PAYLAŞ
PDF'e AktarYazdır
NASSLARIN TE’VÎLİ CÂİZ DEĞİL MİDİR?
 
Hüseyin AVNİ
اَعُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم
اَلْحَمْدُ الِلّهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَأَلِه اَجْمَعِينَ
 
Bundan sonra…
Te’vîl mes’elesini ölçüsüz ve sınırsız kabûl edenler ve te’vîl yaparak ifrâta/aşırıya kaçanlar haddinden ziyâde çok olduğu gibi onu kökünden veya işine geldiği yerde reddederek tefrîtte kalanlar, noksanlık yapanlar, ama bizzat kendileri -doğru veya yanlış- birçok te’vîli irtikâb edenler dahî vardır. Sapıklıkların bir nicesinin mesnedi yapılan şu sınırsız te’vîl ile sınırsız te’vîl inkârını incelemek îcâb ediyor. Bu yüzden şu mes’elemize sekiz Fasıl ve bir Netîce ile açıklık kazandırmaya çalışacağız.
Birinci Fasıl Te’vîl’in Ne Demek Olduğu, İkinci Fasıl Te’vîl’in Hükmünün Ne Olduğu ve Te’vîl’ın Ne Ölçüde Hassâs Olduğu, Üçüncü Fasıl Te’vîlin Câiz Olmasının Şartlarının Var Olup Olmadığı, Varsa Bunların Neler Olduğu, Dördüncü Fasıl Mutlak Te’vîl’in Kaç Çeşit Olduğu, Beşinci Fasıl Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’in ve Selef’in Te’vîl’i Câiz Görüp Görmedikleri ve Te’vîl Yapıp Yapmadıkları, Altıncı Fasıl Selef’in ve Selef Yolundaki Ehl-İ Sünnet’in Hangi Çeşit Te’vîl’e Karşı Çıktıkları, Yedinci Fasıl Te’vîl ve Mecâz’ın Neden Red ve İnkâr Edildiği, Sekizinci Fasıl Te’vîl’i Toptan İnkâr Edenlerin Kendilerinin Te’vîl Yapıp Yapmadıkları, Netîce de mes’elenin hülâsası hakkındadır. Muvaffak kılan sadece Allah’dır.
———————————————
Birinci Fasıl
Te’vîl Ne Demektir?
———————————————
Ebû’l-Bekâ (Ö:1094), şöyle diyor: ;تَأْوِيل=/te’vîl luğatta, ya ;أَوَل=‘den gelir ki, bu, ayrılıp dönmek, demektir. Tef’îl babına sokulup, ;تَأْوِيلْ=/te’vîl yapılması, müteaddîlik (geçişlilik) ma’nâsı verdirmek içindir.[1]
Veya ;اَيَلَ=’den gelir ki, bu ayırtmak demektir. Bu takdirde, tef’îl babına sokulup ;تَأْوِيلْ= /te’vîl haline getirilmesi, çokluk ma’nâsı ifâde etmesi içindir. Böylece ma’nâ, (sözü, görünürdeki ma’nâsından) çokça ayırtmak ve uzaklaştırmak olur.
 تَأْوِيل=/te’vîl, lafzın muhtemel olan ma’nâlarından birini, tefsîr de konuşanın konuştuğun-dan ne demek istediğini açıkla-maktır.
Ebû Mensûr el-Mâtürîdî (Ö: 323), şöyle demiştir: Tefsîr, bu sözden anlatılmak istenenin şu olduğunu kesin söyleyip, Allah celle celâlühû’nun (şu) sözle, şunu kastettiğine dâir, O’na karşı şehâdette bulunmaktır. Bu yüzden, eğer bunun böyle olduğuna dâir elde kesin delîl varsa, yapılan tefsîr doğrudur. Yoksa, bu, reyle tefsîr demektir ki, dince yasaklanan işte budur. ;تَأْوِيلْ=/te’vîl de, muhtemel ma’nâlardan birini, kesin ifâde kullanmadan ve Allah’a karşı bir şahidlik yapmadan tercîh etmek-tir. (Ebû Mansûr’un sözü burada bitti)[2]
Sûfîlerin, Kur’ân (âyetleri) için söyledikleri (iş’ârî) sözleri ıstılâhî ma’nâda tefsîr değildir.
İmâm Nesefî, Akâid’inde şöyle demektedir: Nasslar, görünürdeki ma’nâlarıyla alınırlar. O görünen ma’nâlardan vazgeçip, Bâtınîlerin iddia ettikleri ‘Bâtınî’ ma’nâlara dönmek, ilhâddır.[3]
Keşşâf-ı Istılâhât-ı Fünûn sâhibi Tânevî (Ö: 1158), şöyle diyor:;تَأْوِيل=ْ/te’vîl, ;أَوَلَ=/evl kökünden türetilmedir. O ;أَوَلَ/evl= da, dönmek demektir. ;تَأْوِيلْ=/te’vîl haline çevrilince döndürmek demek olmuş oluyor.
Usûlcülere göre, ;تَأْوِيلْ=/te’vîl, tefsîrin eş ma’nâlısıdır da denmiştir. ;تَأْوِيلْ=/te’vîl, denilmek isteneni zannetmek, Tefsîr ise kesin söylemektir dahî denilmiştir.
     O halde, (tafsîlâta ve ayrıntıya gitmeden, topluca söylenen ma’nâsında olan) mücmel bir söz, Haber-i Vâhid gibi zan bildiren bir delîl ile açıklanırsa te’vîl edilmiş, kesin delîl ile açıklanırsa tefsîr edilmiş olur.[4]
     Allâme Muhyiddîn Kâfiyeci (788-879) şöyle diyor: “(Din âlimlerinin ilim) Örf(ün)’de Te’vîl, lafzı, (Kur’ân ve Sünnet) asıllar(ın)a ters düşmemesi içün (açık olan manasından) ihtimâl dâhilindeki değişik (açık olmayan) manalara çevirmek demektir.”[5]
    İmâm Beğavî (Ö:516) şöyle diyor: “Âyeti, öncesi ile sonrasına uyacak ve ma’nâ istinbât /çıkarması yolundan Kitâb ve Sünnet’e ters olmayacak muhtemel bir ma’nâya çevirmek, demektir.”[6]
 
———————————————
İkinci Fasıl
Te’vîl’in Hükmü Nedir ve
Te’vîl Ne Ölçüde Hassâsdır?
———————————————
    Allâme Muhaddis Ğumârî, şöyle diyor: Her bir yoldan ve dinden çıkmanın temelinde te’vîl yatar. İlâhlık, Peyğamberlik ve Mehdîlik iddiasına kalkışan sahtekârların hallerini şöyle bir göz önüne getir. Mu’tezile, Mürcie, Karamita, Bâtıniyye ve diğerlerine bir bak; tamamının girdiği kapının te’vîl olduğunu göreceksin. Ehl-i Sünnet âlimleri, te’vîl dâiresini zarûret haliyle sınırlı tuttukları (yapacak başka bir şey bulamadıkları zamânlarda te’vîl’e gittikleri) için sapmamaya muvaffak kılınmışlardır. Te’vîli, zarûreti taşmayan bir ruhsat mesâbesinde görmüşler ve “Aklın câiz görüp, Kur’ân ve Sünnet’in de câiz bulduğu her şeyi zâhir (görünürdeki) ma’nâsında alma” ya dâir bir kâide koymuşlardır. Bu kâideyi, İbnü Munîr, Hadîd Sûresi’nden söz ederken, Allâme Senûsî de Şerhu Kübrâ’da, açıkça ifâde ettiler. Bu kâide, Ehl-i Sünnet âlimleri arasında söz birliğiyle kabûl edilen bir kâidedir. Nitekim bu, Ebû Bekr b. Arabî’nin Ahkâmu’l-Kur’ân’ında, Kâdı İyad’ın Şifâ’sında ve Müslim Şerhi’nin değişik yerlerinde, Nevevî’nin Müslim Şerhi’nde,[7] İbn-i Hacer’in de Fethu’l-Bâri’sinde bulu-nan sözlerinden alınır. (Ğumârî’nin sözü bitti)
Allâme Zebîdî şöyle diyor: İmâm Sübkî, Cem’u’l-Cevâmi’de ne güzel demiştir: Te’vîl, Zâhir’in /görünürün, mercûh olan (zayıf, hafif ve uzak görülen) muhtemel ma’nâya yorulmasıdır. Bu yorma, bir delîlden dolayı ise, doğrudur. Eğer delîl zannedilen bir şeyden dolayı ise, fâsiddir /bozuktur ve yanlıştır. Bir şeyden dolayı değilse, (nasslarla) oynamaktır.[8]
Demek ki te’vîl’in makbûl olanı ve olmayanı vardır.
———————————————
Üçüncü Fasıl
Te’vîlin Câiz Olmasının
Şartları Var mıdır, Varsa
Nelerdir?
———————————————
Bu bahis için Allâme Ğumârî bir takım kâideler zikrediyor ve sıralıyor:
Birinci Kâide: Kitâb’ın ve Sünnet’in zâhirine/görünen ma’-nâsına tutunmak, kesinlikle gerekli olan bir şeydir.
İkinci Kâide: (Zâhir/açık ma’nâya engel olan) mâni’ler ve şartlar bulunduğu zamân, Kitâb ve Sünnet’in zâhirinden (görü-nürdeki ma’nâsından) dönülebilir[9].
(Bu) mâni’ler, üç şeyden biridir:
Birinci Mâni’: Muâriz-i Aklî (bu görünürdeki ma’nâya aklî bir zıt delîl). Yani, akılların anlaşmazlığa düşmeyeceği ve aklen kabûl edilmiş bir kâide. Bir şahsın aklının, bir sözü anlayamaması halinde (ise), te’vîl câiz olmaz. (O zamân, onu anlayamayan) kişi, (kendi) aklını suçlamalıdır.
İmâm Ğazâlî, Kânûnu’t-Te’vîl’de şöyle diyor: Bilinsin ki, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in anlatmak istediğine, zâhiri müşkil olan mes’elelerin tamamında, âlimin, muttali olabileceğini iddia etmesi, aklının çokluğundan değil, kısalığındandır. (Ğazâlî’nin sözü bitti)
İkinci Mâni’: Ondan daha kuvvetli veya onun gibi başka bir naklî delîlin bulunması.
Üçüncü Mâni’: O sözden mecâz murâd edildiğine dâir karîne /yeterli alâmet ve delîl bulunması gibi, görünürdeki ma’nâya engel bir karînenin bulunması.
(Bütün bunlardan evvel gerekli olan) şart da, çelişki bulundu-ğunda, çelişen delîllerden hepsinin barıştırılmasının (cem’in) imkânsız olmasıdır. Herhangi bir şekilde cem mümkin ise, ona gitmek (cem etmek) vâcibtir.
Üçüncü Kâide: Te’vîl, lâfzı, bir delîl ile, muhtemel bir ma’nâya çevirmektir. Doğru te’vîl işte budur. Sonra o delîlin, (te’vîl edilecek olanın) zâhirinden daha ağırlıklı olması gerekir. Ondan daha aşağı veya onun gibi olursa, te’vîl fâsid (bozuk) olur. Delîli bulunmazsa, bu, te’vîl değil, oynamak olur.
İbnü Bürhân şöyle demiştir: Te’vîl mevzû’u, usûl ilminin en faydalı ve en büyük mevzû’udur. Ayağı kayanlar, hep bu te’vîl ile kaymıştır.
Dördüncü Kâide: Nass te’vîl kabûl etmez. Çünki o, ma’nâsında kesindir. Zâhirler de böyledir. Eğer (bu zâhirler) birden çok olur ve kendilerinde kat’î/kesin olan bir ma’nâyı anlatmak üzerine/için gel-mişlerse (bu zâhirler) te’vîl kabûl etmezler.
Beşinci Kâide: Denilmiştir ki; Aklî ve Naklî delîllerden her biri, ya kesindir ya değildir. Kesin iseler, çelişmeleri imkânsızdır ki, biri diğe-rine (nasıl) ağır bassın. O, aklî ve naklî delîllerden zann bildiren, kesin olan ile çelişirse, kesin olan mutlaka ağır basar. Zan bildirenle çelişirse, naklî olanı akli olana tercih ederiz. Çünki, Allah celle celâlühû’nun ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in sözüyle beraber olan ağırlıklı zanla idrak edeceğimiz (anlayıp kavrayacağımız), yanlışın cidden çok daha fazla bulunacağı aklî görüşlerimizden olan ağırlıklı zandan, uyulmaya daha lâyıktır.
———————————————
Dördüncü Fasıl
Mutlak Te’vîl Kaç Çeşittir?
———————————————
Te’vîl, önce Hakk ve Bâtıl diye ikiye ayrılır. Bâtıl bellidir. Hakk olan Te’vîl de iki çeşittir. Birincisi, bir sözün ne demek olmadığını gösteren te’vîldir ki buna âlimlerin çoğu tarafından “Te’vîl-i İcmâlî” ismi verilir. İkincisi de, ne demek olduğunu gösteren ve tâ’yîn eden te’vîldir ki, buna “Te’vîl-i Tafsîlî” denir.
———————————————
Beşinci Fasıl
Selef ve Diğer İslâm Âlimleri Te’vîl’i Câiz Görmüşler ve Te’vîl
Yapmışlar mıdır?[10]
———————————————
    Ebû Hureyre, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den şöyle buyurduğunu rivâyet etti:
   “Allah tebâreke ve teâlâ gecenin ilk üçte biri geçince dünyâ semâsına iner ve şöyle der: ‘Kimdir o kimse ki, duâ eder de ben onun duâsını kabûl ederim, kimdir o kimse ki benden ister de ben ona veririm, kimdir o kimse ki benden bağışlanmak ister de ben onu bağışlarım?’ Sabah açıncaya kadar böyle yapar.”[11]
    Allâme Muhaddis Yûsûf el-Bennûrî, Tirmizî’deki bu Nüzûl Hadîsinin şerhinde şöyle diyor:
   (Allah’a nisbet edilen) ‘İnmek,’ ‘gelmek, ‘İstivâ,’ ‘yed’/‘el’, ‘vech’ /‘yüz’, ’yemîn’/’sağ el’ ve başkaları hakkında Selef’in çoğundan ve dört imâmdan nakledilen, bunlara, Allah Teâlâ’yı (yarattıklarına) benzetmek-ten tenzîh ederek/pâk tutarak, (Mevlâya nisbet edilen şu işlerin ve isimlerin) nasıl olduğunu düşünme-den ve söylemeden, (bunları) inkâr ve te’vîl etmeden nasıl geldilerse, icmâl yolu üzere îmân etmektir. Nitekim Bedr(uddîn el-‘Aynî) ve Şihâb(İbnü Hacer el-‘Askalânî) böyle dediler.
    Feth(u’l-Bârî)’de (3/25) şöyle denmiştir: “İnme”nin ma’nâsında ihtilâf edilmiş ve ortaya bir takım görüşler çıkmıştır:
    (Bir): Kimileri onu/inmeyi zâhiri ve hakîkati üzere kabûl etmişlerdir. Bunlar, Müşebbihedir/Allah’ı kulları-na benzetenlerdir. Allah onların i’tikadlarından yücedir.
    (İki):Kimileri bu husûstaki hadîs-lerin tamâmını sahîh olduğunu inkâr etmişlerdir. Bunlar, Hâricîler ve Mu’tezile’dir. Bu görüş mükâberedir /yanlışta olduğunu bildiği halde hak ve hakîkat karşısında inâd edip direnmektir.
    (Üç): Kimileri bunları, icmâl yolu üzere/tafsîlâta girmeden, Allâh Teâ-lâ’yı keyfiyyetden ve teşbîhden pâk tutarak bunlara îmân ederek geldik-leri gibi kabûl edip geçerli kılmak-tadırlar. Bunlar Selef’in Cumhûru-dur/çoğudur. Bu inancı Beyhakî ve diğerleri Dört İmâmdan, Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfiî ve Ahmed İbnü Hanbel’den, İki Süfyân’dan (Süfyân-ı Sevrî ve Süfyân İbnü ‘Uyeyne’den, İki Hammâd’dan /Hammâd İbnü Süleymân (veya Zeyd) ve Hammâd İbnü Seleme’den, Evzâî, Leys ve başkalarından naklettiler.
    (Dört): Kimileri lâyık olacak ve Arab dilinde kullanılan bir şekilde te’vîl etmişlerdir.
    (Beş): Kimileri te’vîlde o kadar ileriye gitmişlerdir ki, nihâyet iş bir çeşit tahrîf haddine varmıştır.
    (Altı): Kimileri de Arab dilinde kullanılan ve yakın olan te’vîl ile uzak ve (Ehl-i Sünnet tarafından) terkedilmiş olan te’vîllerin arasını ayırmış, bazı(nasslar)da te’vîl yap-mış, bazılarında da işi Allah’a bırakmışlardır. Mâlik’den nakledi-len de budur. Muteahhirûn’dan İbnü Dekîk el-‘Îd bu görüşte kesin görüş bildirdi.
    Beyhekî, “bu görüşlerin en sâlimi/sağlamı, Sâdık/sözünde doğ-ru olan Nebi sallallâhu aleyhi vesellem’den bir şey/açıklama gel-medikçe bilâ keyf/nasılsız îmân etmek ve anlatılmak istenen ma’nâ hakkında susmaktır. Gelirse ona gidilir” dedi.
    Umde(tü’l-Kârî)’de (3/623) şöyle denilmiştir: Şübhe yok ki, nüzûl /inmek cismin üstten alta intikâlidir ve Allah bundan münez-zehdir. Nüzûl hakkında gelen rivâyetler Müteşâbihât’tandırlar. Onlar(ın an-laşılması) husûsunda âlimler iki kısımdırlar:
    Birincisi, Müfevvıda/(ne demek olduğunu Allah’a) bırakanlar. Onlara îmân eder, te’vîllerini Allah’a bırakırlar. Bununla beraber Allah’ı noksân sıfatlardan kesin olarak tenzîh ederler.
    İkincisi de Müevvile(te’vîl eden-ler)’dir. Onları yerler(in)e göre lâyık oldukları şekilde te’vîl ederler. Bu sebeble onlar “Allah’ın iner” (hadîsin)in manasının “Al-lah’ın emri iner,” yahut “melekleri (iner)”, veya bunun istiâre olduğunu ve ma’nâsının duâ edenlere bolca lütûfta bulunmak ve duâlarını kabûl etmek v.b. demek olduğunu söylemekle te’vîl ettiler.
    Hattâbî şöyle dedi: Bu hadîs Sıfât hadislerindendir. Selef’in bu-nun/bu hadîsin hakkındaki Mezhebi /gittikleri yol, ona îmân etmek, onu zâhirleri üzere icrâ etmek ve keyfiyeti/nasıl oluşu ondan nefyet-mektir. Hiçbir şey O’nun gibi değildir. Ve O, hakkıyla işiten ve hakkıyla görendir.
    Kadı Beydâvî şöyle demiştir: Kat’î olan aklî delîllerle O’nun cisim olmak ve bir mekânda bulunmaktan münezzeh olduğu sübût bulunca, O’na, “bir yerden daha aşağı bir yere intikal” ma’nâsında olan “nüzûl” imkânsız olur. O halde (Nüzûl ile) murâd edilen rahmetinin nûrudur. (Umde’den Nakil Son Buldu.)
    İmâm Nevevî Müslim Şerhi’nde birinci mezhebi/tenzîhle beraber tefvîd’ı Selef’in Cumhûruna ve Kelâmcılardan bazısına, ikinci mezhebi de Kelâmcıların çoğu ile Selef’den bir takım topluluklara nisbet etmiştir. (Nevevî) o/ikinci mezheb burada Mâlikden ve Evzâî’den hikâye edilmiştir, dedi.
    Feth(u’l-Bârî)’de şöyle denmiştir: Ebû Bekr İbnü Fûrek, meşâyıhdan bazısının bu kelimeyi, mef’ûlü hazfetmek üzerine   ;ينزل=/yünzilü/indirir şeklinde harekelediğini, yani bunun “yünzilü meleken”/”meleği indirir” demek olduğunu hikâye etmiştir. Bunu/zabtı ve manalandırmayı, Nesâî’nin Eğarr yoluyla Ebû Hureyre ve Ebû Saîd’den yaptığı rivâyet kuvvetlendirmektedir. Rivâyetin lafzı şudur:
أن الله عزوجل يمهل حتى يمضي شطر الليل الاول ثم يأمر مناديا ينادي يقول هل من داع يستجاب له هل من مستغفر يغفر له هل من سائل يعطى
    “Allah celle celâlühû mühlet verir. Nihâyet gecenin ilk yarısı geçtikten sonra bir münâdîye /seslenecek birine emreder de yok mu bir duâ eden ki duâsı kabûl edilsin, yok mu bir istiğfâr eden ki bağışlansın, yok mu bir isteyen ki ona verilsin? der.”[12] Osmân İbnü Ebî’l-Âs hadîsinde de şöyle denilmektedir: “Bir münâdî (şöyle) nidâ eder: Yok mu bir duâ eden ki duâsı kabûl edilsin?”[13]
    Kurtubî şöyle dedi: Bununla işkâl/içinden çıkılamayan zorluk kalkmaktadır. Rifâe el-Cühenî’nin rivâyetindeki “Allah dünya semâ-sına iner ve ‘kullarımın hâlinden benden başkası sormaz’ der” sözler şu işkâli aslına çevirmez /meseleyi yine içinden çıkılmaz hâle sokmaz. Zîrâ bunda, sözü edilen te’vîli defeden bir şey yoktur. (Feth’den Nakil Bitti.)
    Umde(tü’l-Kârî)’de (3/622) hadîsi el-Eğarr yoluyla rivâyet ettikten /naklettikten sonra şöyle denilmek-tedir: Abdü’l-Hakk bunu Sahîh bulmuştur.
    Şeyhimiz Kevserî, “Tekmile-tü’r-Redd Alâ Nûniyyeti İbni’l-Kayyim(13,1321)”de şöyle de-miştir:
    Meselâ nüzûl hadîslerini teşbîh /benzetme ve nakil manalarından uzaklaştırmak Ehl-i Hakk’ın/Ehl-i Sünnet’in Selef ve Halef’i arasında ittifak yeridir. Onları/nüzûl hadîsle-rini tarafda mecâza veya İsnâd-i Mecâzî’ye yorulması sahîh bir Arabça kullanmasıdır ve tenzîh’e uyan bir kullanmadır. Kimisine göre birinci/tarafta mecâz, kimilerine göre de ikinci /isnâdda mecâz ağır gelmektedir. Fakat katında “inzâl” /indirmek” rivâyeti sahîh veya Sünenü’n-Nesâî’deki Ebû Hureyre hadîsinin sahîh olduğuna muttali olan kimse diğer rivâyetlerde İsnâd-ı Mecâzî murâd edildiğine kesin karar verir. Böylece nüzûl hadîsi onun nazarında Müteşâbihâttan çıkıp muhkem’e dâhil olur. Çünki onu bu Nesâî hadîsine çevirir.
    İmâm Müctehid İbnü Dakîk el-‘Îd şöyle demiştir: “Te’vîl eğer açık ve yaygın mecâz cinsinden ise hak olan tevakkuf etmeden onu yapmaktır; veya uzak ve şâz olan mecâz cinsinden ise hakk olan bunun terk edilmesidir. Eğer iki iş birbirine denk ise câiz olup olmamasındaki anlaşmazlık icti-hâdî olan fıkhî bir mes’eledir. Bunda mes’ele iki fırkaya nisbetle bu iş tehlikeli bir iş değildir.” (İbnü Dekîk’den Nakil Bitti.)
    Kevserî -ömrü uzun olsun- şöyle söyledi: “Bu büyük bir ilimden, hakkın açıklanmasındaki açık ifâdeden ve hikmetli bir ortayı bulmaktan haber veren cidden nefîs bir sözdür.”
    (Kevserî) bundan biraz evvel de şöyle demişti: “Hattâ Sahâbe nin tamâmı, Allah sübhânehû ve teâlâ’yı zâtında sıfatlarında ve işlerinde yaratılanlara benzemek-ten tenzîh etmekte söz birliği etmişlerdir. Halk arasında kulanı-lan lafızları, “hiçbirşey O’nun gibi değildir” âyeti îcâbı, onların /halkın kendi aralarında kullanıldıkları (ama Allah’a yakışmayacak) ma’nâlar-dan, Allah sübhânehu ve teâlâ’ya nisbet etmenin üstün olacağı (ve yakışacağı) ma’nâlara çevirmek bunun zarûretindendir. Bu da Te’vîl-i İcmâlî’dir. Şu üstün ma’nâları kaim/sâbit olan karînelerle tafsîlâ-tıyla ta’yîn etmeye gelince. Bu, ilim sahiblerinin intibâhlarınının, -Allah’ın kendilerine verdiği anlayışın farklılığına dayalı olarak- vardığı noktaya göre farklı olduğu şeyler-dendir.”
    (Kevserî), Beyhakî’nin “el-Esmâ ve’s-Sıfât” isimli kitâbına yazdığı Ta’lîkât(450)’ında da şöyle dedi: “Üstelik gecenin yarısı ve üçte birisi de güneşin doğduğu ve battığı yerlerin değişik olmasıyla değişir. Nitekim bunu, araştıracak olanlar zarûreten bileceklerdir. Sâbit ol-muştur ki bu, her ufuk sâhibine (duânın) kabûlünün kapısının açıl-masıdır. Bunu/inişi bir yerden bir yere intikal olarak kabûl eden kimse aklî bürhân’a ve Şer’î delîl’e ve de hissin zarûretine muhâlif davran-mıştır.”
    Üstâz Şeyh Selâmet el-Kudâî, “Furkânu’l-Kur’ân”(80-81)da şöyle dedi:
     Selef’den bazılarının ibârelerin-de “O’nun, (başkalarının) yüzler(i) gibi olmayan yüzü, (yarattık-larının) eller(i) gibi olmayan eli olduğuna îmân ediyoruz” şeklin-deki sözlerini işittiğin zaman, sakın, onların bu sözleriyle Allah’ın yüce zâtının parçalara ve kısımlara ayrıldığına, bir parçasının el, bir parçasının da yüz olduğuna, ancak bunların yaratılanların ellerine ve yüzlerine benzemediğine inandıkla-rını zannetme!… Hâşâ onlar böyle inanmaz ve demezler. Bu, Teşbîhin ta kendisidir. Onlar bu sözleriyle, sadece, “vehc” ve “yed” kelime-lerinin, Allah’ın zâtına yakışacak “azamet” ve “kudret” gibi ma’nâ-lardan bir ma’nâda ve sıfatlardan bir sıfatta kullanıldığını murâd etmişlerdir. Şu kadar var ki, onlar şu en mukaddes makama hücûm etmekten korkmaları sebebiyle şu sıfatları ta’yîn etmekten/kesin belirt-mekten sakınmışlardır. Müşebbihe ve Mücessime bu gibi ibâreleri fırsat bilerek bunlarla avâmı kandırmışlardır. (Bennûrî’den Nakil Bitti.)[14]
    Bâtıl Te’vîl’i, ne Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, ne Selef ve ne de Halef câiz görmemiş ve yapmamış-lardır. Hakk Te’vîl’e gelince… Evet, Selef’in bir kısmı ve Halef’in çoğu Bâtıl olmayan Te’vîl’i câiz görmüş-ler ve yapmışlardır.
———————————————
Ebu Mûsâ
El-Eşarî Te’vîl Yaptı mı?
———————————————
    Ebû Ya’lâ zayıflık bulunan bir senedle Ebu Mûsâ el-Eşarî’den bu ;يَوْمَ يُكْشَفُ عَنْ سَاقٍ= ayetinin tefsiri hakkında şöyle bir Merfû’ rivâyet yapmıştır: (; عَنْ سَاقٍ=/An sâkın”/ayaktan demek), “An Nûrin azîmin”/büyük bir nurdan perde kaldırılacağı gün…”[15]
    Hattâbî şöyle demektedir: Meşayıhtan bir çokları, ; سَاقٍ= "sâk"/ayak kelimesinin manasına dalmaktan korkmuşlardır. İbnü Abbâs radıyallâhu anhumâ’nın sözünün manası "Allah Teâlâ kudretini keşfeder ki, onunla şiddet ortay çıkar."[16] Bu te’vîlin geldiği rivâyeti İmâm Beyhakî El-Esmâ ve’s’Sıfât’ında İbnü Abbâs radıyal-lâhu anhumâ’dan iki senedle rivayet etmiştir ki her iki sened de Hasen’dir.[17]
———————————————–
İbnü Abbâs Te’vîl Yaptı mı?
———————————————
    İmâm Taberî’nin, Tefsîrinde sahîh bir senedle zikrettiği gibi, Ümmetin derin ve büyük âlimi İbnü Abbâs,
;اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ= “Allah göklerin ve yerin nûrudur,” (Nûr:35) âyeti hakkında şöyle buyuruyor: Allah sübhânehû ve teâla göklerin ve yerin ahalisine hâdî’dir/yol gösterendir.[18]
    Hafız İbnü Hacer Fethu’l-Bârî’de şöyle diyor: Hâkim’in İbnü Abbâs’dan yaptığı rivâyete göre ;سَاقٍ=/"Sâk"/ayak hakkında İbnü Abbâs radıyellâhu anhumâ’dan rivâyet edilen
   ;يَوْمَ يُكْشَفُ عَنْ سَاقٍ= ”ayak açılacağı gün..” (Kalem:42) ayeti hakkında şöyle dedi: “O sıkıntı ve şiddet demektir.” Hattâbî, ma’na “şiddet ve sıkıntıdan ortaya çıkacak kudretini ortaya çıkaracak denmektir” dedi.[19]
   ;فَإِذَا قَرَأْنَاهُ فَاتَّبِعْ قُرْآَنَهُ= "biz onu sana okuduğumuzda okunmasına tâbi’ ol” demek, “sana Cebrail aleyhisselâm bizim emrimizle okuduğu zaman, sen onun okuyuşuna tabi ol” manasındadır. Nitekim bunu, İmâm Buhârî’nin İbnü Abbâs radıyallâhu anhuma dan Bed’u’l-Vahy ile alakalı gelen bir rivayetini[20] okuyan bilir. Bu rivayetle hadisi şerifdeki bütün karışıklıklar izale edilmiştir. Nitekim âyetteki karışıklığı diğer bir ayet yok etmiştir.  
——————————————— 
Enes ibnü Malik
Te’vîl Yapmış mıdır?
——————————————— 
    Taberî, benzeri bir ma’nayı (“Allah sübhanehû ve teâla’nın göklerin ve yerin nûru olması”nın “ahalisinin hâdî’si/ahâlisine hidâyet eden” manasına geldiğini) Enes ibnü Malik’ten de rivayet etti.[21]
———————————————–     
Hasen-i Basrî
Te’vîl Yapmış mıdır?
———————————————–
     Taberî, isnâdı ile Hasen-i Basrî’den, Allah’ın “ihâta”sını/kuşat masını, “seni insanlardan koruyacak” şeklinde te’vîl ettiğini rivâyet etmiştir.[22]
 
 
———————————————–
Mücâhid Te’vîl Yaptı mı?
———————————————–
    Taberî yine Mücâhid’den bunun/nûr’un manasının müdebbir demek olduğunu, yani semâvatın ve yerin nûru demek “semavat ve yeri tedbir eden” manasında olduğunu rivâyet etmiştir.
    Ama İmâm (Taberî) İbnü Abbâs’tan gelen birinci manayı kabul etmiş ve diğerlerini kabul etmemiştir. Sen O’nun/Taberî’nin "İhâta" manası hakkında ne dediğini işitmiştin. Onun ilim meşiyyet ve iktidar kuşatamsı olduğuna te’vîl edileceğini/yorulacağını ve manasının bir cismi kuşatması olmadığını işitmiştin. Allah Teâlâ cisim ve sonradan olma varlıklardan çok üstün ve yücedir. İste Selef’in sözlerini böyle muhtemel yerlerinden araştıracak olursan, elbette bizzat ta’yîn ederek/ belirterek verilen çok güzel ve Allah’a layık olan manalar bulacaksın. Kim Selef’den hiçbir tayinin olmadığını naklettiyse mutlak olarak bu meseleyi incelememiştir ve onun ittilaı/geniş bilgisi yoktur. İşte Sahih-i Buhârî önümüzde İbnü Cerîr et-Taberî’nin tefsiri elimizde; bütün bunlar bizim dediğimizi söylemektedir. Bizim sözünü ettiğimiz şeyler, size işitmediğinizi işittirmiş olmak için temsil yoluyla zikrettiğimiz şeylerdir.…
    İşte Hafız Beyhâkî’nin “el-Esma ve’s-Sıfât” isimli kitabı… Bu hususta ona sarıl; alimlerin müşkil hadislerin şerhlerinde neler dediğine sarıl; Selef’in büyüklerinden naklettiğine sarıl.
    İmâm Ebu Bekîr İbnül-Arabî’nin dediğini önceden size göstermiştik. O Nüzûl hadisi hakkında şöyle diyordu: "O rahmet inişidir; yoksa bir yerden bir yere nakil inişi değildir." Belki de Ebu Bekîr İbnü’l-Arabî radıyallahu anhu’ya bu inişi açıklayan hadis ulaşmamış veyahut ulaşmıştır da, o anda aklına gelmemiştir. Veyahut kendine itimad edilmeyecek bir yolla ulaşmıştır da ona itimad etmeden bu şekilde söylemiştir. Yoksa, Nesâî Sünen’inde Ebu Hureyre radıyallâhu anhu’dan şöyle rivayet etmiştir. "Allah Teâlâ bir mühlet verir. Sonra nihayet gecenin yarısı geçince bir münadiye nida etmesini emreder. Hey!.. Yok mu isteyen, ben ona vereyim…" Artık ortaya çıkmıştır ki, Nüzûl’un Allah Teâlâ’ya isnâdı, yani “Allah indi” demek, mecâzî bir isnaddır; “Allahın münadisi indi” manasındadır. Öyleyse, Mecâz isnaddadır. Müsned veyahutta müsnedün ileyh’de değildir. İkisi de hakikattır ama isnad mecazdadır. Bu Kur’ânı Azîz’de ğarib bir şey değildir."
    Ümmetin büyük tefsir âlimi İbnü Abbâs radıyallâhu anhuma’dan sahih bir nakil gelmiştir ki, O İstivâyı Uluvv/yükselmek manasında tefsir etmiş, cülûs/oturma manasında tefsir etmemiştir. İmâm Taberî’nin Ulüvv manasındaki sözlerini sen bilmiştin. Sana Zehebî’nin kendisinden Ulemâ-ı Emsar’ın/İslâm beldelerinin âlimlerinin tamamının İcmâını ifade edecek, (bu yükselmenin) bilâ keyf/nasılsız bir yükselmek olduğunu söylemekte olduklarına dâir söz naklettik. Bunun manasını da sana, karışıklıkları senden izâle edecek şekilde açıklamıştık.
    Hafız Beyhakî şöyle demiştir:
    ; فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللَّهِ= "ne tarafa yüzünüzü döndürürseniz orada Allah’ın vechi vardır" (Bakara:115) ayetinin tefsîrinde Mucahid, “vechullah” /Allah’ın vechi, “kıbletullah” /”Allah’ın kıblesidir,” diyor. Yani “nerde olursan ol, şarkta da olsan, ğarbda da olsan sadece ve sadece kıbleye doğru dön.” [23]
 
———————————————
Katade Te’vîl Yapmış mıdır?
———————————————
    İbnü Cerîr’in rivâyetine göre, Tâbiûn imâmlarından Katâde de, Allâh’ın insanları “Kuşatma”sını, “kudret” ile te’vîl etmiştir.[24]
 
 
———————————————
İmâm Ebû Hanîfe
Te’vîl Yapmış mıdır?
———————————————
 İmâm A’zam Ebû Hanîfe amelî mes’elelerde Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e ve Selef’e ittibâ îcâbı olarak Te’vîl içün mutlaka lâzım olacak şartlara uyan te’vîl yapmıştır. O, nassları, engin dirâyetiyle diğer nassların çerçevesi içinde bulunması îcâb eden yere koymakla bazen onların açık ma’nâsının dışına çıkmaktadır. Nassları, diğer nassların/İslâm’ın bütünü içinde ma’nâlandırmak yerine kendi içinde anlayıp da hakîkatte yanlış anlayanlar İmâm A’zam Ebû Hanîfe’yi hep nasslara bağlı kalmamakla ithâm ede gelmişlerdir. İbnü Ebî Şeybe’nin Musan-nef’inde “Ebû Hanîfe’nin ise (bu nasslara muhâlif davranıp) şöyle şöyle dediği anlatılmaktadır” diyerek açıkça, İmâm Buhârî’nin de Sahîh’inde “insanlardan biri dedi ki” diyerek üstü örtülü olarak O’na yaptıkları ithamlar hep bu sebebe dayanmaktadır. Bu asılsız i’tirâzla-rın isâbetsizliğini görmek, bilmek ve anlamak isteyenler misâl olarak İmâm Kevserî’nin en-Nüketü’t-Tarîfe, el-İşfâk ve İhkâ-ku’l-Hakk gibi kitablarına bakabilirler.
O, Sıfat Âyetleri ve Sıfat Hadîsleri’nde ise, yed/el ve vech/yüz kelimelerinin Allah’ın sıfatları olduğunu, Allah’ın yedinin kudreti olduğunun söylenemeyece-ğini beyân etmekle[25] bunların uzuv/organ olmadıklarını, dolayısıy-la ne olmadıklarını açıklamış oluyordu. Böylece de Te’vîl-i İcmâlî yapmış. Ancak murâd edilen ma’nâyı tâ’yîn etmekten de uzak durmaktaydı. Lâkin ne olduklarının söylenemeyeceğini ifâde etmekle de Te’vîl-i Tafsîlî’den kaçmış olu-yordu. Hâsılı O, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ve Selef gibi bir yanda Te’vîl-i Tafsîlî yapmamakla Tefvîd’e giderken/lafzın ma’nâ-sının ilmini Allah’a bırakıyordu. Öte yanda da Te’vîl-i İcmâlî ile tenzîh yapıyor; yani Allah’ı, O’nu, yaratıl-mışların sıfatlarından kendine yakışmayacak sıfatlardan uzak tutmuş oluyordu. Zâten Selef’in de yolu buydu. Nitekim bu dediklerimiz Ebû Mutî’ el-Belhî’nin O’ndan rivâyet ettiği (dolayısıyla O’nun olduğuna i’tirâzın manasız olduğu) el-Fıkhu’l-Ekber’de görülecektir.
Daha sonraki Hanefîler ve önceki Mâtürîdîler de Selef akîdesi üzereydiler. Sonraki Mâtürîdilerden bir kısmı ise (câiz olan) te’vîl yolunu tuttular. Nitekim Beyâdî’nin “Mâtürî-dîlerden ve Eş’arîler’den bir kısmı tafsîl’e gitmişlerdir. El-Kifâye ve et-Tesdîd sahibi ile İbnü Hümâm avâm’ın inancının bozulmaması içün ihtiyâc ânında te’vîl’e gidilir” şeklinde hulâsa edilebilecek ifâdesi bunu göstermektedir.[26] Bununla beraber, eslem olanın Selef yolu olduğunu i’tirâf ettiler ve inkârcılara cevâbda (ve iknada) Halef yolunun Ahkem/ daha sağlam olduğunu söylediler. Allahu a’lem…
———————————————
Süfyân-i Sevrî
Te’vîl Yapmış mıdır?
———————————————
 Süfyân-i Sevrî de te’vîl etmiştir.
 Hafız Beyhakî, isnâdıyla rivâyet etti: Mi’dân el-Âbid şöyle diyor: Süfyân-i Servî’ye
;وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنْتُمْ= (Hadîd:4) ayeti hakkında sorduğumda, “(onun beraberliği) ilmi(yle)dir" dedi.[27]
———————————————–
İmâm Mâlik
Te’vîl Yapmış mıdır?
———————————————
    İmâm Mâlik’ten de te’vîl gelmiştir.
    Zürkânî, Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’den, O’nun (Mâlik’in),
;ينْزِلُ رَبُّناَ="Yenzilü Rabbuna"/"Rabbimiz iner" hadîsi hakkında şöyle dediğini nakletti: Nüzûl/iniş Allah Teâlâ’nın Zatına değil, fiillerine döner.. Hatta bu, O’nun emri ve nehyini indirecek olan meleğinin inişinden ibarettir. Şu halde nüzûl/iniş hissidir/fizîkîdir ve de kendisiyle emrin gönderildiği melekin sıfatıdır. Veyahut da ma’nevîdir; yani “önce yapmayıp da sonra yaptı” manasında bunu nüzul, bir mertebeden bir mertebeye inme diye isimlendirmiştir. Bu sahih bir Arabça ifade tarzıdır.[28]   
———————————————–
İmâm Ahmed
İbnü Hanbel Te’vîl Yaptı mı?
———————————————
    İmâm Ahmed b. Hanbel’e gelince.
    İmâm Beyhakî, Menâkıbu Ahmed İbni Hanbel’de, Hâkim’den, O, Amr b. Semmâk’dan, O, Hanbel’den rivayet etmiştir ki; Ahmed İbnü Hanbel ;وَجَاءَ رَبُّكَ= "Rabbın geldi" (Fecr:22) ayetini "Rabbının sevâbı geldi" şeklinde te’vîll etmiştir.
    Sonra Beyhakî şöyle demiştir:
    Bu üzerinde toz bulunmayan, sağlam bir isnaddır.[29]
    Yine İmâm Beyhakî Menâkıbu Ahmed’de senediyle beraber şöyle rivayet etmiştir:
    Hanbel İbnü İshak anlatıyor: Amcamı -Ebu Abdillah Ahmed ibnü Hanbel’i kasdediyor- şöyle derken işittim: Emirul-Mü’minîn’in sarayında münazara edildiği zaman bana karşı hüccet ileri sürüldü ve dediler ki, Bakara ve Tebâreke sûreleri kıyamet gününde gelecek. Onlara dedim ki; Kıyamet gününde Bakara ve Tebâreke sûrelerinin gelmesi demek sadece sevabın gelmesidir. Çünki Allah Teâla buyurduki ;وَجَاءَ رَبُّكَ=/”Rabbın geldi” buyurdu. Burada sadece ve sadece Rabbinin kudreti geldi, Kurân ve benzeri şeyler, vaazlar ve nasıhatler geldi, demektir.
    İmâm Beyhakî şöyle dedi: Bunda delil vardır ki, Ahmed ibnü Hanbel, Kitabta/Kur’ân’da gelen “Allâh’ın gelmesi” ve Sünnet’le gelen “Nüzûl”/”Allah’ın inmesi” ile murad edilenin intikal/bir yerden bir yere gitmek, yani cisimlerin zatlarının intikali gibi bir mekândan bir mekana intikal olmadığına inanmaktadır; O Cenâb-ı Hakk’ın ayetlerinin yani kudretinin alametlerinin zuhuru manasından ibarettir. Zira onlar (Bid’at ehli), “Kur’ân Allah’ın kelamı olsaydı, Allahın sıfatlarından zatî sıfatlarından bir sıfat olsaydı, gelmek onun için düşünülemezdi” diyorlar. Ahmed İbnü Hanbel onlara şöyle dedi: Okunmasının sevabı gelecektir ki, o gün bunu açıklamak isteyecektir. İşte bu sebeble, onu “ortaya çıkarma”yı “gelmek” kelimesiyle ifâde etti. (Nakil bitti.)
   Bu da İmâm Ahmed İbnü Hanbel hazretlerinin sıfat ayetleri ve sıfat hadislerini bir mekande yer tutmak olarak anlamadığının delilidir.
    Yine İmâm Beyhakî’nin el-Esmâ ve’s-Sıfat’ında senediyle Hasen ibnü Meymûnî’den rivayet ettiğine göre, (İbnü Meymûnî) şöyle dedi: Bir gün Ahmed İbnü Hanbel yanıma çıktı geldi ve “gir” dedi. Ben de evine girdim. (O’na) “şu insanlarla (Mu’tezile sapıklarıyla) yaptığın tartışmayı ve sana karşı neyi delîl olarak ileri sürdüklerini bana haber ver” dedim. O da “Kur’ân’dan bir şeyler getirip onları te’vîl ve tefsîr ediyorlar” dedi.
مَا يَأْتِيهِمْ مِنْذِكْرٍ مِنْ رَبِّهِمْ مُحْدَثٍ“kendilerine Rablerinden yeni hangi nasîhat gelirse…” (Enbiyâ:2) ayetini okuyorlar. Ben, “sonradan olan” muhtemeldir ki onun “indirilişi”dir; yoksa o zikrin kendisi muhdes/yeni ve sonradan olma değildir, dedim.
    İmam Beyhakî şöyle diyor: Ahmed İbnü Hanbel hazretlerinin doğruluğuna şu rivayet delalet etmektedir:
    Abdullâh İbnü Mes’ûd radıyallâhu anhu şöyle buyurdu: Ben Resûlüllâh sallallâhu aleyhi Vesellem’e vardım ve O’na selâm verdim. Bana, “ve aleyküm selam” demedi. Kadim/eski olan da sonradan olan da beni yakaladı (Eski yeni ne varsa hep aklıma geldi.) “Hakkımda yeni bir şey mi oldu,” dedim. Resûlullah sallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: Allah Nebisi için emrinden istediği şeyi ihdas eder/sonradan ortaya çıkarır. İhdas ettiği şeylerden biri de namazda konuşmamanızdır.
———————————————–
    Buharî Te’vîl Yaptı mı?
———————————————–
   İmâm Buharî Sahîh’inde
 ;كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ= "her şey helak olacaktır onun vechi hariç" (Kasas:88) ayetinin tefsirinde
 ;وَجْهَهُ=   kelimesini ;إِلَّا مُلْكَهُ=/illâ mülkehû/mülkü müstesnâ diye tefsir etmiştir ve şöyle demiştir: Ve yine denilir ki, “Kendisiyle sadec Allah’ın vechi, yani mülkü/mülkiyet ve iktidârı murâd edilen müstesna”.[30] (Buhârî’nin Sözü Bitti.)
    İmân Buhârî burada vechi kesin bir şekilde mülk manasına te’vîl etmiştir. İmân Buhârî’nin Selefin en hayırlılarından olduğunda şübhe edecek bir akıllının var olduğunu tahmin etmem.  
    Yine İmâm Buhârî Sure-i Hûd(56)’un ;مَا مِنْ دَابَّةٍ إِلَّا هُوَ آَخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا=/
ayetinin tefsirinde ;فِي مُلْكِهِ= onu mülkünde ve sultanında tutmuştur, demiştir.[31] (Buhârî’nin Sözü Bitti.)
   O, yine Ebû Hureyre’den,      وَيُؤْثِرُونَ عَلَي أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كاَنَ بِهِمْ خَصاَصَةٌ (Haşr:9) ayetinin tefsirinde                                     şöyle rivayet etmektedir: Adamın biri Peyğamber efendimiz sallahu aleyhi vesellem’e geldi ve efendimiz aleyhissalatü vesselam hanımlarına haber gönderdi; onlar da “bizim yanımızda sudan başka bir şey yoktur” dediler. Resulullah sallalahu aleyhi vesellem “kim bunu misafir edecek” buyurdu. Ensardan bir adam, “ben edeceğim” dedi. Onu karısına götürdü ve “Resûlullahın misafirine ikramda bulun” dedi. O da “yanımda çocuklarımın yiyeceğinden başka bir şey yok” dedi. Adam da “o yemeği hazırla ve mumunu yak ve çocuklarını uyut” dedi. O da yemeği hazırladı, sonra kalkıb mumu düzeltecek gibi yapıp mumu söndürdü. Sonra sanki kendileri ve çocukları yiyormuş gibi yaptılar. Kendileri karınlarına taş bağlayarak gecelediler. Adam sabah olunca Resulullah sallallhu aleyhı vesel-lem’e gitti. O “Allah teâla bu gece güldü” veya “sizin yaptıklarınıza taaccüb etti.” Bunun üzerine Allah cc bu (Haşr:9) ayeti indirdi” buyurdu.[32]
    Hafız İbni Hacer, Hattâbî’den “gülme”nin ve “teaccub etme”nin Allaha isnâd edilmesinin imkânsız olduğunu bununla murad edilenin Allah’ın bundan razı olması olacağını, “melekleri taaccüb ettirmek” veya “güldürmek” de olabileceğini nakletmiştir.
    İmam Buhârî, “gülme”yi “rahmet” olarak te’vîll etmiştir. Bunu ondan İmâm Hattâbi nakletmiş ve şöyle demiştir: İmâm Buhârî gülmeyi başka bir yerde rahmet olarak te’vîll etmiştir.[33] Bu da ihtimale yakın bir şeydir; ama “Allah Teâlâ’nın razı olması” şeklindeki te’vîli (doğruya) daha yakındır.[34]
    İbnü Hacer bu sözü Buhârî nüshalarında göremediğini aynı yerde beyân ettiyse de, İmâm Hattâbî ve Beyhakî gibi büyük hadîs hâfız-larının nakline biz i’timâd ediyoruz. Yeni türeme “Hadîs Ehli”(!)nin hevâları kendilerinin olsun.
    İmâm Beyhakî gülme ile alâkalı bir çok rivâyeti kendi isnâdları ile yaptıktan ve başkalarından naklettikten sonra mes’eleyi şöyle noktaladı: Önceki arkadaşlarımız (Hadîs âlimleri) bu amellere teşvîk edilmesini ve Allahın lütfuna dâir verilen haberi anlamışlar ve “gülme”nin tefsîri ile uğraşmamışlardır. Bununla berâber Allahın organların ve mahreclerin sâhibi olmadıklarına, Allahın (hâşâ) dişleri ve ağız açmak ile vasfedilmesinin câiz olmayacağına inanırlardı. Allah yaratılanlara benzemekten çok büyük yücelil ile yücedir.[35] (Beyhakî’den Nakil Bitti.)
———————————————-
Ebû Ca’fer İbnü Cerîr
Et-Taberî Te’vîl Yaptı mı?
———————————————–
     İşte sana Selef’in tercümanı ve müfessirlerin imamı Ebû Ca’fer İbnü Cerîr Et-Taberî’nin "Arş’ın üzerinde istivâ etmek" hakkındaki görüşü:
    “Arş’ın üzerinde istivâ etmek” mes’elesinde Selefî olduğunu iddia eden ama haddizatında Halef’in geri zekalıları olan kimseler, bir de cihet ve mekan hususunda Allah Teâlâ’ya cihet ve mekan ta’yîn eden görüşlere tutunurlar. Ben zannetmem ki insaflı bir kimse Ebû Ca’fer İbnü Cerîr et-Taberî radıyallâhu anhü hazretlerinin Selefî olduğunu münakaşa mevzuu etsinler.
    İbnü Cerîr, bu Bakara suresinde geçmekte olan ”Sonra Semâ’ya istivâ etti…” ayetinin tefsirinde şöyle dedi: 
   "İstivâ" Arab kelâmında bir çok manaya gelir. Onlardan
   (Bir) tanesi: "Adamın gençlik yıllarının son bulması ve kuvvetlenmesi" manasıdır. İnsan böyle olduğu zaman,;إِسْتَوَئ الرَّجُلُ=/”adam İstiva etti” denilir.
    (İki): İstiva kelimesinin manalarından bir tanesi de bulunmuş olduğu hususda doğru hâle gelmesi ve düzelmesi demektir. Bir adamın işi eğri ve yamuk yumuk olduktan sonra düzelirse, ;إِسْتَوَي لِفُلَان ٍ أَمْرُهُ=/“işi falancıya istiva etti” denilir. "İstivâ" kelimesinin manalarından bir tanesi de “bir şeye bir iş ile yönelmek” demektir. Nitekim şöyle denilir: Bir insan bir insana iyilik ve ihsanda bulunduktan sonra,
 
إِسْتَوَي فُلَانٌ عَلَي فُلَان ٍ بِمَا يَكْرَهُهُ وَ يَسُوئُهُ بَعْدَ الْاِحْسَانِ إِلَيْهِ
 “İstevâ fülanün ala fülanın bima yekrahuhu ve yesûühu ba’de’l-ihsâni ileyhi"/ “falancı falancıya hoşlanmadığı, kendisini kötü edecek bir şeyle, ona ihsanda bulunduktan sonra ikbal etti, yöneldi” demektir.
    (Üç): İstivâ kelimesinin manalarından bir tanesi de "İhtiyâz" yani hayyizine/”içine almak”, yani “kaplamak” demektir. Nitekim,
;إِسْتَوَي فُلَانٌ عَلَي الْمَمْلَكَةِ= /”falancı memlekete istiva etti” yani onu ihtiva etti içine aldı ve zabtetti.
    (Dört): İstivâ kelimesinin manalarından bir tanesi de ;عُلُوٌّ=/"Uluvv" ve ;اِرْتِفَاعٌ=/"İrtifa’”/”yüksekta olmak, yücelmek ve yükselmek” demektir. Bir insanın ;إِسْتَوَي فُلَانٌ عَلَي سَرِيرِهِ= /”falancı divanının üzerine çıktı” denilir.
    Bu ayeti celîleye bu manaların hangisi daha çok yakışıyor?. Yani bunların en evlâsı, ;ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ فَسَوَّاهُنَّ= ayeti celilesindeki İstivâ
 ;عَلَي عَلَيْهِنَّ واَرْتَفَعَ=/”üzerine çıktı ve yükseldi, kudretiyle onları tedbir etti; yani “onları yedi kat sema olarak yarattı” demektir. Arab kelamında,
; ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ= ayeti celîlesindeki İstivâ’nın "Uluvv” ve “İrtifa’" olduğunun anlaşılacağını inkar eden kimselere şaşılır, "Allah Teâla semanın üzerine yükseldi” demek, “önceden altındaydı da sonra üstüne yükseldi” manasına gelebilileceği endişesiyle böyle bir yanlış manadan kaçınmak için, buradaki İstivâ’nın İrtifa’/yükselme manasında olduğundan kaçınan kimselere şaşılır. Bu kimse şu mahzurdan kaçar ama onu bilinmeyen ve hoş olmayan bir şekilde te’vîll eder. Sonra da bu kaçtığı şeye/mahzûra kendisi tutulur. Ona, sen, "İstevâ" akbele/ikbâl etti demektir. Allah Teâla, daha önce "İdbâr" mı etmişti?. Yani, önceden semaya arkasını mı dönmüştü de şimdi önünü döndü, ona yöneldi; bunu mu iddia ediyorsun? denilir.
    Eğer iddia ederse ki, “bu İkbâl, fiili bir İkbâl değildir. Fakat bu tedbiriyle yöneldi manasında bir ikbaldir” derse, ona şöyle denilir: Aynı şekilde de ki, “O’nun yükselmesi mülk ve sultan yükselmesidir. Bir yerden bir yere intikal ve bir yerden ayrılma yükselmesi değildir, manevi bir yükslemedir.” O bu husuta ne şey söylerse, onun gibi bir şeyle ilzam edilir…”[36]
   Görüyorsun ki, İbnü Cerîr "Arşın üzerine İstivâ"yı orada oturmak ve yerleşmek manasında tefsir etmedi; aksine onun “mülkiyet ve sultanlık”/”hükümrânlık manasında bir yükselmek,” “mâlik olmak hükümranlığı altına almak manasında bir yükselmek” demek olduğunu anlattı. Allah teâla hakkındaki ;علو=/"uluvv" ve "yüksekte olma"yı Kur’ân’da nerede zikredildiyse, hep aynı şekilde (ma’nevî bir yükseklik olarak) tefsir etmiştir.
    İbnü Cerîr Allah ondan razı olsun ayetel kürsî tefsirinde şöyle diyor: ;وَهُوَ الْعَلِيُّ= demek,
;وَاللهُ الْعَلِيُّ=/”Allahtır aliyy olan” demektir. ;عَلِىٌّ=/“Aliyy”, ;فَعِيلٌ=/“feîl” mansındadır. ;عَلَى=“Alâ”, ;يَعْلُو=“ya’lû”, ;عُلُوًّا=/“Uluvven” kelimesinden “feîl” vezninde bir kelimedir. Bir şey yükseldiği zaman böyle denilir.” O ;عَالىِ=“âlî”dir ve ;عَلِىّ=/“aliyy”dir, yükselendir. ;عَلِىّ=/ “Aliyy”, “uluvv ve irtifa’ sahibi, mahlukatı üzerine yükselen” demektir. Aynı şekilde, Allah tealanın ;ألْعَظِيمُ=/Azîm kelimesi de böyledir. Azamet sahibi. Öyle azamet sahibi ki, her şey onun altındadır. Ondan daha büyük hiçbir şey yoktur.[37] (İbnü Cerîr’in sözü bitti.)
     İbnü Cerîr Nisâ sûresindeki,
 ; إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيًّا كَبِيرًا= ayeti celîlesinin tefsirinde şöyle diyor: Allah c.c her şey üzerine uluvv sahibidir. Öyleyse ey insanlar! Kadınlarınız üzerine, sizin için Allah onlara bir hakkı lâzım/kaçınılmaz kıldığı hususlarda size itaat ettikleri zaman- ellerinizin onların ellerinin üstünde olması sebebiyle azgınlık taşkınlık yapmayınız.. Şübhesiz Allah sizden daha üstündür ve her bir şeyden daha a’ladır ve sizin onlar olan üstünlüğünüzden daha a’la ve daha üstün ve her bir şeyden daha büyüktür. Siz onun elinde ve onun kubbesindesiniz. Öyleyse Allah’tan korkunuz ve Allah’tan sakınınız kadınlara zulmetmenizden ve onlara taşkınlık yapmaya yol aramanızdan onlar size itaat ediciler oldukları halde. Yoksa Allah Teâlâ onlar hesâbına sizden intikam alır. Rabbiniz ki o sizden daha A’ladır; her şeyden A’ladır Ekberdir; her bir şeyden daha büyüktür.[38]
    İbnü Cerîr hazretleri,                 ;ِالْمُتَعَال عَالِمُ الْغَيْب ِ وَالشَّهَادَةِ الْكَبِيرُ= ayeti celilesinin tefsirinde de şöyle diyor: Allah c.c sizden ğaib olan/sizin görmediğiniz, şahid olmadığınız şeyleri bilendir. Gözlerinizle görmediğiniz şeyleri bilendir. Ona hiçbir sey gizli kalmaz. Çünki insanlar O’nun yarattığı ve tedbîr ettiği varlıklardır. O, öyle bir Kebirdir/büyüktür ki her şey onun altındadır. O müteâl’dir, kudretiyle her şeye Müste’lîdir/ her şeyin üstünde olucudur…[39]
   İbnü Cerîr
;كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ= "Allahın vechi müstesna, her şey helak olacaktır" ayeti celîlesinin tefsirinde ;وَجْهَهُ= kelimesini ;إِلَّا هُو=/
 “sadece O müstesna” diye tefsir etmiştir.[40]
   İmâm Taberî hazretlerinin, Allah Teâlâ ;وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ= ”Allah çok geniştir ve çok bilendir” ayetine yaptığı tefsirine bakalım. O şöyle diyor: Allah “fazlı geniş olan”dır, lutuf ve ihsanıyla Cevvâd’dır. Öyleyse siz cariyelerinizi evlendirin. Allah Vâsi’dir, fazlı genişdir; fakirlerse, fazlından onlara genişlik yapar, O Alîm’dir/sonsuz ilim sahibidir, insanlardan fakir olanları bilendir. Mahluklarının tedbiri ona gizli değildir.[41] Yine Allah Teâlâ ;إِنَّ رَبَّكَ أَحَاطَ بِالنَّاسِ=/"hani sana dedik ki
 şübhesiz Rabbin insanları ihâta etti/kuşattı" Bu ayetlerden Seleften hiçbir kimse ilim ve iktidar kuşatmasından başka bir şeyi mi anlamıştır? Onlar manayı tayin etmişler ve açıklamışlar.[42]
    İmâm Taberî birinci ayeti celilenin tefsirinde şöyle buyuruyor. Allah celle senâuhû buyuruyor ki; "Hatırla ey Muhammed!.. Hani sana, ‘Rabbin insanları kudretiyle çepeçevre kuşattı. Artık onlar Rabblerinin kabzası içindedirler, oradan çıkmaya Allah’ın dilemesi olamaksızın kadir olamazlar; biz seni onlardan engellemekteyiz. Onlardan hiç kimseden korkma ve sana risaletini tebliği noktasında neyi emrettiysek onu tatbik et’ dedik.”
    Sonra Taberî bu manayı Tabiûn müfessirlerin en büyük âlimlerinden olan Mucahid ve Katade’den nakletti.[43]
    Taberî ikinci ;مُحِيطٌ  أَلَا إِنَّ اللهَُ بِكُلِّ شَيْءٍ=/
”Ey!… Şübheniz olmasın ki, Allah her bir şeyi kuşatıcıdır” ayeti celîle(si)nin tefsîrinde şöyle diyor: Yani yarattıklarından her bir şeyi ;مُحِيطٌ= ilmi ve kudreti ile kuşatıcıdır. Onun ilminden hiçbir şey uzak değildir. İradesinden hiçbir şey uzak kalmaz ki onu kaybetsin ve kaçırsın. Fakat odur her bir şeye muktedir olan ve onun mekânını bilen.[44] (Taberî’den Nakiller Bitti.)
    Allâme Kudâî’nin de dediği gibi, Allah teâlâ
;اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ= ”Allah göklerin ve yerin nûrudur,” (Nûr:35) buyurdu. Seleften hiçbir kimse bu nûrun duvarlardan ve havadan süzülüp gelen ve yayılan bir ışık olduğunu anlamamıştır. Allah’ı ve kitabını tanıyan alimlerin makamı bu avamca olan zahiri manayı anlamaktan çok üstündür.
———————————————–
Altıncı Fasıl
Selef ve Selef Yolundaki
Ehl-i Sünnet Halef Hangi Çeşit Te’vîl’e Karşı Çıkmıştır?
———————————————
    Onlar sâdece bâtıl ve Tafsîlî Te’vîllere karşı çıkmışlardır. Bir takımları dahî çok nâdir de olsa Te’vîl-i Tafsîlî’ye gittikleri olmuştur. Nitekim yukarıda geçmişti. Dolayı-sıyla “Selefî” olduğunu iddiâ eden zemâne Hâricîleri Selef’e iftirâ etmektedirler. Kendileri kat’î nass-lara ters olan bâtıl te’vîlleri bol bol yapmışlardır.
———————————————–
Yedinci Fasıl
Te’vîl ve Mecâz Neden Tamâmen Reddedilir, Veya
Neden Sınırsız ve Ölçüsüz
Kabûl Edilir ve Yapılır?
———————————————
    Günümüzde kendilerine Selefî ismini takanlar, özde değil de sözde Selefîlerdir. Şunların başları ile birçokları, Te’vîl’i ve Kur’ân’da, (sözün hakîkî ma’nasında kullanıl-masına mâni’ yeter bir delîl bulunması sebebiyle o manada kullanılamayıp da başka bir manada kullanılması demek olan) Mecâz bulunduğunu inkâr ederler.[45] Peki, Te’vîl’in her çeşidini ve Mecâz’ı inkâr etmelerinin altında yatan maksad nedir? Allah en iyisini bilir; ama görünen odur ki, maksad Allah’ı yarattıklarına benzetebilme-nin yolunu açmaktır. Böyle olmasaydı, onların Allah Teâlâ’ya cisim ve cismiyyet ile şekil ve sûret yakış-tırmaları nasıl mümkin ola-caktı? Öte yanda da her çeşit Te’vîl’i kabûl edenlerin maksad küplerinden dışarıya sızan, nass-ların asıl manalarından kurtularak canlarının istedikleri ma’nâları verebilmek için böyle yapmakta olduklarıdır.
    Allâme Muhyiddîn Kâfiyeci şöyle diyor: “Bazılarının iddiâ ettiği gibi, ondan (“Allah Arş’a istivâ etti” âyetinden) murâd edilenin, “Arşın üzerinde yer tutmak, yerleşmek, oturmak” demek olduğunu söyle-mek hiçbir delîle uymayan ve teşehhî/nefsin arzusuna uyma yolu üzere yapılan bir rey ile tefsîr olur. Böyle bir tefsîr yapanlar, hakla-rında, “kim Kur’ânı reyi ile tefsîr ederse cehennemden yerini hazır-lasın” denilenlere dâhil olurlar.” (Kafiyeci’den Nakil Bitti.)[46] 
    Evet, İbnü Cerîr et-Taberî’nin de ifâde ettiği gibi “istivâ” kelimesinin birçok ma’nâları vardır. Ona, kat’î nasslar istikâmetinde -Selefîliği munâkaşa kaldırmayacak İbnü Cerîr’in de dediği gibi- “maddî” değil de “ma’nevî isti’lâ/üstünde olmak” ma’nâsı vermek yerine “maddî” olarak “yer tuttu”, “yerleşti” ve “oturdu” manasını yamalamak bâtıl bir te’vîlden başka bir şey değildir.
———————————————
Sekizinci Fasıl
Te’vîl’i Toptan İnkâr Edenlerin Kendileri Hiç mi Te’vîl Yapmadılar?
———————————————
     Te’vîli inkâr edip kabûl etmeyen-lerin kendileri de, yerli yersiz nassları te’vîl etmektedirler. Onlar bir yanda Te’vîl’i inkâr ederlerken öte yanda lüzûmsuz, hattâ câiz olmayan noktalarda son derece berbat ve câiz olmayan te’vîller yapmaktadırlar.
    Âyet Te’vîlleri”nin Kısmen
    Sahîh Olanlarından Bir Takımı
    Bir: “Nerede olursanız, O (Allah) sizinle berâberdir.”[47]
     Berâber olmakta asıl ve zâhir/açık olan “zât ile berâber olmak”tır. Ama buna rağmen buradaki beraberliği İbnü Teymiy-ye, İbnü’l-Kayyim ve tâ’kîbçileri de şu aslından ve zâhirinden çevirip “zâtı ile değil de ilmiyle berâber olma”yla te’vîl ediyorlar. Çünki -ayıbdır söylemesi- aksi halde helâda olduğumuzda da Allah’ın zâtıyla bizimle olacağı şeklindeki inancı kılıflayacak bir kılıf bulamazlardı.
     İki: “(Kendinizi) nereye çevirirse-niz, Allah’ın vechi işte oradadır.”[48]
     Bu âyeti de te’vîl edip “zâtı değil, ilmiyle oradadır” diyorlar. Çünki burada böyle bir te’vîl yapmasaydılar Allahı -hâşâ- göklerden yere indirmiş olacak-lardı. O yüzden mecbûrî olarak te’vîle gittiler.
     Üç: “Hey!.. O, her bir şeyi kuşatandır.”[49]
     Bu âyet de yukarıdaki mahzûrlarla te’vîl ettiler; “zâtıyla değil” de “ilmiyle her şeyi kuşatandır” dediler.
     Dört: “O Allah göklerde(ibâdet edilen)dir ve yerde(ibâdet edi-len)dir.”
     Bu âyeti de te’vîl etmektedirler. Yine bunu da birinci âyetteki te’vîllerindeki mülâhazalarla yap-maktadırlar.
     Beş: “O, size şah damarından daha yakındır.”[50]
     Kezâ bunu da “zâtıyla değil, ilmiyle” diyerek te’vîl ediyorlar. Hâlbuki zâhiri “zât” ile “daha yakın” olmayı îcâb ettiriyordu. Ama bunu da te’vîl ettiler işte. Aynı düşünceyle…
     Altı: “Kim bu dünyâda kör ise O, Âhiret’te de kördür.”[51]
     Körlükte esas ve zâhir olan ma’nâ maddî körlük ise de, onlar bunu da te’vîl ettiler. Belki de bunu
     Yedi: “kafalardaki gözler değil de kalblerdeki gözler kör olur” âyetiyle te’vîl ettiler; ama “başlardaki gözler kör olmaz”ı da bir şekilde te’vîl ettiler.
      Sekiz: “(Filistin’e giden İbrâhîm aleyhisselâm) Şübhesiz ben Rabbime gidiyorum… dedi.”[52]
      Bunu da te’vîl ettiler.
     Kısmen Sahîh Olan Hadîs
     Te’vîllerinden Bir Takımı
     Bir: “…Ben onu sevince de, kendisiyle işiteceği kulağı, kendi-siyle göreceği gözü, kendisiyle tutacağı ve vuracağı eli ve kendisiyle yürüyeceği ayağı olurum”[53]
      İki: “Kim helâl bir kazançtan bir hurma tanesi kadarını tasadduk ederse -ki Allah sadece helâli kabû eder- Allah onu sağ eliyle alır…..”[54]
     Allah’ın şu hadîslerde -hâşâ- görülen adresi gökler değil de yerler olunca, Te’vîl’in, artık Te’vîl inkârcı-larınca da kabûl edilip yapılma mecbûriyeti vardır!…
     Üç: “Allah vardı. Onunla beraber ondan başka hiçbir şey yoktu.”[55]
     Onlara göre Allah, -hâşâ ve kellâ- adressiz ve koltuksuz bırakılamayacağına göre, bu hadîs de behemehal te’vîl edilmeliydi!… Nitekim öyle de oldu!..
———————————————
Netîce
———————————————
    Selef murâd edilen ma’nâyı ta’yîn eden Te’vîl-i Tafsîlî’yi umûmiyetle yapmayıp işi tenzîhle beraber Allah’a bırakmıştır. Bu tenzîh işi kimilerine göre Te’vîl değildir; kimilerine göre ise Te’vîl(-i İcmâlî)dir. Yukarıdaki misallerden de görüleceği üzere nâdir de olsa Sahâbe, Tâbiûn, Hadîs imamları ve müctehidler Te’vîl-i Tafsîlî’yi dahi yapmışlardır. Sahâbe ve sözü edilen imamlarımız Selef’in tâ kendileridir. Bir yanda canları istediğinde ölçülü ölçüsüz te’vîli yapanlar, öte yanda da bunu başkalarına yasaklayanlar açıktır ki iyi niyetli kimseler değillerdir. Onlar bununla Teşbîh ve Tecsîm’in yolunu açmak istemektedirler. Onlar lafta şu Tecsîm ve Teşbîhi kabûl etmediklerini iddiâ etseler de bunları fiilen işlemektedirler. Bu tenâkuzları ya takıyye yapmaktan veya ne dediklerini bilmemekten doğmaktadır. Selefî olmak iddiâ-sıyla ortaya atılıp şu imamlara karşı çıkan ve dil uzatanlar Selefî olmadıkları gibi hayırlı Haleften de değillerdir. Onlar sadece ve sadece “Halfî”/kötü sonrakilerin peşlerine takılanlardırlar…
    Allah celle celâlühû şu Ümmeti Nasslarla oynayacak şekilde ölçü-süz te’vîl edip ifrâta kaçanlarla, bâtıllarını yerleştirmek içün Te’vîli tamâmen kaldırıp tefrîtte boğulan-ların şerrinden korusun…
 
وَصَلَّى الله عَلَى سيدنامحمد وَ عَلَى اَلِه وصحبه كلما ذكره الذاِكرون وغفل عن ذكره الغافلون وَ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالمَين


[1] Yani, dönmek demek olan;أَوَلَ= sîğesi ;تَأْوِيل= kalıbına sokularak döndürmek ma’nâsına çevrilmiştir
[2]    Te’vîlât’ın başında buna yakın sözler vardır:1/1 Muhtemelen O’nun sözü, meâlen verilmiş veya tefsîrinin bizim görmediğimiz bir başka tarafında bu ifâde aynıyla vardır.
[3]    Ebû’l-Bekâ, Külliyât: 261.
[4] Tânevî, Keşşâf-ı Istılâhât-ı Fünûn:
   1/89.
[5] Allâme Muhyiddîn Kâfiyeci, Et-Teysîr  fî Kavâidi Ulûmi’t-Tefsîr:125
[6]  İmâm Beğavî, Meâlimu’t-Tenzîl (Dâru’l-Ma’rife):1/35
[7]  Benzerini İmâm Nesefî’nin Akâid’inde
   de görürüz.
[8] Zebîdi, Tâcü’l-Arûs: 14/32
[9] Hatta dönülmelidir.
[10]Buradaki misallerin hemen hemen hepsi Allâme Selâme el-Kudâi el-Izâmî’nin Furkânu’l Kur’ân isimli eserinin 98-104. sayfaları arasından alınmıştr. (Dâru’l İhyâi’t-Turâsil Arabî, Beyrut)
[11] [Ahmed, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbnü Mâce, Ebû Hureyre’den], El-Fethu’l-Kebîr:2/649-650 H:14558
Ayrıca “yenzilü’llâhu”/“Allah celle celâlühû iner” şeklinde başlayan küçük lafız farklılıkları olan Müslim ve Tirmizî’nin, yine Ebû Hureyre’den (H:14555), Müslim’in Ebû Hureyre’den, (14556) ve Ahmed ve Nesâî’nin Cübeyr İbnü Mut’ım’den (14557) rivâyetleri aynı yerde mevcûddur.
[12] Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ:6/114 H:10316
[13]  Ahmed İbnü Hanbel: 4/22
[14] Muhammed Yûsûf el-Bennûrî, Meârifu’s-Sünen:4/135-140(dan hulâsa olarak.)
[15] Fethu’l-Bârî:9/664 (Dârü’l-Fiikir)
[16] İmâm Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât:436.
[17] İmâm Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât:436-
   437
[18] Tefsîr-i Taberî:18/105 (Dârü’l-Ma’rife)
[19] Fethu’l-Bârî:9/664 (Dârü’l-Fiikir)
[20] Buhârî (5044)
[21] Tefsîr-i Taberî:18/105 (Dârü’l-Ma’rife)
[22]Tefsîr-Taberî:15/75 (Dârü’l-Ma’rife)
[23]İmâm Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât: 391, Tefsîr-i Taberî:2/536 (Dârü’l-Me ârif)
[24]Tefsîr-Taberî:15/75 (Dârü’l-Ma’rife)
[25] Şerhu’l-Fıkhı’l-Ekber: 66-67 (Matbaa-i Osmâniye, 1303
[26] Kâdî el-Beyâdî, İşârâtü’l-Merâm:189
[27] El-Esmâ ve’s-Sıfât:433
[28] Şerhu’z-Zürkânî ale’l-Muvatta:2/35
[29] İbnü Kesîr, el-Bidâye:10/327
[30] Buhârî, Sahîh:6/17
[31] Buhârî, Sahîh:5/213
[32] Buhârî (4889)
[33] İmam Beyhakî, el-Esma ve’s-Sıfat: 593 (İlmiye)
[34] Fethul-Bârî: 9/623 (Dârü’l-Fikir)
[35] İmam Beyhakî el-Esma ve’s-Sıfat: 598
[36] Tefsîr-i Taberî:1/428 (Mektebetü İbni Teymiyye-Kâhire)
[37] Tefsîr-i Taberî:1/405 (Mektebetü İbni Teymiyye-Kâhire)
[38]Tefsîr-Taberî:8/318 (Mektebetü İbni Teymiyye-Kâhire)
[39]Tefsîr-Taberî:16/366 (Mektebetü İbni Teymiyye-Kâhire)
[40] Tefsîr-Taberî:20/82 (Dârü’l-Ma’rife)
[41]Tefsîr-Taberî:5/314-315 (Mektebetü İbni Teymiyye-Kâhire)
[42] Tefsîr-Taberî:15/75 (Dârü’l-Ma’rife)
[43] Tefsîr-Taberî:15/75-75 (Dârü’l-Ma’rife)
[44]Tefsîr-Taberî:25/5 (Dârü’l-Ma’rife)
[45] İbnü Teymiyye, el-Îmân:99-108
     (İlmiyye)
 
[46]  Allâme Muhyiddîn Kâfiyeci, Et-Teysîr fî  Kavâidi Ulûmi’t-Tefsîr:131
[47] Hadîd:4
[48] Bakara:115
[49] Fussilet:54
[50] Kaf:26
[51] İsrâ:72
[52] Sâffât:99
[53] [Buhârî, Sahîh, Tevâzû’ Bâbı], Mu’cem
[54] [Ahmed, Buhârî, Müslim, Ebû Hureyre’ den], El-Fethu’l-Kebîr:2/402, H:11653
[55] [Buhârî, Bed’u’l-Halk:1], Mu’cem
PDF'e AktarYazdır

BİR CEVAP BIRAK

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen buraya isminizi yazın