PAYLAŞ
alt
PDF'e AktarYazdır
 
FETVÂDA  ACELE  ETMENİN TEHLİKESİ
 
Muhammed Zâhid El-Kevserî Rahimehullah

Tercüme: Emin Ali YÜKSEL


İmam Süfyân b. Saîd es-Sevrî rahmetullahi aleyh’e, zamanındaki muhaddislerin çokluğundan bahsedilince şöyle dedi: Denizciler haddinden fazla çoğalırsa gemi batar. Sen bu sözü günümüz müftîlerinin çokluğu için de söyleyebilirsin.

Kur’ân’ın inişine şahid olan ve dinî ilimleri doğrudan Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’den alan Sahâbe, fetva vermekten çekinirlerdi. Bazısı, yanlış yaparım endişesiyle kendisine sorulan bir meselenin cevabını diğerine havale ederdi. Sahihu Müslim’de rivayet edilmiştir ki, Ebul-Minhal, Zeyd İbnü Erkam radıyellâhu anhu’ya sarfla/para bozmakla alakalı bir mes’ele hakkında sormuş, Zeyd de şöyle cevap vermiştir: Bu meseleyi el-Berâ İbnü Âzibe sor. (Ebu’l-Minhâl suâli) el-Berâ‘ya sorunca, O da Zeyd’e sor” demişti… [1]
El-Muhaddis’ul-Fasıl isimli eserin müellifi Ebu Muhammed er-Râmehurmuzî de Abdurrahman ibnü Ebî Leylâ‘nın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ben bu mescidde yüz yirmi kadar ensâr tanıdım. Hiçbiri hadis rivâyet etmeyi istemezdi. Diğer kardeşinin bu işi daha güzel yapacağını düşünürdü. Yine kendisine sorulan fetvalara arkadaşının daha güzel cevap vereceğini umardı.
Yine el-Râmehurmuzî, eş-Şaden şöyle rivayet eder; Şaye size bir sual sorulduğunda nasıl yapardınız? diye sorulunca, eş-Şa şöyle dedi: Tam bilene düştün; birisine bir suâl sorulduğunda arkadaşına onlara sen fetva ver derdi. O da diğerine havale ederdi, bu o kadar uzardı ki suâl dönüp dolaşıp ilk sorula na gelirdi.[2]
Büyük imamlardan birisi şöyle demiştir: İlim kaybolacak diye Allah’tan korkum olmasa, asla kimseye fetva vermezdim. Fetvayı alan ihtiyacını giderip rahatlık içindeyken, mes’ûliyyet benim sırtımda kalıyor.
Şayet Selef ilmi gizlemenin günahından korkmasaydı bir kere dahi fetva vermeye kalkışmazdı. Bu mevzuda ilk devir ashabının, fetva vermenin sorumluluğundan ne derece sakındıklarına dair birçok rivayet vardır. Fakat tam aksine, bugünkü insanları fetva vermek ve sorumluluğu yüklenmekte izdiham içerisinde yarışırken görüyoruz. Ülkede neşredilen hiçbir gazete ve mecmua yok ki birçok mesele hakkında (sorumsuzca) fetva içermesin. Aynı şekilde bu mezhepsizlerin hiçbir vaaz ve nasihat meclisleri olmuyor ki, orada itikadî ve amelî mevzularda uydurulmuş fetvalar verilmesin. O kadar ki basit bir yazar dahi çok tafsilatlı ve zor bir meselede fetva vermekte bir beis görmez, elinde Ferecullah el-Kürdistanî ve eş-Şeyhu’l-Harranî[3]nin fetva kitapları varsa, başka bir şey araştırmaz, bu kitaplarla iktifa eder. Mesela bu fetva kitaplarından talik-i talakla alakalı iki sahife dolusu naklediyor ve bu eserlerdeki fetvaları gazete ve mecmualarda yayımlıyor. Üstelik eserleri basanın güvenirliğinden, bastığı kitabın ifadeleri üzerinde ekleme çıkarma veya -basanın kendi görüşüne göre- düzeltme gibi bir tasarrufta bulunmadığından ya da hevaya kapılarak hareket etmediğinden emin olmak ihtiyacı hissetmeden; kitaptaki görüşlerin gerçeğe uygunluğunu, müellifin ne kadar doğru söylediğini ve şaz görüşüyle hak cemaatten ne derece saptığını düşünüp tahkik etmeden neşrediyor!
Dini meseleler öyle büyük işlerdir ki, büyük âlimler dahi bunları tahkik ederken bazen hata etmişlerdir. Yeni yetme yazarlar tabiî ki hata edeceklerdir. Üstelik aynı meselede değişik kaynaklardan gelen tashih, iptal, helal ve haram kılma gibi çelişkili fetvalar, güven ve birlik içerisinde olan milletin değerlerinin parçalanmasına sebep olacaktır. Hatta ümmetin kalbinden fetva vermenin heybeti, Şer-i Şerif’in yüceliği ve âlimlere hürmetin yok olmasına varıncaya dek dinde gevşemeleri meydana getirecektir. Doğu ve batıdaki Müslümanlar böylesi bir anarşinin devam ettiğini gördükleri zaman, gönüllerinde Mısır ulemâsına karşı taşıdıkları saygı, tazim, güven ve itimad kalplerinden sökülüp gidecektir.
İlim ehli hakkında ötede beride söylenen şu sözleri duymak ağırımıza gidiyor: Şunlar, birbirlerini seven, yardımlaşan, dayanışma içinde olan kardeşler olmaları gerekirken, birbirlerine saldırmak ve birbirlerini eleştirmekten başka yaptıkları hiçbir şey yok. Müslümanların gruplar halinde bölük pörçük olmalarını engelleyen birlik yolunda çalışacakları yerde bu zevâtın, maaş alıp oturmaktan veya her önlerine gelenin dümen suyuna girmekten başka bir şey yaptıklarını görmüyoruz.
Allah biliyor ki, asrındaki fakihlerin önderi Şeyh Muhammed Bahît rahmetullahi aleyhvefat ettikten sonra Mısır memleketi, hariçteki ilmî hürmet ve itibarından çok şey kaybetti. O, kadıların ve ulemânın müşkillerini halletme hususunda yeryüzünde başvurulan bir kaynaktı. Hangi kâdı ve fakih müşkil bir meselede ona müracaat etse, müşkilini kendi mezhebi üzere halleden cevabını hazır ve kendisine ulaşmış olarak bulurdu. Neticede kâdı onun verdiği hükümle hükmeder, müsteftî de ondan gelen fetvayla amel ederdi. Zira o, mezheplerin fıkhı alanındaki geniş araştırması, ders verme, kazâ ve iftâ ile olan uzun mümâresesinden dolayı bir şeyi nakzettiği zaman tam nakzeder, (delillerini tam getirir) bir hüküm verdiği zamanda da tam ikna ederdi. Bu cihan âliminin kadı ve müftîler nazarındaki mevkii çok büyüktü. Ben, Şeyh’e başvuran büyük kadılardan birini tanıyorum. Fıkhî derinliği olmasına rağmen, müşkil gördüğü mevzularda fıkıh kitaplarındaki kimi ifadelerin nasıl anlaşılacağı mevzusunda, kendi görüşünü te’yid etmek için ona müracaat ediyordu. Neticede sormuş olduğu meselenin cevabı kısa bir zamanda kendisine ulaşırdı. Ama ŞeyhBahît rahmetullahi aleyh’e vefat ettikten sonra aynı kâdı, onun döneminde alıştığı gibi Mısır dışında vereceği bir hüküm hakkında yine Mısır’a müracaat ettiğinde, vereceği hükmü oradan gelecek olan cevaba kadar erteledi. Ne yazık ki bir ay, iki ay, üç ay, derken hiç cevap alamadan aylarca bekleye durdu. İslam Aleminin liderliği böyle mi muhafaza edilir?!! 
Hatta geçenlerde öyle bir fetva gördük ki, fetvayı veren makama layık olan, meseleyle alakalı ihtilâf vecihlerini, cumhûrun delillerini toplamak ve bu mevzudaki şaz görüş beyan edenlerin görüşlerinin nazar-ı itibardan sâkıt olma gerekçelerini ortaya koymak iken, o makamlar, yukarıda zikri geçen fetva kitaplarına kanıp nakilde gevşeklik yaparak cumhûrun ittifak ettiği görüşe aykırı verilen bu fetvayı, birçok Sahâbe, Tabiin ve selef fakihlerine nispet ediyorlar. Hâlbuki Sahâbe, Tabiin ve selefin birçoğundan sâbit olması şöyle dursun, böyle bir söz tek bir sahabiden, tek bir tâbiinden veya tek bir selef fukahâsından sabit değildir. Hatta bu mes’ele, seleften halefe, üzerinde icmâ oluşmuş bir meseledir. 
Aslında bütün mesele şudur: İbn Hazmhicri 5. asırda gerekli titizliği göstermeden, Hz. Alî kere-mellâhu veche‘nin zulüm ve zorlama sebebiyle meydana gelmiş bir olay hakkında vermiş olduğu hükmünü, “ikrah olmadan yeminini bozma”ya tahvil etmiştir.[4] Nitekim bunun benzerini Tâvûs’tan yaptığı rivayette, nakilde hıyânet ederek yapmıştır. Aynı şekilde Şureyh’in verdiği hükümde de kelimeleri tahrif etmiştir. Üstelik rivayetteki “onu bid’at olarak görmedi”[5] ibaresi gösteriyor ki, Şureyh, talakı şarta bağlayan kimsenin yaptığı işi bid’at olarak görseydi talakın gerçekleştiğine hükmedecekti.
Sahâbe’nin hiçbirinden, hilâfına görüş sahih olmadığı halde, İbn Ömer’in fetvası, “Adama zulmettiniz” diyen Hz. Ali’nin hükmü, İbn Mes’ud’un kavli ve Ebu Zer ile ez-Zübeyr’in (Allah celle celâlühû hepsinden razı olsun) amelleri, Abdurrez-zak, Veki’ ve İbn Ebi Şeybe’nin el-Musannef’lerinde, Sa’id İbnü Mansur ve el-Beyhaki’nin es-Sünenlerinde ve İbn Abdilberr’in et-Temhid ve el-İstizkâr’ı ve diğer kitaplarda bulunan fetvalara nazaran Tâbiûn ve Tebeu’t-Tâbiin fukahasından nakledilen icmâ, evet bütün bunlar, Zâhirî’lerden ve bu meselede onlara kuyruk olanlardan sadır olan şaz kavillerin aleyhine/yanlış olduğuna hükmeder. Herhangi bir âlimin yukarıda zikrettiğimiz kitapları ve emsalini okumadan bu mevzularda mevzuşması doğru değildir.
 (İbn Ebî Şeybe‘nin el-Musannef’i 8 cilt halinde İstanbul’daki Murad Molla Kütüphanesi’nde, yine Abdürrezzâk‘ın El-Musannef’i keza aynı yerde mevcuttur. Et-Temhîd’in ise 8 cildi yine İstanbul’daki Köprülü Kütüphanesi’nde bulunmaktadır ve Dâru’l-Kütübi’l-Mısriyye’deki nüsha, bu nüsha ile tamam olmaktadır.)
Ebu’l-Hasan et-Takiyyu’s-Süb-kî, ed-Dürretu’l-Mudiyye sinde, mezkûr el-Fetâvâ sahibinin şu zikrettiğimiz kitaplardan yaptığı nakillerinde işlemiş olduğu hıyaneti ortaya çıkarmıştır. Ed-Dürretü’l-Mudiyye nin mütalaa edilmesinde büyük faydalar vardır.
Sahâbe ve tâbiin kavillerinin yer aldığı kaynaklar, ancak bu ve emsâli kitaplardır. Dolayısıyla kim bu kitaplara muttali olmadan Sahâbe ve tâbiine bir kavil isnâd ederse, kendisini ilim ehli nazarında utanılacak bir duruma sokmuş ve onların gözünden düşmüştür. Bundan ortaya çıkacak rezillik ve fesat ise çok açıktır.
İlim ehlinden birisi, bu durumda olan yazara meydan okusa ve “Burada sorulan, ümmet tarafından imamlıkları itiraf edilen müçtehid imamların mes’ele hakkındaki şer’î hükmüdür, şu rakamlı kanun veya bu tarihli yasa değil!. Eğer mes’elede sahâbe ve tâbiun’un zikri zorunlu ise şu halde en az bir sahâbe veya bir tâbii’den, bu meseledeki şaz görüşe uygun düşen sahih ve sarih bir rivayetin Sünnet kitaplarından birinde var olduğunu ispat et! Çünkü Allah celle celâlühu seni, meselede Sahâbe, Tâbiun veya onlardan sonraki fakihler topluluğundan gelen bir rivayet ortaya koymakla sorumlu tutmamıştır. Böyle yap ki belki, bu sayede İbnu’l-Münzirve başkalarının kitaplarında nakledilen icmâa muhalif olan görüşü teyid etmekte -Allah celle celâlühû indinde olmasa da- insanlar indinde bir parça mazur görülebilesin” dese, sence, o, bu soruya ne cevap verebilir! Ya hakkı itiraf edecek ve fetvasından dönecek ya da yanlışına devam ederek daha da batacaktır. başka ne yapabilir ki!.
Müsteftî (fetva soran kimse) için iki hal bahis mevzudur.
Ya Ehl-i Sünnet katında makbul olan imamlardan birine tabi olacak veya mezhepsizler takımından olacaktır.
Müsteftî, şayet Ehl-i Sünnet katında makbul olan imamlardan birine tabi olup, mesela, Şâfi veya Mâlikî ise; ona, ihtilaf zikredilmeksizin mezhepte müfta bih / fetvâ verilen olan tek bir sahih kavil ile fetva verilir. Zira âşikâr olan şeylerdendir ki, sorulan fetvanın cevabında ihtilafı beyan, tereddütten başka bir şey ifade etmez. Hâlbuki fetva vermek, kişinin tereddüdünü artırmak için değil, belki içinde ulunduğu tereddütten kurtarmak içindir. Mezhep imamları bu mevzuya Resmu’l-Müftî ve Edebu’l-Kadâ kitaplarında temas etmişlerdir.
Dolayısıyla Müftünün, kendisine fetva soran kişiye, “İmam Şafii rahimehullah’dan burada iki kavil vardır: Kavl-i kadimine göre şöyle, kavl-i cedidine göre şöyledir.” Veya “İmam Mâlik rahimehullah’dan bu mevzuda, mesela, İbnu’l-Kasım, Eşheb, İbnu’l-Macişûn, el-Leysî, Abdulmelik b. Habib ve el-Utbîyoluyla gelen altı rivayet vardır.” Ya da “Hanefi mezhebinde bu mevzuda, Zahiru’r-Rivâye, Nadiru’r-Rivâye, Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Züfer rahimehumullah’dan gelen beş görüş vardır.” veyahut da “Bu meselede er-Ri’âyetu’l-Kübrâadlı kitapta Ahmed b. Hanbel rahimehul-lah’dan gelen on rivayet vardır” şeklinde cevap vermesi câiz değildir. Zira bu imamların ashabı asırlar boyunca, mezheplerindeki sahih olan görüşleri ayırdılar ve her mezhepte fetva verilmek üzere bir görüşü tayin ettiler. Mukallid olan müftî, ancak mezhebinin mu’temed olan kitaplarına müracaat eder ve o meseledeki sahih olan görüş ile fetva verebilir.
 Bulundukları tabaka itibarıyla görüşleri mezhebin görüşü olarak kabul edilmeyen Ebu’s-Suud el-İmâdî ve ona tabi olan müteahhir alimlerin sözlerine aldanarak, “E-ğer şöyle yaparsam üzerime talak olsun” diyen kişi hakkında, Hanefi mezhebinde bu mevzuda iki kavil vardır demek -üstelik bu sözün sarih olarak anlaşılmasına dair örf oluşmuşken- araştırıcı bir fakihin yapmaması gereken bir hatadır.
Şeyh Bahît rahimehullah, bir risale telif edip mezheple alakası olmayan bu kavli te’yid ederek yanılmış olsa da, bu mevzudaki görüşü, fotoğraf mevzusundaki görüşü gibi, birçok doğru görüşleri arasında üzerine durulmaması gereken meselelerindendir. Rabbim onu bağışlasın.
Hangi Arab “aleyye’t-talak” (üzerime talak olsun) denildiğinde, bundan konuşanın/kendinin hanımını boşamak için sarfettiği bilinen(talak)i anlamaz ve nahivdeki izafete ihtiyaç bırakmayan, muzâfun ileyh’in yerine geçen elif lâm’a itibar etmez.[6] Böyle bir hata Arab lisanı zevkinden uzak olduğu gibi mezheb ve nakilden de uzaktır. Böyle bir hüküm, Zâhiru’r-Rivâye, Nâdiru’r-Rivâye ve de mezheb meşâyihının fetvalarının bulunduğu nevâzil (denilen yeni meselelere verilen fetvaları toplayan) kitaplarının neresinde var? (Aksine hiçbir alakası yoktur.) Şu bir gerçektir ki, kendisiyle kadın boşanan ve örf haline gelen her lafız sarih/açık (boşama lafzı) hükmündedir.
Şu an bu risalede, Ebu’s-Suud Efendi’nin el-Ma’ruzât’ında bulunan zafiyet çeşitlerini ve bir dönem reisliğini yaptığı birçok fakihin bulunduğu Daru’l-İftâ (müftülük makamı)’nın asırlarca zayıf görülen fetvalarını beyan etme ihtiyacı görmüyorum. Üstelik Ebu’s-Suud Efendi’nin gerekçesi vardı. Şöyle ki; yaşadığı Türk diyarında bu lafızla talakın vâki olmasına dair örf oluşmamıştır. Arap diyarında ise tam aksine örf oluşmuştur.
Eğer fetva isteyen kişi mezhepsizler tâifesinden ise ki; mezhepsizlerin değişik ülkelerde çok çeşit sınıfları mevcuttur. Kimi tasavvuf adı altında her şeyin mubah olduğunu (İbahiye mezhebini) yayar. Kimi selef adı altında tecsîmi (Allah’a el, ayak gibi cisim izafe eden mücessime mezhebini) yayar. Kimi hadis adı altında, tarihe gömülmüş olan İsmailiyye mezhebini mezarından kaldırmaya kalkışır. Kimisi de sünnet adı altında Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e vahiy mevzusunda karşı koymaya cür’et edecek kadar küstahlaşır. Mezhep imamlarına savaş açmak ve mezhep anlayışını ortadan kaldırmak bunların ortak noktasıdır. Bunun dışında hiçbir ortak tarafları yoktur. Onların bâtıl görüşlerini muteber bir mezhep saymayı düşünemiyorum ki onlara, (henüz mezhepsiz oldukları için, dört mezhepten) muayyen bir mezheple fetva vermek şart olsun.
 Aksine İşin ehli olan âlimler, damlaları sel halini almadan bunların kökünü kazımazlarsa ve şerleri iyice artıp çoğalana dek kendi hallerine bırakırlarsa, kuşkusuz emniyet içinde olan bu memleket -Allah göstermesin- sonu razı olunamayacak gelişmelerin hedefi olacaktır. Ancak salahiyetli âlimler kendilerine düşen vazifeleri ertelemeden yerine getirir, fetva hususunda çocuk gibi davrananların fetvalarına mâni olur, firasetleriyle bu sonradan ortaya çıkmış modern işe yaramaz batıl inanç cereyanlarını hak yola çevirir ve “fetva vermekde-ki bu anarşi de nedir, niçin İslam’da modern inancın çıkmasına göz yumuluyor?” diyenlerin sesini keserlerse, bu hallere düşülmez. Vesselam.
Not: Anlattıklarım bu ümmete hak ettiği şekilde hizmet eden ihlâs sahibi âlimler için bahis mevzuu değildir.
(Makalât-i Kevserî’den 24.Makale)


[1]Müslim, Kitabu’l-Müsakat, “Babu’n-Nehy an Bey’i’l-Varak bi’z-Zeheb”, H:4156.
[2] Allam                   [2] Allame Kevserî’nin “El-Muhaddisu’l-Fasıl” isimli eserin müellifi Ebu Muhammed er-Râmehürmûzî’den yaptığı bu nakli bizzat Râmehürmüzî’nin ismi geçen kitabında bulamadık. Muhtemelen başka bir eserindedir veya nakilde bir tesâmuh vardır. Ancak bu rivayetlerin benzeri Sünenü’d-Dârimî’de vardır. (No:135 ve 136)
[3] İbn Teymiyye
[4] Hz. Aliradıyellâhu anhu ve keremellahu vechehu Bırakın sefere çıkayım; hanımım, nafakasını bir ay içinde göndermezsem boş olsun şeklinde yemine zorlanan ve yeminini bozduğu ve dolayısıyla karısıyla aralarının ayrılması (boşanmaları) talebiyle huzuruna getirilen bir adamın hâli hakkında biraz düşünmüş ve meselede ikrah unsuru bulunduğu için eşini adama iade ettikten sonra, adamı kendisine şikâyet edenlere hitaben yukarıdaki ifadeyi kullanmıştır.. Buradan ikrah / zorlama olmasaydı boşadığına hükmedeceği çok zâhir olarak anlaşılırken ve 5. asra kadar böyle anlaşılmışken İbnu Hazm, Hz. Ali’den gelen bu hükmü, zorlama olsun olmasın her halde talaka dair yapılan taliklerin yemin hükmünde olduğunu ve bozulduğunda yemin keffareti gerektiğini söyleyerek hata etmiştir. Bu mevzuda geniş malumat sahibi olmak için Allâme Kevserî’nin el-İşfâk alâ Ahkâmi’t-Talâk(ının 54-59 sayfaları aras)ına bakılabilir.
    (Tabiîdir ki bu, zorlama ile boşamanın geçerli olmayacağı görüşüne dayanmaktadır. Âlimlerin cumhûru bu görüşte ise de Hanefî Mezhebi bu görüşte değildir. Onlara göre zorlama netîcesi olan boşama da geçerlidir.)
 
[5] Abdürrezzâk’ın el-Musannef’inde İbnü Sîrîn’den şöyle nakledildi: Kadı Şureyh’in huzûruna mahkeme olunmak üzere bir adam çıkarıldı. (Kendisinin) İslâmda bir bid’at işlemesi halinde eşini boşadığını söylemiş, sonra da Hammâm A’yen denilen yere kadar gitmek üzere bir katır kiralamış, akabinde orayı aşmış, katırı Isbahan’a götürmüş, sonra da onu satarak parasıyla şarap alıp içmişti. (Bu adamın karısının boş olup olmadığı Şureyh’e sorulmuştu) Şureyh, Dilerseniz onun, karısını boşadığına şahitlik edin cevabını verdi. Soru sahipleri şahitlikten çekinip kendisine tekrar tekrar sordularsa da, Şureyh hep aynı cevabı verdi. (Yani söz konusu kişinin yaptığı şeyi bid’at olarak görmedi.) (6/388)
 
[6] Yani, “el-talak”/“boşamak”daki “el”/ “lâm”, “talaku imreetî”/“karımın talakı” terkibindeki muzâfun ileyh olan imreetî lafzının, “karım”ın yerini tutar. Bu erbâbınca bilinen bir nahiv kaidesidir. Elif-lâm bazen muzâfun ileyh’den ivaz olabilir.
PDF'e AktarYazdır

BİR CEVAP BIRAK

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen buraya isminizi yazın