),   

[4] Kâmûsü’l-Muhît ((و س ل /v-s-l) maddesi, 1068 )

[5] Sıhâh, ((و س ل /v-s-l) maddesi), 4/1497), Muhtâru’s-Sıhah ( ( و س ل /v-s-l) maddesi),

[6] Ahterî, ((و س ل /v-s-l) maddesi),
[6] Ahterî, ((و س ل /v-s-l) maddesi),

[7] İbnü’l-Esîr, en-Nihâye: 5/185

[8] Seyyid Şerîf, Tâ’rifât ((و س ل /v-s-l) maddesi ):

[9] Zemahşerî, Keşşâf: 1/256. Keşşâf sâhib lüğat ma’nâsı olarak şu ifâdeyi kullanmıştır. Ondan sonraki ifâdelerinin tahlîli ise bir başka husustur.

[10] Sâffât: 96

[11] İmâm Karâfî, el-Furûk: 2/59-61(den seçilerek)

[12] Allah celle celâlühû’ya (yaklaşmaya, varmaya)

[13] Mâide: 35

[14] Ma’lûmdur ki, vesîle kendisiyle başka bir şeye yaklaşılacak her bir (gayr-ı meşrû’ olmayan) şey, vâsıta ve tevessül de bu vâsıtayı elde etmek ve ona tutunmak idi. Bu, sâdece lüğatın umûmu/geneli ile olsaydı, yine de istidlâle/delîl getirmeye yeterdi; ma’nâyı, delâletiyle gösteren bir delîl olurdu ki bu delîl getirmede üçüncü mertebede bir kuvvete sâhibdir..

[15] [İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî: 2/519], Kevserî, Makâlât: 379

[16] [İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî: 2/398-399], Kevserî, Makâlât: Aynı sahîfe.

[17] İbn- i Hacer, Fethu’l-Bârî: 3/186

[18] Tevessül: 95-96

[19] Alâuddin Muğlatay, İkmâlü Tehzîbi’l-Kemâl: 4/ 259

[20] İhticâc yani tek başına olarak delîl getirmek için değil de, getirilen hücceti te’yîd ve takviye için

[21] İbn-i Kesîr, el- Bâisü’l-Hasîs: 57, Leknevî, Zaferu’l-Emânî: 319

[22] Râvîleri diğer isnâdlara nisbetle daha az onlardan daha kıymetli veya en az onlar kadar değerli bir isnâd.

[23] Hâkim, el-Müstedrek: 3/334

[24] Yani, düâ etmek ne lûğatın ne de Şerîat’ın Tevessüle yüklediği ma’nâ değildir.

[25] Ki, bu hâtır, O’nun sâlih amelleri yüzündendir.

[26] Bakara:89

[27] İbnü Ebî Hâtim: 1/171

[28] İbnü Cerîr: 2/333-336

[29] Beğevî: 1/93

[30] Kurtubî: 2/21

[31] Rûhu’l-Meânî: 1/320

[32] Delâilü’n-Nübüvve Mukaddimesi: 1/46

[33] [Müslim, Tirmizî, İbn-ü Ömer radiyellâhu anhu’dan], et-Teysîr: 1/510

[34] Nisa: 64

[35] Allâme Ğumârî şöyle diyor: Şu âyet hayât hâlini de ölüm hâlini de içine alacak umûmî/ma’nası genel olan bir âyettir. Onu bunlardan biriyle sınırlandırmak bir delîle muhtâcdır. O da burada yoktur.
     Eğer, Âyete, umîmî olmak/genel olmak nereden geldi ki, onu, hayât hâliyle sınırlandırmak delîle muhtâc olsun? denilse,
     Şöyle deriz: Fiilin şart siyâkında/şarttan sonra bulunmasından. Usûlde yerleşmiş bir kâide vardır: Fiil şart siyâkında bulunursa umûmî olur. Çünki fiil, kendinde nekire bir masdarı bulundurduğu için nekire ma’nâsındadır. Nefiyden veyâ şarttan sonra gelen nekire ise vaz’ bakımından umûmî/genel olur.
İbn-i Kesîr bu âyetin tefsîrinde Bedevî’nin meşhûr hikâyesini zikretti. Onu, Beyhekî Şuab(u’l-Îmân)da, İbnü’l-Cevzî, Mesîru’l-Ğarâmi’s-Sâkin’de ve İbn-i Asâkir, Târîh’de, Muhammed İbn-i Harb el-Hilâl’den rivâyet ettiler. (Utbînin kıssasını anlattı.)
Hâfız İbnü Abdi’l-Hâdî el-Makdisî şöyle dedi: Bu hikâyeyi, ba’zıları Utbî’den isnâdsız olarak rivâyet ettiler. Ba’zıları onu, Muhammed İbn-i Harb el-Hilâlî’den, rivâyet etmektedir. Kimileri de onu, Muhammed İbn-i Harb’den, O, Ebû’l-Hasen ez-Za’ferânî’den, O dahî Bedevî’den rivâyet etmektedir. Beyhekî bunu, Şuabu’l-Îmân kitabında muzlim/karanlık, râvîleri tanınmayan bir isnâd ile Muhammed İbn-i Yezîd el-Basrî’den, O da Ebû Harb el-Hilâlî’den rivâyet etti……(İbnü Abdi’l-Hâdî’den nakil bitti.)
Ben (Ğumârî) de şöyle derim: İbnü Abdi’l-Hâdî’nin anlattıkları, en fazla, hikâyenin zayif olmasını gerektirir. Çünki, râvîlerinde yalancı veya yalanla ithâm edilen bi kimseyi zikretmedi. Bilhassa, onu, İbn-i Kesîr zikredip hakkında bir şey söyleyerek onu tenkîd etmedi. Aynı şekilde, önceden de geçtiği gibi onu Beyhekî de rivâyet etti. Şu hikâyeyi Hâfız Sehâvî de el-Kavlü’l-Bedî’de zikretti. Üstelik biz onu delîl olarak ileri sürmek ve onunla hüccet beyân etmek için zikretmedik. Çünki biz hikâyeleri delîl getirmez ve onları hüccet kabûl etmeyiz. Biz onu sadece istînâs ve önceden getirdiğimiz âyetin umûm bildirdiğini îzâh için getirdik. Şu bakımdan ki, Bedevî -ki o bir Arab’dır- âyetten bunu anladı. Bununla beraber, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem rüyâ’da, onun hakkında şefâat etmesiyle, Allah celle celâlühû’nun Bedevî’yi affettiğini haber verdi. Sonra bu kıssa için bir şâhid buldum: İbnü’s-Sem’ânî, ed-Delâil’de şöyle dedi: Bize Ebû Bekr Hibetü’llâh ibnü’l-Ferec haber verdi. (O), bize, Ebû’l-Kâsim Yûsuf İbn-ü Muhammed İbn-ü Yûsuf el-Hatîb haber verdi (dedi). (O), bize Ebû’l-Kâsim Abdurrahmân İbn-ü Ömer İbn-ü Temîm el-Müeddeb haber verdi (dedi). (O), bize, İbrâhîm İbn-ü ‘Allân rivâyet etti (dedi). (O), bize, Ali İbn-ü Muhammed İbn-ü Ali haber verdi, (dedi). (O), bize Ahmed İbn-ü Heysem et-Tâî rivâyet etti (dedi). (O), bana babam, babasından, (O), seleme İbn-ü Küheyl’den, (O), Ebû Sâdık’dan, (O), Ali İbn-ü Ebî Tâlib radıyallâhu anhu’dan şöyle dediğini rivâyet etti (dedi):
Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’i defnetmemizden sonra bir bedevî geldi ve kendini Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabri üstüne attı, topraklarından başına saçtı ve şöyle dedi: ‘Yâ Resûlellah sallallâhu aleyhi ve sellem! Söz söyledin/ ve sözünü işittik. Sen Allah celle celâlühû’dan (aldın) anladın, biz de senden (alıp) anladık. Allah celle celâlühû’nun indirdikleri arasında ‘Şâyet onlar kendilerine zulmettiklerinde sana gelseler, Allah celle celâlühû’dan af dileseler ve Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem da onlar için af isteseydi Allah celle celâlühû’yu elbette tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı’ âyeti de vardı. Ben kat’iyetle, kendime zulmettim ve benim için af istemen maksadıyla geldim.’
Ardından kabirden, affedildin!… diye seslenildi. (Rivâyet son buldu.)
Hâfız Süyûtî, bunu Tenvîru’l-Halek‘de nakletti. İbnü Abdi’l-Hâdî, es-Sârimu’l-Münkî’de bu eser’e işâret ederek, isnâdını bazı yalancılar uydurdu dedi; ama bunu delîl ile açıkla(ya)madı. İbnü Abdi’l-Hâdî -hâfız olmasına rağmen- kendi görüşü için taassubda çok inad eden biridir. (Er-Reddü’l-Muhkem: 45-47)
 

[36] Bu Kıssayı önceki birkaç makâlede dahî zikrettik ise de, hem şu Tevessül mes’elesiyle doğrudan alâkası bulunması ve zihinlere iyice kazınması maksadıyla burada da bir daha nakletmeyi münâsib bulduk. Muhâtab ve bize hasım olanların bir şeyi bıktıracak kadar tekrâr etmelerindeki hedeflerini bir daha düşünmenizi istirhâm ediyoruz.

[37] Mısbâhu’z-Zalâm: 21      
   [37] [Bu rivâyeti benzeri bir lâfızla şu İmâmlar da rivâyet etti: İmâm Beyhakî, Şuabu’l-Îmân’da: 3/495,(4187), İmâm İbn-i Kesîr, Tefsîrinde: 2/306, İmâm Kurtubî, Tefsîrinde: 5/265, İmâm Nesefî, Tefsîrinde: 1/234, İmâm İbn-i Kudâme, el-Muğnî’de: 3/557, İmâm İzz b. Cemâa, Hidâyetü’s-Sâlik’de: 3/1383, İmâm İbnü’l-Cevzî, Müsîrul-Ğarâmi’s-Sâkin’de: 2/301, İmâm Sâlihî Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd’da: 12/380, İmâm Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ’da: 4/1361, İmâm Ebû’l-Yümn b. Asâkir, İthâfu’z-Zâir’de: 68-69, İmâm İbnü’n-Neccâr, ed-Dürretü’s-Semîne’de: 224, İmâm İbn-i Hacer el- Heytemî, Tühfetü’z-Züvvâr’da: 55], Kitâbı tahkik edip neşredenin dıp notu: Aynı yer (22)
[37] Mısbâhu’z-Zalâm: 22-23

[38] Mâlikî, Mefâhîm: 157-158

[39] [İbn-i Abdi’l-Berr, el-İstizkâr:1/203, Süyûtî, Tedrîbu’r-Râvî: 25, İbn-i Hümâm, Fethu’l-Kadîr: 1/217,3/143, Dârekutnî (Mâlik’den): 4/40, Süyûtî, Teakkubât: 12,13], Tânevî, İ’lâ Mukaddimesi, Kavâid Fî Ulûmi’l-Hadîs: 39-40  

[40] [Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân: 1/386], Tânevî, İ’lâ Mukaddimesi, Kavâid Fî Ulûmi’l-Hadîs: 40

[41] Celaleyn (Sâvî ile): 3/497

[42] [Melekler, Mesîh ve Uzeyr aleyhimesselâm, (İbn-ü Cerîr, İbn-ü Ebî Hâtim ve İbn-ü Merdûye, İbn-i Abbas radıyallahu anhümâ’dan.)],
    Ed- Dürrü’l- Mensûr: 5/305)

[43] İsrâ: 57

[44] [Abdurrezzâk, Firyâbî, Saîd İbn-ü Mansûr, İbn-ü Ebî Şeybe, Buhârî, Nesâî, İbn-ü Cerîr, İbn-ü Ebî Hâtim, Taberânî, Hâkim, İbn-ü Merdûye ve Ebû Nüaym, İbn-ü Mes’ûd radıyellâhu anhu’dan.] Ed-Dürrü’l-Mensûr: 5/305

[45] Bir: Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, Ehl-i Kalîb’e muttali’ oldu ve buyurdu ki, Rabbinizin size va’dettiği(azâbı)ni hak/gerçek bul dunuz mu? O’na sallallâhu aleyhi ve sellem’e, ölülere mi sesleniyorsun? denildi. Bunun üzerine, Siz, onlardan daha çok işiten kimseler değilsiniz. Ancak, onlar cevâb veremezler, buyurdu.[45] [Buhârî, (1370) Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî, İbn-i Mâce, İbn-ü Ömer radıyallâhu anhümâ’dan], İbn-i Receb, Ehvâlü’l-Kubûr: 133
   İki: Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz ölen müşriklere seslenerek, Ey Ebû Cehl İbn-i Hişâm!.. Ey Umeyye İbn-ü Halef!.. Ey Utbe İbn-i Rebîa!.. Rabbinizin size va’dettiğini gerçek bulmadınız mı yoksa? Doğrusu ben, Rabbimin bana va’dettiğini kesinlikle ger çek buldum, buyurunca, Ömer radıyallâhu anhu, O’na, Rûhsuz cesedlere nasıl konuşuyorsun, yâ Resûlellah? dedi. Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem de, canım elinde olan Allah celle celâlühû’ya yemîn ederim ki, söylemekte olduğumu siz onlardan daha iyi işitmiyor sunuz, buyurdu.[45] [Buhârî (3976) ve Müslim (2875), Enes radıyallahu anhu’dan], İbn-i Receb, Ehvâlü’l-Kubûr : 132      

[46] Nisâ: 46, Mâide: 13

[47] Kasas: 5

[48] Mûsâ aleyhisselâm’dan

[49] Kasas: 5

[50] O’ndan medet istedi, O’na, yetiş imdâdıma, yetiş!.. dedi.

[51] Sâffât: 96

[52] Zümer: 62