PAYLAŞ
PDF'e AktarYazdır
EFENDİMİZ (Sallâllâhu Aleyhi Ve Sellem)İN GAYBDAN VERDİĞİ HABERLER
 
Abdullah Hiçdönmez
بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم
İslamoğlu kendisine sorulan:
“Efendimizin gelecekle ilgili gaybı, bilgi ile değil de kendine has basîretlerle ya da oku­ma­larla diyerek olayları tahlil edip ge­le­cek­le ilgili sözler söylediğini buyurdunuz.
Efendimizin târih vererek gelecekle ilgili "oku­malar"da bulunmadığını, bu işin O (sav)’ın yöntemine aykırı düştüğünü biliyoruz.
Do­la­yı­sıyla bu sizin görüşünüzü doğrular nitelikte. Ancak Ammar B. Yasir’e "Seni bâği bir güruh katledecek." buyurmalarında da bu tür bir "o­kuma" söz konusu mudur? Yoksa bu hâdise E­fendimiz’e bildirilmiş midir? Üstelik ge­çi­yo­rum Efendimizi, Hazret-i Ömer’le ilgili Efendimiz’in "O söyletilenlerdendir" buyur­ma­sını nasıl anlayalım?” şeklindeki bir soruya şöyle cevap vermiştir:
“Aziz Talib-i ilim,
Ammar b. Yasir’e Efendimiz’in Mescid’i Nebevi’nin yapımı sırasında çok çalışmaktan dolayı bayıldığı bir sırada söylediği rivayet edilen "Seni baği bir güruh öldürecek" sözünü İmamlar ve sultanlar Kitabıma ben de al­mış­tım.
Bu rivayet senet açısından sahihtir. Bir­çok sahabi bunu bildiği için Ammar’ın katlinin ardından Muaviye’nin saflarını terk edip Hz. Ali’nin saflarına geçiyor. Bu da tarihi bir bilgi. Daha ilginç bir malumat ise, Muaviye’nin kendi aleyhine olan bu hadisi red edememesi. Mu­a­vi­ye reddetmek yerine tevil ederek "Onu Ali öl­dürttü" diyor; "Ali savaşmasaydı, Ammar öl­dü­rülmezdi". Ne yorum ama…
Bu durumda rivayet çok güçlenmekte. Eğer bu karineler olmasaydı bu rivayetten şüp­he etmemiz için bir çok gerekçemiz vardı. Zira bu tür siyasal rivayetler mezhebi çatışmaların cephanesi olarak kullanılmıştır. Ve bu meyan­da rivayet ırmağına hayli çer çöp atılmıştır.
Sonuçta Allah Rasulü’ne bunun Hz. Cibril tarafından bildirildiğini düşünmememiz için hiçbir neden yoktur. Bu Cebrail’in Allah’tan aldığı bir vahiy şeklinde değerlendirilemez tabi ki. Dolayısıyla “Öyle olsaydı Kur’an’a girerdi” itirazı da yersizdir. “O söyletilenlerdendi” ifa­desinin bu ko­nuyla hiçbir ilgisini göre­miyorum. Bu tamamen Ö­mer’in basiret ve ferasetine ya­pılmış nebevi bir övgüdür. Bu her çağda bazı keskin görüşlü in­sanlara verilen ilahi bir yete­nektir. Haki­katen etrafımızda da bu ma­nada "söy­le­tilen­/ko­nuş­tu­rulan" insanlar vardır. Hani Hz. Ali de ibn Abbas için diyor ya: "Sanki bir perdenin arkasını görüp konu­şu­yormuş gibi…" Ne hoş bir tavsif…”

(Geniş metin:http://­www­.musta­fa is­lamoglu.­com­/haber_detay.php?haber_id=161adresinde)

Bu konudaki reddiyemize şöyle başlaya­bi­liriz:
İslamoğlu yine âdeti üzere muğlâk ifâ­de­lerle sorulan soruyu başka mecraya çekip Haz­ret-i Mu‘âviye’ye hakāret boyutuna çıkar­mayı başarmıştır. Dolayısıyla onun bu soruya verdiği ce­vâbı eleştirirken, Rasûlüllah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)ın gaybden haber vermesinin yanı sıra Hazret-i Mu‘âviye ve Sıffîn vakasına da de­ğinmemiz gerekecektir.
Buradan bizim anla­dı­ğımız, İslamoğlu, Rasûlüllah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)ın âtiye (ile­ri­ye) yönelik haberlerini iki kıs­ma ayırıp birin­ci­sinin vahiy kaynaklı haberler olduğunu ve bun­ların hatâya ihtimalli olma­dı­ğını îmâ etmiştir ki buna ehl-i îman olan kim­se­nin bir îtirâzı ola­maz.
Ancak burada şöyle bir yanılgıya düşerek, bu tür vahiy tarîkiyle bildirilen haberlerin Cib­rîl (Aleyhisselâm) tarafından bil­di­ril­diğini düşünüp, Kur’ân sayılması gerektiğini îmâ ediyor.
Nite­kim o, bunun dışındakileri oku­ma (zan ve tahmin) ola­rak değer­len­dirdiği için şu ifâdeyi kul­lanıyor:
“Sonuçta Allâh Rasûlü’ne bunun Hazret-i Cibrîl tarafından bildirildiğini dü­şünmememiz için hiçbir neden yoktur. Bu Cebrâil’in Al­lâh’tan aldığı bir vahiy şek­lin­de değer­len­diri­le­mez tabî ki. Dolayısıyla öyle olsaydı Kur’ân’a girerdi îtirâzı da yer­siz­dir.”
Görülüyor ki İslamoğluvahyi sâdece Kur­’ân ola­rak görüp, onun dışındaki pey­gamber ha­berleriniise okumalar olarak değerlendiriyor.
Bu da Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Kur’ân dışındaki ifâde ve haberlerinde hatâ ih­timâli bulunabilmesini gerektiriyor. Bu ise Pey­gamberin sâdece âtiye dönük haber­le­rinde de­ğil, Kur’ân dışındaki dîne müteallik beyanların­da da hatâ ihtimâli olmasını ge­rektiriyor.
Peki ama Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) âtiye yönelik haberlerinde hiç mi hatâ yap­maz?. Evet, hiç hatâ yapmaz. Çün­kü bu tür ha­berler kendisine kesinlikle va­hiyle bildiril­miş­tir. Şu kadar var ki bunlar vahy-i metlüv (na­mazda tilâvet edilebilir) olarak de­ğer­len­diril­mediğinden Kur’ân olarak görüle­mez.
Efendimiz (Sal­lâl­lâhu Aleyhi ve Sellem)din işle­riyle ilgili mese­le­ler­de kesinlikle önce vahyi bekler, ona göre ha­reket ederdi. Şayet vahiy gelmezse, bâzen kendi ictihadına göre hareket eder, bâzen de Sahâbeyle istişâre ederdi. Zâten bu durum­da üç ihtimal oluşurdu.
1) Vahiy o ictihâdı daha sonra onaylardı.
2) İctihâdın lehine veyâ aleyhine dâir bir vahiy gelmezdi. Bu da ulemânın ittifâkıyla Allâh-ü Te‘âlâ’dan onay sayılırdı.
3) Yapılan ictihâdın hilâf-ı evlâ olduğuna (en uygun tavır olmadığına) dâir vahiy gelirdi. İbn-ü Ümmi Mektûm kıs­sa­sın­da olduğu gibi.
Peki, neden âtiye dâir meselelerde Pey­gamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in verdiği ha­berler tahmin (okuma) sayılamaz? Çünkü hiçbir peygambe­rin işi tahmincilik yapmak değil­dir. Onların işi ancak Allâh-u Te‘âlâ’dan aldıkları vahyi insanlara bildirmek, vahyin gel­me­diği   zamanlarda ise doğru bildiklerini in­san­lara ak- tarmaktır.
Tabî ki ikincisinde beşerî vasıfları öne çıktığı için bâzen umdukları gerçekleş­memiş o­labilir. Nitekim Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sel­le­m)in Medîne’deki hurma ağaç­la­rının aşılan­ma­sına engel olması hâdisesinde bu yaşanmış­tır.
Dikkat edilecek olursa, Rasûlüllâh (Sallâllâ­hu Aleyhi ve Sellem)in vahiy dışı öner­me­leri ya din dışı günlük olaylar hakkında ya da dîne müteal­lik olsa da vah­iy gelmediği için, ictihat etme zorunluluğu doğan hâdiselerde vukû bulmuştur.
Hazret-i Ammâr’ın bâ­ğîler tarafından şe­hit edileceğini bildirmesi de ictihad ihtiyâcı hissedilen şeylerden biri değildir.
Dolayısıyla bu haber olsa olsa vahiyle kendisine bildirilmiş, Oda bu­nu ümmete bil­dir­miş­tir.
Günümüzde Süleyman Ateş ve ben­zer­le­ri­nin Müslümanların kafalarına kuvvetlice yer­leştirmek istedikleri şeylerin başında gelen hu­sus, Kur’ân dışındaki Peygamber haberleri­nin, günün şartlarına göre söylenmiş birtakım oku­malar olduğu savıdır. Anlıyoruz ki İslam­oğlu da bunlarla aynı çizgide yürümektedir.
Tabî bunun sonucu olarak da, tevâtür yo­luyla geldiği için bir sünnetin sübûtunda şüphe olmasa bile, haddizâtında o bir okuma ve tah­min olduğu için devre dışı bırakılabilecek bir şeydir.
İşte bu kafa, kadınların şâhitlikteki nisâbı, recm cezası, kadınların mîrasta erkeğin hissesi­nin yarısını alma meseleleri gibi daha birçok şer‘î hükmü bu mantıkla dışlamışlardır. Rab­bim başta akl-i selim, sonrasında insaf versin.
Bu adamın Hazret-i Mu‘âviye hakkında­ki e­depsizce sözlerine gelecek olursak; tabî ki önce Ehl-i Sünnet ölçüsüyle Sıffîn Vakasına ve Hakem O­layına bir göz at­makta fayda var.
Sıffîn Savaşı, Râşid halîfelerin dör­dün­cü­sü olan Ali (Radıyallâhu Anh) ile onun ha­lîfeliğini kabul etmeyen Şam vâlisi Mu‘âviye ibni Ebî Süfyân (Radıyallâhu Anhümâ) arasında çıkmıştır.
Bu sa­vaş h.37/m.657 yılında, Fırat hav­za­sında bu­lunan Rakka’nın doğusundaki Sıffîn denilen yerde yapıldı ve bu savaşta yetmiş bin Müs­lü­man şehit olmuştur. Savaşın çıkış sebebi, bir konu­daki ictihat (görüş) farklılığına da­ya­nı­yor­du ki, bu konu siyâsî bir konu olduğu için sa­vaşla so­nuçlanmıştır. Yoksa bu ictihat farkı sırf ilmî olsaydı, kitap üzerinde kalmış olacaktı.
Savaşa giden yol özetle şöyle gelişti: Os­mân (Radıyallâhu Anh) halîfeyken Me­dîne-i Mü­nevvere’ye bir grup isyancı geldi. Uzun bir müddet Osmân (Radıyallâhu Anh)ı ku­şatma altında tuttuktan sonra, o grubun içinden birisi veyâ bi­rileri Osmân (Radıyallâhu Anh)ı şehit etti. Bunun ü­zerine Ali (Radıyallâhu Anh) halîfeliğini îlân etti ve Osmân (Radıyallâhu Anh)ın kātilini aramaya baş­la­dı. Ancak o isyancı grup içinde bizzat kātilin kim olduğu tespit edilemiyordu. O zaman Şam vâlisi olan Hazret-i Mu‘âviye adâlet-i izâ­fi­ye­yi savunup:
“Milletin selâmeti için kulun hu­kuku fedâ edilir” diyerek, o isyancı grubun ta­mâ­mının ce­zâlandırılmasını istemişti. Ali (Rad‎yallâhu Anh) da adâlet-i mahzayı savunarak: “Hak haktır. Fer­din hukûku hiçbir şeye fedâ edilemez” demiş ve o isyancıların içindeki asıl kātil veyâ kātille­rin tespit edilmesi için ça­lış­maları sürdürmüştü. Kātilin tespiti gecikince rahatsızlık had safhaya vardı. Arada İs­lâ­mi­ye­tin zayıflığını isteyen fit­necilerin de körük­le­mesiyle iki tarafın ordusu karşı karşıya geldi.
 Aslında gerek Hazret-i Osman’ı şehit e­den gerekse iki taraf arasındaki görüş fark­lı­lı­ğı­nı savaşa dönüştüren, Yahudi İbni Sebe ve yandaşlarıydı
Şöyleki; Hazret-i Ali’nin elçisi Şam­’­day­ken, Müslümanların birleşmesini istemeyen İb­ni Sebe taraftarı fitneciler: “Ali Osman’a zu­lüm etmiş, memleketleri ele geçir­miş, pek çok asker toplayarak bu tarafa hücûm edip, bütün Şam ahâlisini kat­le­de­cek­miş. Ona Mu‘â­viye’­den başka kimse mânî olamaz. Derhal o­nun et­râfında toplanıp müdâfaaya hazır olu­nuz!” di­yerek çeşitli kış­kır­tıcı faâliyetlerde bu­lundular.
Böylece Şam ahâlisini Hazret-i Ali’ye karşı harekete geçirdiler. Şam halkı arasındaki karışıklığı gören Hazret-i Ali’nin elçisi Kû­fe’­ye dönünce olanları Hazret-i Ali‘ye anlattı. Hazret-i Ali gönderdiği elçinin bu şekilde geri dönmesi sebebiyle Şam üzerine yürümek ge­rektiği ictihâdında bulundu ve ordu hazırladı. Bu târihî olay iyi tahlil edil­diğinde görülür ki gerek Şî‘a’nın, gerekse Hâ­ri­cîliğin doğması İb­ni Sebe denen Yahudi’nin fitneleri neticesinde olmuştur. Bu arada Cemel Vak‘ası da yaşandı.
Bu olaydan sonra Kûfe’ye yönelen Ali (Ra­dıyallâhu Anh) Mu‘âviye (Radıyallâhu Anh)a elçi gön­dererek, Sahâbeden Muhâcirlerin ve Ensârın (Radıyallâhü Anhüm) kendisinin halîfeliğini kabul ettiklerini; onun da kabul edip itaatini bildirme­sini istedi. Hazret-i Mu‘âviye kendisine elçi o­larak gelen Cerîr ibni Abdillâh (Radıyallâhu Anh)ı oyalayarak Amr ibni’l-Âs (Radıyallâhu Anh) i­le isti­şârede bulundu ve Haz­ret-i Osman’ın kātilleri derhal cezâ­lan­dı­rıl­ma­dığı takdirde or­dusuyla ü­zerine yürüyeceğini belirtti. Mu‘âvi­ye (Radıyallâ­hu Anh) sek­sen beş bin kişilik bir or­duyla Şam’ dan yola çıktı.
Ali (Radıyallâhu Anh) ise doksan bin kişiden o­luşan ordusuyla Kûfe’den Sıffîn’e doğru hare­kete geçti. Ali (Rad‎yallâhu Anh) Mu‘âviye (Radıyallâ­hu Anh)a elçiler göndererek, onu bu tutumundan vazgeçirmek istedi. Ancak olumlu bir cevap a­lamadı.
İki ordu birlikleri arasında bâzı ufak çar­pışmalar sürerken, hic­re­tin 37. senesi Muhar­rem ayının sonuna kadar anlaşma yapılabilmesi için elçiler gidip geldi. Fakat barış yolunda bir gelişme sağlanamadı.
Safer ayının ilk günü sa­vaş tekrar başladı. Ali (Rad‎yallâhu Anh)ın şiddetli bir taarruzu ile Şam ordusu dağılma noktasına geldi. Savaş kazanıl­mak üzereydi ki, Amr ibni’l-Âs (Radıyallâhu Anh), Şam’lı askerlere “Her kimin yanında Mushaf varsa onu mızrağının ucuna takarak yukarı kal­dırsın” dedi. Bu emri yerine getiren askerler A­li (Radıyallâhu Anh) tarafına: “Aramızda Allâh’ın Kitâb’ı hakem olsun” diye seslendiler.
Amr ibni’l-Âs (Radıyallâhu Anh)ın tedbiri et­kisini göstermiş ve Irak’lı askerler: “Allâh’ın kitabına yapılan çağrıya icâbet ede­lim” demeye başlamışlardı.
Haz­ret-i Ali (Radı­yallâhu Anh) bunun bir sa­vaş hîlesi olduğunu as­kerlerine anlatmaya ça­lıştıysa da başarılı ola­madı. Her iki taraftan bi­rer hakem seçilerek, Kur’ân’a uygun kararın çı­kartılması istendi. Ali (Radıyallâhu Anh)ın tarafında bulu­nan­lar bunu memnûniyetle karşıladılar. Şam’lılar Amr ibni el-Âs (Radıyallâhu Anh)ı, Ali (Radıyallâhu Anh) tarafındaki Iraklılar da Ebû Mû­sâ el-Eş‘arî (Radıyallâhu Anh)ı hakem tâyin ettiler. 37. yılın Safer ayında Düvmetü’l-Cendel’de bir araya gelerek karar verirken esas alınacak pren­sipleri içeren “Tahkimnâme”yi kaleme al­dılar. Bu olaya İslâm tarihinde “Hakem Olayı” denir.
Bu olayda Ehl-i Sünnet’in tavrı, İslamoğlu ve Şî‘a’nın yaptığı gibi her hangi bir tarafın ya­nında olarak diğer tarafı tahkir etmek olmamış, bilakis Ehl-i Sünnet âlimleri bunun bir ictihad ayrılığı olduğunu söylemişlerdir. Her müc­te­hi­din kendi ictihâdına uyması lâzım olduğu için ayrılık kaçınılmaz olmuştur, yoksa dünya hırsı için olmamıştır. Bu durumda isâbet eden Ali (Radıyallâhu Anh) tarafı iki sevap, ictihat hatâsı işleyen Mu‘âviye (Radıyallâhu Anh) tarafı ise bir sevap almıştır.
İmâm-ı Şâfi‘î (Radıyallâhu Anh) bu konuda: “Allâh-u Te‘âlâ ellerimizi o kanlara bulaş­tırmadığı gibi biz de dilimizi karıştırma­yalım.” buyurmuştur.
Bundan an­la­şılıyor ki, onlardan herhangi biri hakkında mutlak mânâda: “Hatâ etti” de­mek bile câiz de­ğilken onlar aleyhinde nasıl konuşuruz. Hele bir de İslamoğlu’nun yaptı­ğı gibi istih­zâ etmek ne büyük bir terbiyesizliktir!
Cenâb-ı Hakk bizzât Kur’ân âye­tiyle on­lar­dan râzı olduğunu beyân et­miştir, nitekim:
﴿ وَالسَّابِقُونَ الْأَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَالْأَنْصَارِ وَالَّذِينَ اتَّبَعُوهُمْ بِإِحْسَانٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ وَأَعَدَّ لَهُمْجَنَّاتٍ تَجْرِي تَحْتَهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًاذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ ﴾
“(İslam dinine girme hususunda) öne ge­çen ilk muhâcirler ve ensar ile onlara güzel­likle tâbî olanlar var ya, işte Allâh onlardan râzı olmuştur, onlar da Allâh’tan râzı ol­muşlardır. Allâh onlara, içinde ebedî kala­cakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazır­lamıştır.
İşte bu pek büyük bir kurtu­luştur.” (Tev­be Sûresi:100) âyet-i kerîmesi bu haki­kati nâtıktır.
Yine böylece:
﴿ لَا يَسْتَوِي مِنْكُمْ مَنْ أَنْفَقَ مِنْ قَبْلِ الْفَتْحِ وَقَاتَلَ أُولَئِكَأَعْظَمُ دَرَجَةً مِنَ الَّذِينَ أَنْفَقُوا مِنْ بَعْدُ وَقَاتَلُوا         وَكُلًّا وَعَدَ اللَّهُ الْحُسْنَى ﴾
(Mekke fethiyle gelen zenginlikten son­ra) içinizden (yardım yapan ve cihad eden­ler­le,) o fetihten önce (İslâm ehli zayıf ve yardı­ma muhtaç durumdayken) infak etmiş olan ve savaşmış bulunan kimseler eşit olmaz!
İşte sana! Onlar, o daha sonra infak et­miş olanlardan ve savaşmış bulunanlardan derece bakımından daha büyüktür(ler)!
Yine de Allâh (derece farklılıklarına rağ­men) hepsine o en güzel sevab (olan cennet mükâfatların)ı söz vermiştir.” (Hadîd Sûresi:10)â­yet-i celîlesi sahâbe-i kirâmın tümünün cennet­lik olduğunuaçıklamıştır.
Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) de tüm sahâbeyi tezkiye etmiş ve İmâm-ı Beyhakî’nin rivâyet ettiği bir hadiste:
«أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ فَبِأَيِّهِمُ اقْتَدَيْتُمُ اهْتَدَيْتُمْ.»
 “Ashâbım (gökteki) yıldızlar gibidir. Hangisine tâbî olursanız hidâyete ula­şır­sı­nız.” (Beyhakî, el-İ‘tikād, sh:319; İbni Abdil­berr, Câmi‘u beyâ­ni’l‘ılm, no:1760, 2/925) bu­yurmuştur.
İslamoğlu’nun dalga geçtiği Hazret-i Mu­‘âviye’nin kim olduğuna ve Sahâbe arasındaki konumunun beyânına gelince:
Hazret-i Mu‘âviye (Radıyallâhu Anh) Ebû Süfyan (Radıyallâhu Anh) ile Hind (Radıyallâhu Anhâ)ın oğludur. Kendisi Mekke’nin Fethi’nden önce Müslüman olduğunu ve bunu âilesinden gizle­diğini söylemiştir. Mekke’nin fethinden sonra Huneyn Gazvesi’ne katılmış ve ganî­met­ten pay almıştır.
Sahih hadis kitaplarının rivâyetine göre, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Mu‘âvi­ye (Ra­dıyallâhu Anh) hakkında hayır duâ et­miş ve Ömer (Radıyallâhu Anh)dan ri­vâyete göre Mu‘âviye (Radı­yallâhu Anh) için:
«اَللّٰهُمَّ اهْدِ بِهِ.»
“Ey Allâh! Onun sebebiyle (insanları) hidâ­ye­te ulaştır!” (Tirmizî, Menâkıb:48, no:3843, 5/687) buyurmuştur.
Başka bir rivâyette de:
«اَللّٰهُمَّ اجْعَلْهُ هَادِيًا مَهْدِيًّا وَاهْدِ بِهِ.»
“Ey Allâh! Onu, hidâyete erdirilmiş bir hidâyetçi kıl ve onun sebebiyle (insanları) hidâ­ye­te ulaştır!” (Tirmizî, Menâkıb:48, no:3842, 5/687)
Mu‘âviye (Radıyallâhu Anh) devri, İslâm fetih­lerinin devâm ettiği bir devirdir. Velhâsıl; Mu‘­âviye (Radıyallâhu Anh) da dâhil olmak üzere hiçbir sahâbî hakkında, yap­tıklarından dolayı itham ve sû-i zan edilemez. Bu, hem Peygamber (Sal­lâllâhu Aleyhi ve Sellem)in hadisleri ile hem de Ehl-i Sünnet âlimlerinin ittifâkı ile câiz değildir ve böyle yapanlara lânet edil­miştir.
Nitekim Abdullah ibni Ömer (Radıyallâhu Anhümâ)dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Ra­sûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem):
«عَنْ عَبْدِ اللّٰهِ بنِ عُمَرَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمَا عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ: «لَعَنَ اللّٰهُ مَنْ سَبَّ أَصْحَابِي.»
“Ashâbıma hakaret edene Allâh lânet etsin!” (Taberânî, el-Mu‘cemü’l-Kebîr, no:13588, 12/434) bu­yurmuştur.
Hazret-i Mu‘âviye İslam’ın yayılmasında çok kıymetli hizmetlerde bulunmuştur.
Sicis­tan, Sûdan, Afganistan, Buhâra, Hindistan’­ın ku­zey kısmı, Tunus onun zamâ­nında fethe­dilmiş, Kıb­rıs Bizanstan kurtarıl­mış, Kudüs geri alınmıştır.
Yi­ne onun döneminde İstanbul kuşatıl­mış, her sene yüklü vergi ödenmesi şartıyla ku­şatma kaldırılmıştır.
Mu‘âviye (Radıyallâhu Anh) Peygamberimiz­’den çok hadîs rivâyet etmiştir ki, Buhârî ve Müs­lim dâhil bütün sahih kaynaklarda onun ri­vâyetleri­ne yer verilmiştir. Aynı zamanda ken­disi Rasû­lüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)­in kâtiple­rindendir.
Mu‘âviye (Radıyallâhu Anh) Hu­neyn gazâsın­da Rasûlullâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in önünde babası ile birlikte kahramanca çarpışmış, Te­bûk gazvesine katılmış, Vedâ Haccında da bu­lunmuştur.
Hazret-i Mu‘âviye ömrünün son gün­le­rinde okuduğu bir hutbede şunları söylemiştir:
“Ey insanlar! Üzerinizde uzun zaman yönetici olarak kaldım ve sizi usandırdım. Artık ayrılmak istiyorum. Siz de benden ay­rılmak ister oldunuz. Fakat size benden da­ha iyisi gelmez. Nitekim benden evvel gelen­ler, benden daha iyi idiler! Kim Allâh-u Te‘âlâ’ya kavuşmak ister­se, Allâh-u Te‘âlâ da ona kavuşmak ister. Yâ Rabb! Sana kavuşmak istiyorum, Sana ka­vuşmamı nasîb eyle! Beni mübârek ve mes‘­ûd eyle!”
Artık biz, İslamoğlu gibi dili uzunları ve onu dinlemekte ısrarcı olanları Allâh için uyar­mış bulunduk. Âyetleri tahriften, şer‘î hüküm­leri tağyirden, Ikrime ve Taberî (Radıyallâhu Anhü­mâ) gibi büyüklere iftirâdan ve Rasûlüllâh (Sallâl­lâhu Aleyhi ve Sellem)in ashâbına hakaretten tevbe e­derlerse, Allâh-u Te‘âlâ’nın mağfiretini sı­nır­layacak kimse yoktur, değilse:
O zulmetmiş olan kimseler pek yakında bilecekler!
Nasıl bir dönüş yerine devrilip gidecek­ler!
Vesselam…
PDF'e AktarYazdır

BİR CEVAP BIRAK

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen buraya isminizi yazın