PAYLAŞ
PDF'e AktarYazdır
KUYUDAN ÇIKARILAN TAŞLAR – 7 –
MEZHEBLER MES’ELESİ
 
Hüseyin Avni
Asrımızın şaşkın sapıklarının mühim husûsiyyetlerinden biri de mezheb düşmanlığıdır. Kur’ân ve Sünnet’i hidâyet ve ilim disiplini çerçevesinde doğru anlamanın mektebleri olan mezheblerin varlığı ard niyyetliler veya gelişigüzel konuşma meraklıları içün geçit vermez bir mâni’dir. O yüzden Mü’minlerin mezheb anlayışlarının sarsılması ve nihâyet yıkılması gerekirdi. Bu husûsta fesâd çıkarmak isteyenler, şu yıkıcılıklarını iki sınıf hâlinde yürütürler: Birincisi, bu işi açıkça ve delikanlıca yapanlar ki, bunlar o kadar zararlı değildirler; ikincisi de ustaca ve münâfıkça yapanlar ki, bunlar olanca yetersizliklerine ve sapıklıklarına rağmen mezheb görüşleri arasında nefislerinin istedikleri gibi seçme veya mezheb görüşlerini hevâlarına göre yorumlayıp çığırından çıkarmak yoluna gidenlerdir; bunlar önceki zümreden daha da tehlikelidirler. Aşağıdaki yazıyı işte bu çerçevede okuyalım:
Mezheb Ne Demektir?
İddia: Mezheb, bir âlimin bir konudaki görüş ve yorumudur. Bugün mezheb deyince aynı metodu benimsemiş âlimlerin görüş ve yorumlarının bir araya getirildiği bütünlük anlaşılmaktadır.
Cevâb:‘Mezheb, bir âlimin bir konudaki görüş ve yorumudur’ şeklindeki mezheb ta’rîfi birçok yönden yanlıştır. Hattâ, her bakımdan yanlıştır; tâ’rîf bile değildir, dense yeridir. Çünki,
Bir: ‘Mezheb’ veya ‘ictihâd’ ve ‘fetvâ’ her ‘bir âlimin’ değil, ‘müctehid olan’, ya’nî ictihâd ehliyetini bulunduran bir âlimin işidir. Her müctehid âlimdir ama, her âlim müctehid değildir. ‘Şübhesiz ki Allah size, emânetleri ehline vermenizi emretmektedir.’[1]
İki: ‘Bir konudaki’ değil, ‘İslâmî hükümler tereddüb eden mevzû’da veya mevzû’larda…’ Şu ağaç nasıl aşılanır, şu tarla nasıl kazılır, şu sığır nasıl güdülür konularında değil… Şu harâm mı, mekrûh mu, sünnet mi, vâcib mi, farz mı, müfsid mi, mubtıl mı? İslamî hüküm tereddüb eden şu iş nasıl yapılır? mes’elelerinde…
Üç: ‘Her âlimin her türlü görüş ve yorumu’ değil, ‘ictihâd rütbe ve mertebesinde olan âlimlerin ve de nasslara dayanan, nasslar ışığındaki görüş ve yorumu;’ (nasslardan) mücerred yorum ve görüşü değil…
Nasslardan mücerred (soyutlanmış, salt) görüşler, sahasına göre isim alırlar: Akli muhâkeme düsturlarına dayanan görüş ve yorum ise, mantıkî, yâhud felsefî veya tefekkürî görüş vasıflarını taşırlar. Başka pozitif ilimlerde de böyledir. Dînî mevzû’larda nasslara dayanmayan görüş ve yorum mezmûm rey[2] cinsindendir ki bu câiz değildir. Kınanan salt görüşlerin yasaklığına dâir bir nice nass vardır. Hanefî mezhebi sâhibleri için yakıştırılan, Ashâb-ı Rey[3] vasıflamasını, câiz olmayan ma’nâsıyla Hanefîler kabûl etmedikleri gibi, sâir hak mezheblerin ileri gelen muhakkık âlimleri bile kabûl etmemektedirler. Muhaddis ve Kâdı es-Saymerî’nin ve İmâm Kerderî’nin Menâkıbu Ebî Hanîfe nâmındaki eserleriyle Mâlikîlerin büyük muhaddisi ve fakîhi, İbnu Abdi’l-Berr’in el-İntikâ’sı, İmâm Zehebî’nin Menâkıbu Ebî Hanîfe’si, İmâm Süyûtî’nin Tebyîzu’s-Sahîfe’si, İbnu Hacer el-Heytemî’nin el-Hayyırâtü’l-Hisân’ı ve daha niceleri bu hakîkatı haykırmaktadırlar ki, ismni verilenlerin hepsi basılmış olup ellerde dolaşmaktadır.
Müctehidlerin nasslara dayanan, nasslar çerçevesindeki görüş ve yorumunu başka mücerred görüşlerle karıştırmak ilim sâhiblerinin işi değildir. Filozofi ile ictihâd, farklı şeylerdir. Felsefî ekol (mezheb) ile İslâmî mezheb’i karıştırmamak lâzımdır. İctihadlar, âyetleri, hadîsleri ve icmâ’ı anlamak ile hakkında açık nass bulunmayan şeylerin hükümlerini, hakkında nass bulunan benzerlerine kıyâslayarak ortaya çıkarmak için, buna ehil olan âlimlerin, ilmî güçlerinin tamâmını sarf etmesiyle ortaya çıkar. İctihâd, câhillerin zannettiği gibi, sırf kıyâstan da ibâret değildir.
Müctehidin ictihâdı, ‘ben bu âyeti veya hadîsi, şu şu ayetler veya hadîsler veya şu şu dil incelikleri istikâmetinde şöyle anlıyorum; şu âyet, şu hadîs, şu ma’nâları ifâde eder; şu ma’nâya gelmez; hakkında nass bulunmayan şu mes’eleyi, illet beraberliği sebebiyle, hakkında nass bulunan şu mes’eleye benzetiyor, hükmünü şu âyetin, yâhud şu hadîsin hükmü altında görüyorum; şu mes’elenin hakkında şöyle bir icmâ’ vardır; şu âyet veya şu hadîsin derinliklerinde şu ma’nâlar da mevcûddur’ ve bunlar gibi sözleri söylemek’ ma’nâsındadır.
Şu halde sizin ta’rîfiniz, ağyârını mâni’[4] olmadığı gibi, efrâdını câmi[5] de değildir. Çünki ıstılâhta, müctehidin bir mevzû’daki ictihâdı, onun o mevzû’daki mezhebi olduğu gibi, bir müctehid tarafından aynı usûl çerçevesinde yapılan ictihâdlar bütü’nünede onun mezhebi denir. Hattâ, sadece şimdi değil, daha önceden de mezheb denilince ilk akla gelen budur.
Üstelik mezheb ismi verilen bu ictihâdlar bütünü, sadece bir müctehide âid olmayıp müctehidlere, müctehidler şûrâsına da âid olabilir. Bu şûrânın ictihâdları bir meşvere mezhebini oluşturmuş olabilir ki bu, mezhebte usûlî veya fer’î bir takım farklı görüşler bulunabilir. Tercîh ehliyetindeki âlimler, aynı usûl çerçevesinde farklı ictihâdlardan birini seçmekle aynı mezheb içinde hareket etmiş olurlar ki, bu da bir çeşit ictihâddır. Nitekim Hanefî mezhebinin bir şûrâ mezhebi olduğu erbâbına ma’lûmdur.
Kıyâslar bile, delîllerden mücerred/soyulmuş, soyut görüş değillerdir. Kıyâs, reyle[6], önceden bulunmayan bir hüküm getirmiş olmayıp, hakkında husûsî nass bulunmayan mes’elelerin, başka nassların derinliklerindeki gizli hükümleri, ilmî usûllerle eşelenmesiyle ortaya çıkan bir şeydir. Ya’nî (hüküm) isbât eden değil, var olan, ama gizli kalan hükmü ortaya çıkarandır. İstinbâtın/delîlin derinliklerindeki hükmü çıkarmanın bir çeşididir. Nitekim ‘her bir âyetin bir zahrı bir de batnı vardır[7] buyurulan hadîsle ilk başta bu anlatılmaktadır.
Kısacası, mezheb, ‘bir âlimin bir konudaki görüş ve yorumu değil, bir âyetin bir hadîsin şu ma’nâyı veya ma’nâları ifâde ettiğine, hakkında ona hâs veya onu da içine bulunduran bir delîl yokmuş gibi gözüken mes’elenin, aslında şu âyet veya şu hadîsin şümûlünde olduğuna dâir, âyetlerle âyetleri, âyetlerle hadîsleri, yâhud hadîslerle hadîsleri bütün bunlarla dil kâidelerini Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’in, yâhud Sahâbe olmayan âlimlerin icmâ’larını göz önünde bulunduran bir müctehidin ilmî gücünün tamâmını ortaya koyması netîcesinde elde edilen fetvâ veya fetvâlar bütünüdür.
Müctehidler, şu âyetin, şu hadîsin manâsını şu şekilde anlıyorum, onların derinliklerinde şu şu ma’nâların da var olduğunu, şu mes’elenin şu âyet yâhud şu hadîsin ifâde ettiği manâlar şümûlünde olduğu görüşündeyim derlerken, son derece ihtiyâtlı ve dikkatli davranıyorlar ve anlayış hatâsı yapabileceklerini ihtimâlden uzak görmüyorlardı. Zamâne geri zekâlı câhil cüceleri ise, sübûtu veya ma’nâyı göstermesi veya her ikisi zann bildiren delîlleri dillerine dolarlarken, onların delâlet yolları ve şekillerinden habersiz olmalarına rağmen, aksi ihtimâlleri hiçbir zamân göz önünde bulundurmuyorlar. Kendilerine Peygamber vahyi geliyormuşçasına kesin hükümler verebiliyorlar, kat’î konuşabiliyorlar. Hasım edindikleri mü’minleri, gözlerini kırpmadan, Allah celle celâlühû’dan korkmadan kâfirlik ve müşriklikle suçlama densizlik, cehli mürekkeb, seviyesizlik ve terbiyesizliğini gösterebiliyorlar. Küçücük bir risâle kılıklı paçavrada, yüzlerce ilim ve idrâk cinâyeti sergilerlerken, beş para etmez hezeyan nev’inden kanâatlerini te’vîle ihtimâl olmayan kat’î nasslar mertebe ve rütbesinde görüp gösterebiliyorlar. Müctehidlerin ictihâdları, görüş ve yorum, onların beş para etmez değersiz kanâatleri ise, açık âyet ve Mütevâtir Sünnet gereği kat’î ma’nâlar (!)… Bu denli seviyesiz cücelerin, ulemânın münâkaşa sâhasına atılmaktaki, kendini bilmezlikleri hakîkaten Ümmet için ne dehşetli bir musîbet-i azîme ve ne muzzam bir belâdır!.. Allah şerlerinden korusun…
Hangi Mezheb ve Meşreb farklılıkları Ayrılık Değildir?
İddia:Mezheb ve meşrep ihtilafları bir ayrılık değil, bir gelişme ve ilerleme sebebidir. Yeter ki onlarla uğraşıp Kur’ânı unutmayalım. Yoksa Kur’ân-ı Kerîmin açık hükümlerine aykırı düşmeyen konularda hoş görülü olmak bir borçtur. Allahu Teâlâ celle celâlühû şöyle buyuruyor:
“Muhammed Allah’ın elçisidir. Onun beraberinde bulunanlar, inkârcılara karşı çok sert, kendi aralarında merhametlidirler” (Fetih: 48/29)
“Ey İnananlar! İçinizden kim dîninden dönerse bilsin ki, Allah onların yerine bir milleti getirir de O, onları sever, onlar da O’nu severler. Bunlar inananlara karşı alçak gönüllü, inkârcılara karşı çok sert olurlar. Allah yolunda cihad ederler, kınayanların kınamasından korkmazlar. İşte bu Allah’ın bir vergisidir, kime dilerse ona verir. Allah her şeyi kaplar ve bilir.
“Sizin dostunuz ancak Allah ve onun elçisi ile namaz kılan, zekat veren ve rüku eden mü’minlerdir.”
“Kim, Allah’ı, Elçisi ve inananları dost edinirse Allah’dan yana olanlar şübhesiz üstün gelirler.” (Maide: 5/54-56)
Cevâb: Evet, mezheb ve meşreb farklılıkları bir ayrılık değildir. Ancak bu, ehli olan, Ehl-i Sünnet yolunda, hak mezheb sâhibi kimseler için geçerlidir; sapık düşünceli, cüce câhiller için değildir. İctihâda ehil olanlar, ilmin sınırları içinde ve ilmin müsâade ettiği ölçüde müsâmahakâr olabilirler; ama ilim sâhibleri, câhil, anlayışsız ve ufuksuz kimselere hiçbir ilmî mevzû’da aslâ bir müsâmaha gösteremezler. Gösterirlerse, bu, dînle oynamak ve oynatmak olur. Asıl müşkil[8] işte bu noktadadır. Ulemânın birbirine olan hürmeti, zâten dillere destan olmuştur.
Fetih: 29 ve Mâide: 54-56. âyetler alâkasız bir yerde kullanılmış. Merhâmet ve tevâzu’ şahsî mes’elelerimizde olmalıdır. Allah’ın dîninde merhamet de olmaz, tevâzu’ da… Nefsimizi ne kadar alçaltırsak alçaltalım, ama sâhib olduğumuz dînî gerçekleri tevâzu’ya (alçaltmaya) malzeme edemeyiz; onu yüksekte tutma mecbûriyyetindeyiz.
Kur’ân’ın biraz kapalı, Sünnet’in de hem açık hem de kapalı hükümlerini çelebiliğinize kurban mı edeceksiniz? Hayır… Edemezsiniz… Elverir ki, ilmin üstün tutulmasıyla nefsinizin yüceltilmesini karıştırmayınız.
Allah’ın dîninde sizi hiçbir kalb inceliği/merhamet de tutuvermesin[9]
Kaldı ki bunları, en zayıf bir şübheyle bile olsa muhâtabınızı şirkle suçlarken neden hatırlamadınız? Onu anlamak mümkin değil. Yoksa sizin iki terâziniz mi var? ‘İnsanlara iyiliği emreder kendinizi unutur musunuz?’[10]
İctihâd Ne Demektir?
İddia: İctihâd burada bir İslâm âliminin bir konudaki görüş ve kanâati anlamındadır.
Cevâb:Bu bahis, biraz önce geçtiyse de biz iddiânın tekrârı sebebiyle bir daha tekrâr edelim:
Bir İslâm âliminin bir konudaki görüş ve kanâati’, bazen ictihâd olmayabilir. Böyle bir ictihâd ta’rîfini hiçbir İslâm âlimi yapmamıştır. Mezheb ta’rîfinizdeki mahzûrlar bütün yönleriyle burada da geçerlidir. Lütfen mezheb lafzını kaldırıp yerine ictihâd lafzını koyarak mezhebler bahsindeki üç maddeyi tekrar okuyunuz.
Bir İslâm âliminin bir konudaki görüş ve kanâati, mantıkî, felsefî, psikolojik, sosyolojik, tıbbî, kimyevî, coğrâfî, biyolojik, arkeolojik, hisâbî/matematiksel, hendesî/geometrik ve astronomik görüş, kanâat, tahmîn, zann, şekk, şübhe veya vehim olabilir; ama bunların hiçbiri ictihâd değildir. İctihâd başka bir şeydir.
İctihâd lügatte güç ve tâkatin sarf edilmesi, ıstılâhta da fakîh(müctehid)in ilmî gücünü kendine bir (ğâlib) zann hâsıl olsun diye, Şer’î bir hüküm için tamâmen sarf etmesidir.[11] İctihâd, müctehid tarafından delîllerin görünür ve görünmez ma’nâlarının ortaya konması ve hakkında delîl bulunup hükmü belli olan mes’elelere böyle olmayanların kıyâslanmasıyla hükümlerinin ortaya çıkarılmasıdır ki, bunu ictihâda ehil olanlar yapabilir. İctihâda ehil olabilmek için gerekli şartların neler olduğu Usûl-i Fıkıh kitâblarında mevcuttur. İsterseniz bir de İ’lâm’ul-Muvakki’în’e bakınız.[12]
Delîllerin ma’nâlarını ve ifâde ettikleri hükümlerini, ehil kimseler ehliyetleri nisbetinde isâbetli bir şekilde anlayabilirler. Mücerred görüş ve kanâat olmayan ictihâd, yâhud fetvâyı, gelişigüzel konuşmaya alışık, câhil, sefîh, ğabî ve gevezelerin gelişigüzel görüş ve kanâatiyle karıştırmak renk benzerliği sebebiyle, yâhud şeklî benzerliğinden ekmekle tezeği karıştırmaktan da beter bir halt etmekdir, karıştırmaktır. Ancak, görünen o ki birileri tarafından yapılmak istenen, hattâ yapılan da budur.
Mezhebler ve İctihâd Kapısı Meselesi
Mürîd:Mezhebler her şeyi halletmişlerdir. Bize düşen, onları anlamak ve uygulamaktır.
Ben (Hüseyin Avnî) de şöyle derim:Mezhebler, İslâm’ın aslî mes’elelerinin hepsini umûmî ölçüler ve küllî kâideler ile halletmişlerdir; yine zamanla alâkalı olmayan ve zaman üstü olan fer’î mes’elelerinin tamâmını, zamanla ve mekânla veya örfle alâkalı fer’î mes’elelerin de kendi zaman ve mekânlarıyla alâkalı olanlarının yine tamâmını açık açık çözmüşlerdir. Aksi bir iddiâ, Ümmet’in belli bir zamanda yanlışlıkta icmâ’ etmesini iddiâ etmek demektir ki, bu, ‘Allah celle celâlühû Ümmetimi ebediyyen dalâlet üzerinde bir araya getirmeyecektir[13] ve ‘Ümmetimden bir tâife (veya‘bu Ümmet[14]) Allah’ın emrini, her zamân uygulayıcı[15] (bazı rivâyetlerde her zaman hak üzere zâhir[16] ya’nî ğalib) omaya devâm edecektir.’ buyuran Resûlüllâh sallellahu aleyhi ve sellem’e i’tirâz değil de nedir? Zamanlarında ortaya çıkmayan mes’eleleri de, ya farazî ictihâdları veya nasslardan çıkardıkları bir bakıma nassların özü ve rûhu diyebileceğimiz küllî kâideleriyle hemen hemen tamâmen çözmüşlerdir. Ya’nî, ictihâdları ve küllî kâideleri yeni problemlerin çözümlerinin ipuçlarını yâhud yol ve yordamını göstermektedir. Kalan pek cüz’î olan mes’elelerin zâten çoğu İslâm’ın uygulanabileceği halde uygulanmayıp ihmâl edilmesinden kaynaklanmaktadırlar. Bu düsturların uygulanmasıyla da ortadan kalkabileceklerdir. O bakımdan şunlar esasen ictihâda muhtâc olmayan müşkillerdir; bugünkü yaygın ifâdesi ile problemlerdir. Kalanlar da pek cüz’î mes’elelerdir ki, bunların çözülmesi, ictihâd ehliyetine sâhib muktedir gerçek müctehidleri beklemektedir. Câhilleri, çenesi düşükleri ve idrâk fukarası cazgırları değil…
Akıllı ve zeki kimselerin dikkatlerinden kaçmayacak bir hinlik ve hâinlik de şudur: İctihâd meraklısı naylon müctehidlerin ictihâd yapmak için ileri sürdükleri gerekçe, yeni zuhûr eden mes’elelerin hükmünün tesbît edilmesi ve hallinin gerekli olması idiyse de, üzerinde konuştukları husûslar daha çok müctehidlerce ve âlimlerce çok çok önce halledilmiş ve bir tarafa konulmuş husûslardır. Bazen üzerinde icmâ’ vâkı’ olmuş, bazen mezhebî ihtilâflar ve nihâyet tahkîkler ve tercîhler meydana gelmiş mes’elelerdir. Hattâ şu ictihâd meraklısı câhiller, şimdilerde eski müctehidlerin doğru bildiklerinin yanlış olduğunu keşfetmişler. Cumhûriyet öncesi ictihâd meraklılarının daha sonra ne denli Şerîat düşmanı kesildikleri meraklılarına ma’lûmdur. İsterseniz Celâl Nûri’lerden[17] tutun da, Seyyîd Beylerden ve M. Şemseddin’lerden çıkın. Câhillerin şu yolunun ucu buraya çıkar. Artık günümüzde Mü’minleri pür taksîr görüp selâmeti Kur’ânı uydurma, onu getireni de sahtekâr yalancı bilen Vatikan ile bazen siyâsî bazen de ilmî (!) işbirliğinde görürler. Kur’ân’ı, doğru anlamakta onu inkâr edenlerle işbirliği yapan alçak şerefsizler olabilirler…
Şunlar, müdhiş ictihâdlarıyla, kız çocuklarını, kuzuyu kurt sürülerinin içine salarcasına, hattâ daha da tehlikeli olan karışık tedrîsât yapılan ve mahremiyyet esasları gözetilmeyen mekteblerde okutmaya fetvâ bile verebilirler; hattâ bunu farz bile görürler. Bunun içün başlarını ve başka bilmem nerelerini dahî açabileceklerine dâir turfanda ictihâdlar yapabilirler. Dayanakları da müslüman kadınlar için ilimin farz olduğu, müslüman hanım doktorlara ihtiyâc olduğudur. Bu arada kızlarını İktisad, İşletme, Hukûk, Güzel Sanatlarve sâir fakültelere verebilirler. Şu fakültelerden Müslüman doktorlar yetiştirirler(!)
Hâsılı, yeni mes’eleler bahane edilerek, doğru olarak halledilmiş eski ama eskimez olan mes’elelerin dibini eşelemek işgüzarlığı yapılmaktadır…
Büyüklerin Büyüklüklerini
Anlatmak Kötü Bir İş midir?
Mürîd: Bugün Ebû Hanîfe, İmâm Mâlik ve İmâm Şâfi’î gibi âlimler yetişebilir mi? Ebû Hanîfe’nin kırk yıl yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kıldığı rivâyet edilir.
İddia:Zâten asıl felaket burada, bu insanları kutsallaştırmaktadır. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem kaç gün yatsının abdesti ile sabah namazı kılmıştır? Allah’ın dinlenmek için yarattığı geceyi uykusuz geçirmenin fazîletine dair Ebû Hanîfe’nin tek bir sözü var mı? Neden bu âlimleri olağan dışı ulaşılmaz varlıklar gibi görmeye çalışıyorsunuz. Halbuki onlar, sade ve iddiasız bir hayât yaşamışlardı.
Cevâb: Kutsallaştırmak ne demektir? Bunun da bilinmediği görülüyor; câhillik kendini ele veriyor.
Evet, büyüklerin fazîletlerinden bahsetmek, küçük, hattâ alçak kimseleri sıksa da çok güzel ve lüzûmlu bir şeydir. Onların, fazîlet, takvâ, zühd ve verâlarına dâir rivâyetler (sadece Sûfiyye tabakâtı değil de hadîs ricâli, fukahâ ve müfessirlere dâir) tabakât kitâblarında ve husûsî şahsa ait fukahâ, müfessir ve muhaddislerin tercüme-i halleri ve menkıbeleri, menkıbe kitâblarında, sahîh, hasen ve zayıf isnâdlarla bol bol mevcûddur. Bu meziyetler, onların zamâne cüceleri gibi, lâubâlî, lakaydî, nefsânî, câhilce ve gelişi güzel davranmadıklarını, olması gerekenin de bu olduğunu ve dîni mes’elelerin çocuk oyuncağı olmadığını gösterir. Bu, onları kutsallaştırmaz. Onların takdîr edilip gerçek yer ve mertebelerine yerleştirilmesine, birtakım kâbiliyetli kimselerin onlara özenip ilim irfân ve fazîlette gelişmesine yardımcı olur. Bunda da akıllı olanlarca bir zarar ve felaket bulunmadığı gibi birçok selâmet vardır.
Muhammed İbnu Hasen eş-Şeybânî, Ebû Hanîfe’nin şöyle dediğini rivâyet etti: Ulemâ(nın hayatın)dan nakledilen hikâyeler ve onlarla oturup kalkmak, bence birçok fıkh(î mes’elenin bilgisine sâhib olmak)dan daha iyidir; zîrâ o hikâyeler, (Selef) topluluğun(un) edebi ve ahlâkıdır.[18]
İmâm Ebû Hanîfe’nin yatsı abdesti ile sabah namazını kılmasına dâir menkıbe, Hâfız Ebû Bekr Hatîb el-Bağdâdî’nin Târîhu Bağdat’ı,[19] İbnu Abdi’l-Berr’in el-İntikâsı,[20] Hâfız Zehebî Menâkıb-ı Ebî Hanîfesi,[21] Hâfız Celâleddîn es-Süyûtînin Tebyîzu’s-Sahîfe’si,[22] ve Hâfız İbnu Hacer el-Heytemî’nin el-Hayyirâtü’l-Hısân’ında,[23] mevcûddur. Uydurma olduğunu ise, kısır akıl yürütmelerle değil de, şu haberlerin isnâdlarını tahlîl ederek ilmî bir şekilde ve ciddiyetle isbât etmek size düşer.
Kaldı ki, bu nev’i menkıbeleri inkâr eden zamâne müctehidlerine, gece vardiyasıyla sabaha kadar iş yapmak veya gece mekteblerinde sabahlara kadar okumak, uyku ihtiyâcını ise gündüz karşılamak câiz midir, değil midir? diye suâl sorulduğunda nasıl bir cevâb vereceklerini merak bile etmiyorum; onların çifte terazisi olduğunu biliyor, bunu her zaman Mü’minleri kulluktan uzaklaştırmakta kullanacakları husûsunda şübhe bile etmiyorum.
Üstelik sabaha kadar ibâdetle vakti geçirmenin olağanüstülükle bir alâkası yoktur. Günümüzde bile birçoklarının kitâb okumak ve yazmak gibi sâiklerle ömürlerinin büyük bir kısmını sabahlara kadar uykusuz geçirdiğine şâhidiz. Burada görülen odur ki, konuşurken seçilen ve kullanılan kelimeler yerli yerince değillerdir. Yâhud ortada olağanüstülüğün ne olduğu dahî bilinmeyecek bir sığlık ve gerizekâlılık sırıtmaktadır.
Ey müzzemmil!… Çok azı[24] dışında, gece kalk (ibâdet et); yarısında… Veya yarısından biraz eksilt; yâhud ona/yarısına ilâve yap….’[25]
Yani Allah celle celâlühû gecenin çok azı dışında kalk (ibâdet et), buyuruyor. Meselâ, ‘başında bir veya yarım saat uyu gerisini ibâdetle geçir, gündüz eksiği telâfî edebilirsiniz’ demiş olabilir.
Bir i’tirâzınız mı vardı?…
Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem’e uymak için çok azı dışında gecede ayakta olup ibâdet edecek olan bir kimse, gecenin başında biraz istirâhat ederse mes’ele kalmaz. Meselâ, yatsı namazından evvel bir saat yatar sonra kalkar yatsıyı kılar ve sabaha kadar meşgûl olur. Yâhud, yatsıyı kılar; oturarak uyur. Sonra kalkar işine bakar. İşrâktan sonra da istirâhatını tamâmlar. Veya buna da ihtiyâcı kalmaz. Herkes, birileri gibi kereste misâli iki seksen uzanıp yatacak diye bir şart yok. Bu, vücûdun tahammülüyle, aşkla ve sevdayla alâkalı bir şeydir.
Ebû Zerr el-Ğıfarî‘den rivâyet edilmiştir: "Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gece namaza kalktı ve sabah vakti girene kadar ‘eğer kendilerine azâb edersen, şübhesiz, onlar senin kullarındır’[26] âyetini okumaya devam etti…"[27]
Muğîre İbnu Şu’be‘den rivâyet edildi: “Resûlüllah sallellahu aleyhi ve sellem ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. O’na, ‘senin geçmiş ve gelecek günahların affedildi; (o halde hâlâ neden bu kadar yoruluyorsun)’ denilince, ‘şükreden bir kul olmayayım mı?’ buyurdu.[28]
Hz. ‘Âişe vâlidemiz‘den rivâyet edildiğine göre Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Güç yetireceğiniz ibâdetlere sarılınız. Allah’a yemin ederim ki siz (ibâdetten) bıkmadıkça Allah da (ona sevab vermekten) bıkma(muamelesi yapma)z; (sevab vermeyi terk etmez). Ancak, ibâdetin O’na en sevimli olanı, sâhibinin en çok devamlı yaptığı ibâdettir…"[29]
Allâme Şeyh Eşref Alî et-Tânevî şöyle diyor: ‘Bazı kimseler, bid’attır diyerek, büyüklerin mücâhede yaparken fazla amel etmesine i’tirâz ederler. (Ebû Zerr’den rivâyet edilen) hadîsde bunun Sünnet olduğu sâbittir. Bu husûsta gelen yasaklayıcı hadîslere gelince… Bu, alâkalı hadîslerde anlatıldığı gibi, ibâdetten zevk almayan ve ona devam edemeyecek olan (usanacak olan tembel kimseler) içindir.’[30]
Deriz ki; Nehyedici hadîsler, (harâm veya mekrûh yapmak için değil de) ‘işfâk[31] îcâbı gelmiş olabilecekleri gibi, bunun vâcib hâline gelmesi yâhud öyle zannedilmesi endişesinden ve Ümmet’in meşakkate düşürülüp helak edilme korkusundan da vârid olmuş olabilir. Bu ihtimâllerin delîl ve karîneleri bunlar ve bunlar gibi diğer birçok hadîsdir.
Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem’in ibâdet, zühd ve takvâsını meselâ Hayâtü’s-Sahâbe tercümesinde okuyabilirsiniz. Yehûdî ve Hristiyanlar, olağanüstü yönleri (mu’cizeleri) olan Uzeyr ve Îsâ aleyhimesselâm’a Allah’ın oğlu demekle aşırıya kaçıp onları ilahlaştırdıysalar da, en hayırlı Ümmet olan bizim Ümmetimiz Efendimiz sallellâhu aleyhi ve sellem’i sayısız mu’cize sâhibi olmasına rağmen, Allah’ın kulu ve mu’cize sâhibi bir resûlü olarak görmekle iktifâ etti/yetindi; ilahlaştırmadı. Öyleyse, kerâmet sâhiblerini hiç ilahlaştırmazlar. Merak etmeyiniz…
Kâmil-Mükemmil Üstün Nümûnelerimiz ve Pislik Böcekleri
İddia: Hz. Muhammed sallellâhu aleyhi ve sellem’in hayâtı da herkesin örnek alabileceği ve rahatça yaşayabileceği sadeliktedir. Gerçi havalarda uçmaya şartlanmış olanlar onun ve Ashâbının hayâtını da olağanüstü göstermek ve bize örnek olmalarını engellemek için yapmadıklarını bırakmazlar. Şükür ki, elimizde Kur’ân-ı Kerîm ve Sahîh hadîsler var da bunlara karşı koyabiliyoruz.
Cevâb:Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem’in, Sahâbe radıyallahu anhüm ve Selef’in zühd, takvâ ve verâ’ yüklü, nezîh ve pâk hayâtlarından, bilhassa zamânın kirli paslı kokuşmuş hayâtının mahkûmu ve esîri olan ve de, pislik böcekleri misâli, bundan memnûn olup zevk duyan zavallıların, hattâ tüm mü’minlerin alacakları çok ibret ve dersler vardır. Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet’te anlatılan sâlihlerin menkıbeleri nümûne/örnek edinme gibi nice hikmetlerle doludur. Mü’minler, Allah celle celâlühû’nun ve Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem’in hikmetsiz iş yapmayacağına bütün zerreleriyle îmân ederler. Yazıklar olsun bunu anlamak istemeyen zavallılara, vah olsun bunu bilmeyen nâdânlara!…
Mü’minler bilirler ve inanırlar ki, işler bazen sâhiblerine göre de değerli veya değersizdirler. Karga ve sineğin uçması, insanın yerde gezmesinden daha değerli değilse, hattâ daha kıymetsiz ise de, insanın mu’cize ve kerâmet olarak uçması insanın yerde gezmesinden, hattâ istidrâc olarak gökte uçmasından çok daha değerlidir. Uçma işi, başlı başına bir kıymet ifâde etse de, ilâve bir kıymet ifâde etmez. Ancak, bu artık kıymet, sâhibine göre değişiklik arzeder.
Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem’in, gecenin bir bölümünde Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya gitmesi, oradan göklere çıkması, ya’nî uçması, bir mu’cize olarak O’na nisbetle çok kıymetli ve üstün bir şeydir ki, bu, Resûllüğünü isbât ve başka birçok hikmet îcâbı O’na verilmiştir. Bunu, şeytânların da göğe çıkabileceğine kıyâslamak nasıl şeytânî bir kıyâs ise, velîlere kerâmet olarak verilen uçma başka sıradan veya istidrâc îcâbı olan olağanüstü uçmalara kıyâslamak da aynen öyle bir şeytânî kıyâstır. Hattâ, değerli bir insanın iki ayağı üstünde yürümesiyle mübtezel bir kişinin yürümesi bile aynı değildir. Olağanüstülüklerin anlatılması, onların sâhiblerine i’timâd ve güveni pekiştirmeye ve dolayısıyla onları tabiî husûslarda daha bir ehemmiyet vererek örnek edinmeye yaramasaydı, bunları Allah celle celâlühû Kur’ân’ında, Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem de Sünnet’inde anlatmazlardı. Hele, mu’cizeleri hiç anlatmazlardı. Oysa Allah celle celâlühû, nice Nebî’nin mu’cizsini Kur’ân’ında bize anlatmaktadır.
Hâsılı, şu iddiâ da câhillik ve hikmet bilmezlik damlamaktadır… Akılsızca laf ebelikleri… Ucunun nereye varacağı hesab edilmeyen çenebazlıklar… Başka değil, vesselâm…
Yaparken Yıkmak Nedir?
İddia:Ben, hayâtın dışına itilmiş Müslümanlığı hayâtın içine çekmek istiyorum. Ama siz, aklınızı kullanmamak için olanca gücünüzü harcıyorsunuz. Halbuki Allah “…pisliği aklını kullanmayanların üstüne bırakır” (Yunus: 10/100)
Cevâb: Dozunu gittikçe arttıran şirretlikler ve terbiyesizlikler… Tercümede, azâb, haram ve pislik gibi değişik manalara gelen rics kelimesinin makama uzak olan o çok sevdiğiniz ve hoşlandığınız son manasını seçip kullanmanız iç âleminizden haber vermektedir. Hem siz, Müslümanlığı’, hangi hayât’ın içine çekmek istiyorsunuz’? Değişik pisliklerile Müslümanlığın nezîhliğini yok etmeyi ve İslâm’ı, İslâm dışı bir hayâtın ve zemînin içine çekmeği aklı kıt olanlar akledemezler. Onlar, yaparken hep yıkarlar. Naklettiğiniz bu âyet, sizin üzerinizde açık bir şekilde görülmektedir; âmennâ… Bu yapılan -afv buyurulsun- kazûratıyla oynamakta olan delilerin, kendilerine acıyan ve dertleriyle uğraşan akıllılara bakarak kahkahalar atmaları ve bakın şu delilere demeleri gibi bir şey…
Sen Rabbinin ni’meti sayesinde bir mecnûn değilsin; sen de göreceksin; onlar da görecek, hangini zin meftûn olduğunu.’[32]
Hayâtın dışına itilmiş Müslümanlığı hayâtın içine çekmek istiyor’muş(!)…Nezîh İslâmiyyet’i, bilerek veya bilmeyerek, günün hayâtının necâset çukuruna atmak istemek… O kadar…
Seviyesiz Laf Yığınları
Mürîd: Mezhebsiz İslâm olur mu?
İddia:Aklını kullanan ve ilmî çalışmayı kabûl eden insanların olduğu her yerde mezheb olur. İctihâd kapısını kapatmak ise, ilmî çalışmaları dondurmak anlamına gelir. Bu da hayâtı donmuş saymakla mümkin olur. Siz donmuş saydınız diye hayât donmaz. Olan size olur, gelişmelere ayak uyduramaz ve kendinizi çağın dışına itersiniz.
Müslümanlar, Kur’ân-ı Kerîm üzerinde akıl yormayı ve ona sıkı sıkı sarılmayı asırlarca unutmuşlardır. Sonunda Kur’ân-ı Kerîm erişilemez bir kutsal sayılmış ve onu anlayamayacağımız kanâati doğmuştur. Artık Kur’ân-ı Kerîm, sevâb kazanmak için okunan vaaz ve nasîhat için belli birkaç âyeti açıklanan bir kitâb haline gelmiştir.
Cevâb:Muğalatalar ve ma’nâsız lafazanlıklar… Her tür düşünce ve bilgi ekol ve fraksiyonlar ma’nâsındaki mezheb/yol ile, ictihâd ehliyetindeki İslâm müctehidlerinin Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet’i anlama usûlü netîcesi ortaya çıkan hâsıla ma’nâsındaki mezhebin farklı olduğunu anlayabilmek için fazla bir ilim ve akıl muktesabâtına da ihtiyâc yoktur. İlmin henüz talebesi olan mübtedîler seviyesinde bile olmayanların, ictihâddan bahsetmesi, dîni üzerinde titreyen, onunla kimseyi oynatmak istemeyen, emânet’i ehline vermek şuurunda olan, akıllı mü’minleri elbette ki haklı olarak endişelendirir.
İctihâd kapısının kapalı olması ne demektir, nasıl olur? Onu kapatmak nedir? İlmî çalışmaları dondurmak ve hayâtın donması ne demektir? Artistik laflar… İctihad ehliyetinde olanlar için ictihâd kapısının kapalı olaması, hattâ kilitli olduğuiddâ edilmesi neyi ifâde eder? Hiçbir şeyi… Müctehid onu rahatlıkla açar… Kim kapatırsa kapatsın, kilitlerse kilitlesin mühim değil. O, kapının tokmağını çevirmeyi bilir, yâhud onu açacak ictihâd anahtarı onun elinde vardır. İctihâd ehliyeti olmadığı halde, aslında erkeklikle alâkası kalmamasına rağmen erkekler gibi dolaşan harem ağaları gibi, ictihâda soyunan cazgırlar ise, bu kapıyı ne kilitliyken açmaya, ne de apaçık olmasına rağmen becerip içeri girmeye muktedir değildirler. Onlar, olsa olsa muhkem İslâm kalesinin temellerini eşeleyen köstebekler, duvar taşlarını değiştirmek isteyen çini hırsızları veya târihî eser kaçakçıları olabilirler…
İctihâd kapısının ne kilitli ne de kapalı olmadığı, ama onu açıp içeri girecek ehil kimseler kalmadığı için kapalı yahud kilitli gibi durduğunu biz, akledemeyen ve bu yüzden tepesine kovalarca ‘pislik dökülen kimselere nasıl anlatalım?!.. Gerçek hayâta, baba, ana ve çocuklar olmaya nisbetle, evcilik oyunu ve bu oyunun aktörleri olmak ne ise, gerçek ictihâd ve müctehidlerle şimdinin naylon müctehidleri ve ictihâdları odur; evcilik oyunu…
Bu iddiâların ana fikri, Allah’ın dîni ile oynamak ve beceriksiz bir aktörlük sergilemek… Başka değil… Ertelenen ve gerçek sâhibini bekleyen bir çözüm, ya’nî şimdilik bir çözümsüzlük, aceleye getirilen ve ehliyetsiz kimselerce yapılmaya kalkışılan çözümden, ya’nî gerçekte düğümlere düğüm eklemekten daha hayırlı değil midir? Bir eksikliği bekletip ehil kimselere gidertmek, ehil olmayanlara teslim edip eksikliklerine eksiklik katmaktan daha az kötü olmakla nisbeten daha iyi değil midir? Asil bir çözümsüzlük, asâletsiz bir çözümden daha az kötü olmakla bir yanıyla daha münâsib değil midir?
Donuk, cıvık, sulu yâhud gazlaşmış bir hayât içinden siz dilediğinizi seçmekte serbestsiniz. Bizim anlayışımız maddeciler gibi maddenin üç hâliyle sınırlı değildir; İslâm’a göre nerede nasıl olunması îcâb ediyorsa öyle oluruz.. Ancak katılıkdan kurtulup kötü kokulu gaz hâline gelenlerden burun direklerimiz artık sızlar oldu. Müslüman’ın gelişmelere ayak uydurması (yâhud zamana uyması) diye bir vazîfesi olmayıp gelişmelere hâkim olması, gelişmelerin kendisinden zuhûr etmesi ve onları yönlendirmesi vazîfesi vardır. Oluşturmadığı çağın içinde olmak da Müslüman’ın iyi bir vasfı değildir. Aksine Müslüman, çağlar üstü vasıflarıyla çağa hükmeden ve damgasını vurduğu çağın içinde de belli bir mu’tenâ yeri olan kimsedir. Mü’min, şekil ve muhtevâsında mührü bulunmayan bir çağın içinde olmayı kendine nisbetle lağım çukurunda hayât süren lağım sıçanlarının hayâtından da düşük ve mubtezel görür. Ona göre, af buyurun, helâ çukuruna düşüp yaşamak bu çağın içinde yer almaktan daha ehvendir.
Müslümanlar Kurân üzerinde akıl yormayı ve ona sıkı sıkı sarılmayı asırlarca unutmuşlardıriddiâsı, siz ve sizin gibiler için mutlaka munâkaşa götürmeyecek bir doğru ise de, muhâtablarınız ve onların selefleri için iftirâdan başka bir şey değildir. Karalamaya çalıştığınız muhâtabınız, sizin ömrünüz kadar bir zamândır, o Kur’ân’ı, -sizi gibi nefsinizi arzularına ve din düşmanların öğretttiklerine göre değil de- müfessirlerin anlattıkları ilmî ve som İslâmî ölçülere göre herkese anlatmaktaydı. Siz ve sizin gibiler Kur’ân’ı dünyevî ikbal rütbe ve maîşet vâsıtası yaparken, saldır emrine uyarak, saldırdığınız o muhterem zât, her türlü düşman ve akılsız dost saldırılarını göze alıp göğüsleyerek Kur’ân’ı anlamak ve anlatmak, yaşayıp yaşatmak mücâdelesi vermekteydi. Şimdi ise verdiği -hamd olsun- meyvelerle bunu sürdürmektedir. Evet, bu söz, düşünce ve hayâtınızın manzarası göz önünde bulundurulduğunda ve buna bir de i’tirâzınız eklendiğinde açıkça görülmektedir ki, sizin kendiniz için çok büyük bir doğrudur.
Kur’ân, hakîkatten mukaddesliğinin kemaline erişilmez bir kitâbtır; bu dahi -inkârcılar kabûl etmese de- doğrudur ve acâibleri bitmez, tükenmez[33]bir ilâhî kelâmdır. Aksi bir inanca sâhib olanlar münkirler veya sapıklardır. Onu her mü’min, ‘yakîn’i ilmi, aklı, idrâki, takvâsı, zühdü, verâ’ı ve de ilâhî tevfik ölçüsünde anlama şansına sâhibtir. Şart olmadığı vakit meşrût da olmaz. Bu vasıflar ne derece fazla ise bu şans, o kişi için o nisbette yüksek, ne derece de azsa o ölçüde azdır.
Şübheniz olmasın ki biz,(Kur’ân’daki ve kâinâttaki) âyetleri, yakîn’e giren (veya sâhib olan, yâhud yak bulan ve kavuşan) bir topluluk içün (yakînleri nisbetinde) iyiden iyiye açıklamışızdır.’[34]
Kur’ân’ın sevâb kazanmak için (dahî) okunan bir kitâb olduğunu onu getiren söylemektedir:‘Kim Allah’ın kitâbından bir harf okursa ona bir sevâb vardır. Bu sevâb da elbette on misli iledir. (الم) bir harftir demiyorum. Lâkin (أ) bir harf, (ل) bir harf, (م) de bir harftir. (Yani bunu okuyana otuz sevâb verilir)…[35]
Kur’ân’ı vaaz ve nasîhat için belli birkaç âyeti açıklanan bir kitâb haline gelmiştir’ şeklindeki şikâyetinizin muhâtabı, saldırtılmakta olduğunuz kimseler değil, başkaları ve bir yanıyla daha çok siz ve sizin gibilerdir. Şu dertten (samîmî olarak) esâs onlar müztaribdirler ve bu musîbetten kurtulmak için her türlü çilelere katlanmaktadırlar. Siz, bunu, gücünüz yetiyorsa, Kur’ân’ın şu kadar âyeti şu kadar yıldır geçersizdir, artık uygulanamaz, diyen dînsiz ve îmânsızlara söyleyin. Ya’nî, size saldır diyenlere söyleyiverin. Bir risâle ile ağızlarının payını verin. Cihâd âyetlerini, kısâs âyetlerini, had cezâları ve mîrâs ile alâkalı âyetleri anlatın. Ama nerede?… O saldırdığınız büyük insan ise ömrü boyu onları da makaslamadan anlattı.
Anlayacağınız, kelimenin tam ma’nâsıyla, küfür otoritesince bağlanan arslanlara yine onlarca salınan ve saldıran kedileri ibretle seyretmenin hüznünü yaşıyoruz.
Kur’ân Üzerinde Akıl Yormak İle
Onu Tahrîf Etmenin Bir Farkı Yok mudur?
İddia:Allah Teâlâ söyle buyurur:
“Bunlar Kur’ân üzerinde akıl yormazlar mı? Yoksa kalbler üzerinde kilitler mi vardır?” (Muhammed: 47/24)
“Andolsun ki, Kur’ânı anlaşılması için kolaylaştırdık; ama hani anlamaya çalışan?” (Kamer: 54/17, 22, 32, ve 40)
“Ey inananlar! Allah’a ve elçisine boyun eğin, Kur’ânı dinleyip dururken yüz çevirmeyin, dinlemedikleri halde dinledik diyenler gibi olmayın” (Enfal: 8/20-21)
Mürîd:Peki şimdiye kadar yapılmış ictihadları yok mu sayacağız, mevcud mezhebleri nereye koyacağız?
Cevâb:Kur’ân’da akıl yormak ile bilhassa küfür sistemlerinin felç ettiği ma’lûl akıllıların Kur’ân âyetleri hakkında ölçüsüz olarak gelişigüzel düşünüp konuşmaları farklı şeylerdir. Kur’ân üzerinde gereği gibi akıl yormadığınızdan veya yoramadığınızdan veyâhud da kalbleriniz hidâyetsizlik kilitlenmesine ma’rûz kaldığından ileri gelmiş olmalı ki, salâhiyyetli-salâhiyyetsiz, yeterli-yetersiz herkesin gelişi güzel düşünmesinin Kur’ân’ı -Ehl-i Kitâb’da olduğu gibi- tahrîf etmek sebebi olduğunu anlayamamış, kitâbların tahrîfinin mühim bir kısmını yorum tahrîfleri olduğunu kavrayamamışsınız.
Kamer 17, 22, 32 ve 40. âyetlerinin ma’nâsını hevânıza göre değiştirip tahrîf etmişsiniz. Kur’ân’da akıl yormak ile anlatmak istediğiniz, sizin bu kitâbınızda yaptığınız ma’nâda ise, bu iş harâm, belki de küfürdür. Zîrâ, tefsîrle telbîs/karıştırmak ve te’vil/yorum ile tahrîf/bozmak ayrı ayrı şeylerdir. Çünki, -Allahu âlem- doğruya en yakın olan meâl, Kur’ân’ı bellemek ve nasîhat almak için çok kolay kıldık; yok mu belleyip nasîhat alacak olan?…’[36]olmalıdır. Ya’nî, (‘onu belleyip nasîhat alın.’) Gördünüz mü bu kadar kolay olan Kur’ân’ı ne kadar yanlış anlamışsınız?!.. Demek ki bu kolaylaştırma herkese göre değil, şartlarını hazırlayanlara göre imiş. Nisbî imiş…
Enfal 21, 22 ayetleri de tıpatıp sizi de anlatıyor.
Yanlış, Yâhud Yalan Sözler
İddia:Bakın, inanç ve ibâdetle ilgili hükümlerin büyük bir bölümü Kur’ânda ve Sünnette açıkça yer alır. Burada ictihâda bırakılan kısım azdır. Dünyâ ile ilgili konularda da sadece sınırlar çizilmiş gerisi ilim adamlarına bırakılmıştır.
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem âlimler, elçilerin vârisleridir buyurmuştur. Bu sebeble âlimler, Kur’ân ve Sünnet üzerinde çalışacak kendilerine bırakılmış bölümle ilgili ictihâdlar yapacak ve geçmiş Âlimlerin ictihâdlarından da yararlanacaklardır. Böylece Kur’ân ile hükmetme görevinde Hz. Muhammedi sallallahu aleyhi ve sellem temsil edeceklerdir. Çünki Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e yüklediği görevi temsilcileri devam ettirmek zorundadır. O görev şöyle açıklanıyor.
“Allah’ın indirdiği kitâb ile aralarında hükmet. Sakın onların heveslerine uyma. Onlardan kaçın ki Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırmasınlar. Eğer yüz çevirirlerse bilesin ki, Allah bir takım günâhlara karşılık başlarına bir kötülük gelmesini istiyordur. Zâten insanlardan çoğu yoldan çıkmıştır.
Yoksa câhiliye devri hükmü mü arıyorlar? İyi bilen bir millet için kimin hükmü Allah’ın hükmünden daha güzel olabilir? (Maide: 5/49-50)
İşte âlimler insanları Kur’ân ve Sünnete yönlendirirler. Bu, süreklilik isteyen bir iştir. Bilimsel hürriyeti engeller, mezhebleri bir yerde dondurur, mezheb imâmlarını ulaşılamaz kişiler sayarsanız işin içinden çıkamazsınız.
Cevâb:Kur’ân, Sünnet, tefsîr, hadîs, akîde ve fıkıh kitâblarımız, söylediğiniz şu sözlerinizin birçoğunda sizi yalanlamaktadır. Hele insanların zafiyetlerinin çok olduğu dünyevi mes’eleleri… Miras hukuku, ictihâda az bir bölüm bırakacak şekilde sınırları ve teferruatı verilen bir saha, nikah, boşamak, ceza hukuku, bunlar mı sınırları çizilip detayları verilmeyen saha? Sübhanellah bu ne cehâlet, bu ne gaflet? Öyle değil mi? Değilse bu ne hıyânet?
Peygamber vârisliği’, dünyâları karşılığı dînini satan dîn işportacısı câhil çığırtkanların değil, hakîkî dîn âlimlerinin vasfıdır. İctihâd da, çocuk oyuncağı değildir.
Evet, âlim olanlar, insanları Kur’ân’a ve Sünnet’e yönlendirirler; onları tahrîf ederek, hevâ ve heveslerine uydurarak, insanları sizin gibi işte Kur’ân’, ‘işte Sünnet diye kendi bâtıl düşüncelerine çağırmazlar.
Muhâtablarınız, ‘bilimsel hürriyet’i değil, bilimsel ipsizliğ’i, uygun bulmayıp güçleri nisbetinde engellerler. İlim ölçüsüzlüğü değil, İlim hürriyeti’, onu hakeden gerçek Rebbânî âlimlere âiddir; bunun câhiller, sapıklar ve idrâksizlerin elinde olması, çocuğun elindeki bir silah gibidir.
Mezheb imâmları ulaşılmaz kişiler değillerdirler; bu doğru. Ancak bunu böyle bir iddiâsı olmayan muhâtablarınıza isbât veya ilzam ve iskât yoluyla söylemenin; mes’eleyi bilmeyenleri kandırmaktan ve boş konuşmaktan başka bir ma’nâsı yok… Lâkin, gerçekten nâdide ve ısmarlama kimseler olan o kâmil, mükemmel ve mükemmil zâtların seviyelerine, sadece onların istidât, cehd, gayret, vasat, üstâd, îmân, amel, zühd, takvâ, ihlâs, verâ’, mevhibe-i ilâhîye mazhar olmak ve benzeri vasıflara onlar gibi sâhib olmak şartlarına bağlı olarak siz de ulaşabilirsiniz; neden olmasın?.. Ama bu hayâ, bu îmân, bu amel, bu ahlâk, bu kafa ile asla…
Unutulmamalıdır ki, ictihâdlar veya fetvâ vermeler aslında takvâ esâslarına dayanmasalar da ictihâd edeceklerin ve fetvâ vereceklerin takvâdan büyük ölçüde nasîblerinin olması lâzımdır. Çünki Allah celle celâlühû’dan korkusu olmayan veyâhud az olanların ilimleri yüksek olsa da onlar fetvâ vermeye ve ictihâd yapmaya ehil değildirler. Buna soyundukları takdîrde nefislerinin oyuncağı hâline gelip dîni tahrîf etmekten geri durmayacakları açıktır. O yüzden günümüzde bu gibi sözleri dillendirenlerin şu noktalarda sarf ettikleri sözlerin doğruluk ve samimiyet payı yok denecek kadar azdır.
[Kur’âna Dönmek]
Rûh ve ma’nâ bakımından kirli ve mülevves olan elleriyle Kur’ân’a ve esrârına dokunup onu da kirletecek kimselere, temizlen de Kur’ân’a öyle dokun’ diyenlere, insanları neden Kur’ân’dan uzaklaştırmak istiyorsunuz suçlaması… Belki bilmeyen ve hafîf akıllıları kandırabilecek, bilenleri ise çıldırtacak ve güldürecek bir şaklabanlık…
İnsânları Kur’ân’a üç zümre da’vet eder: Birincisi, Müsteşrikler ve Kur’ân’a inanmayan başka kâfirler gibi onda çelişki aramak ve göstermek içün Kur’ân’a çağıranlar; ikincisi, Mü’minleri, Kur’ân’ın doğru anlaşılması içün mutlaka vazgeçilmez mürâcaat kaynağı olan mezheblerden ve hattâ Sünnet’ten uzaklaştırıp kendi hevâlarıyla kandırmak isteyenler; üçüncüsü de bu ameli hakîkaten samîmî olarak yapanlar. Son zümrenin işi, güç ve iktidârları nisbetinde bütün Mü’minlerin yapmak zorunda olduğu sâlih bir ameldir. Birinci tâife hakkında konuşmaya lüzûm yoktur; ikinci sınıf ise Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem ve Abdullâh İbnu Mes’ûd’un ifâdeleriyle, ‘kendilerinin Kur’ân ile hiçbir alâkalarının bulunmamasına rağmen, başkalarını Kur’ân’a çağıranlar[37] veya Hz. Ömer radıyellâhu anhu’nun dediği gibi, ‘…Allah celle celâlühû’nun Kitâbını diline dolayarak onu tartışma mevzuu yapan (ve dîni yıkmaya çalışan) sahtekâr münâfıklardır.[38] İslâm’ın ve Müslümanların asıl baş belâları olan işte bu gürûhtur. Günümüzde kemik kapmak aşkı ve sevdâsıyla küfür düzenlerinin hizmetçiliğini omuzlayıp da bu narayı atanlar işte bu sahtekâr zümredir. Aşağıyı okuyalım:
Büyükleri Büyük Görüp
Göstermek Zararlı Bir İş midir?
Mürîd:Mezheb imâmları gerçekten değerli kişilerdir. Onları olağanüstü kişiler saymanın ne zararı var?
İddia: Çok zararı var. O zamân iş değişir. Onlar Hz Muhammed sallellâhu aleyhi ve sellem’in yerine, görüşleri de Kur’ânın yerine geçer. Biz bu felaketi yaşıyoruz.
Cevâb: ‘Mezheb imâmlarını olağanüstü,[39] kişiler saymanın ne zararı var?’ sözü eksik, hattâ yanlış ve yakışıksız bir söz… Zîrâ, zararsızlık çoğu zamân kârsızlık ma’nâsında kullanılır. Halbuki onları üstün görmekte, ‘zararın olmaması’ şöyle dursun, sayılamayacak kârlar vardır. Onlar, ilimde, irfânda, takvâ ve verâ’da zirvelere ulaşmış, ilmiyle âmil kerâmet sâhibi büyük kimselerse -ki hüsn-i zannımız öyledir- bunu takdîr etmek zorundayız. Çünki Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem efendimiz, ‘İnsanları menzillerine (bulundukları kendi gerçek makâm ve rütbelerine) indiriniz (yerleştiriniz) [40] buyuruyor.‘Ya’nî, her bir kimsenin kadri kıymeti miktarınca, hürmetini ve saygısını koruyunuz, muhâfaza ediniz.’[41]
Hem, onları çok üstün görmenin ilim ve akıl sâhibleri için zararı değil, sayısız kâr ve hikmetleri gün gibi açıktır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, Nebîler ve Resûller aleyhimusselâm’ın yanında, onların mertebesinde olmayan nice kişinin sâlihliklerinden, ilim yâhud takvâ üstünlüklerinden bahseder.[42]Bu anlatış -hâşâ- boşuna, yâhud zararlı değildir. O büyüklerin şahsında, bağlı bulundukları Nebîlerin mu’cizelerini okumak ve dinlemekle onların hakîkî sâhibi olan Mevlâ teâlâ’nın gücünü ve büyüklüğünü hatırlamak zikir ve ibâdet değil de nedir? Birçok defa geçti ki, velîlerinin kerâmeti, olağanüstü hâli Nebîsinin bir mu’cizesidir.
Allah celle celâlühû buyuruyor: ‘Zîrâ, kullarımdan benim velîlerim ve yarattıklarımdan benim sevdiklerim o kimselerdir ki, benim zikredilmemle onlar zikredilir, onlar zikredilmekle (onlar hatıra getirilmekle yâhud onlardan bahsedilmekle) de ben zikredilmiş olurum.’[43]
Allah celle celâlühû böyle buyururlarken -hâşâ- sizin kadar bilemediler mi? Sâlihlerin üstünlüklerini hatırlamak onlardan bahsetmek zikir olmakla îmânı kuvvetlendirir. Bu olağanüstülükleri dinlemek, hatırlamak ve onlardan konuşmak kişilere o yolda ilerleme azmi, şevki ve iştiyâkı verir. Bu onlara hüsn-i zannı meydana getirir ve geliştirir ki, ‘hüsn-i zann güzel ibâdetlerdendir.’ Bu hüsn-i zann onlara hürmeti arttırır. Büyüklere hürmet etmek Resûlüllâh sallallahu aleyhi ve sellem’in şiddetle emrettiği bir şeydir…
Küçüğümüze merhâmet etmeyen ve büyüğümüzün şerefini (veya ‘hakkını’)[44] bilmeyen (ya’nî takdîr etmeyen) bizden değildir[45]ve ‘büyüğümüzü büyütmeyen, (büyük görüp ona hürmet etmeyen), küçüğümüze merhamet etmeyen ve âlimimizin hakkını bilmeyen (onu takdîr etmeyen) bizden (veya ‘Ümmetimden’)[46] değildir[47] büyüğe hürmet etmeyen, küçüğe merhâmet etmeyen, ma’rûfu emretmeyen ve münkeri yasaklamayan bizden değildir[48] buyuran Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem -inananlar yanında- elbette sizden daha iyi bilirler.
Ahmed İbnu Hanbel, ez-Zühd, Ebû Dâvud, ez-Zühd, Beyhekî, ez-Zühd, Ebû Nuaym, Hilyetu’l-Evliyâ, el-Hallâl, Keramâtu’l-Evliyâ, el-Lâlikâî (es-Sünne’nin son cildinin tamâmı olarak) Keramâtü’l-Evliyâ, Ebû’l-Ferec İbnu’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, Kâdı Muhaddis es-Saymerî, Ahbâru Ebî Hanîfe, Beyhakî Menakıbu’s-Şâfiî, İbnu Abdi’l-Berr el-İntikâ, Zehebî Tezkiretü’l-Huffâz, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, Menâkıbu Ebî Hanîfe, İbnu Hacer el-Askalânî, Tevâlî’t-Te’nîs, Süyûtî Tebyîzu’s-Sahîfe, İbnu Hacer el-Heytemî el-Hayyırâtü’l-Hısân isimli eserlerini, es-Sübkî, Tabakâtu’s-Şâfi’îyye, el-Kuraşî, el-Cevâhiru’l-Mudîe, Kasım İbnu Kutlubuğa, Tâcü’t-Terâcim, İbnu’l-İmâd, Şezerâtü’z-Zeheb, Kâdı ‘Iyâd, Tertibu’l-Medârik, İmâm Leknevî el-Fevâidü’l-Behiyye isimli tabakât kitâblarını hep büyüklerin büyüklüklerini, yer yer olağanüstülüklerini (kerâmet sâhibi oluşlarını) anlatmak için yazmışlar ve tasnîf etmişlerdir. Şu eserler, mevcûdun çok az bir kısmı olup tasavvuf ile alâkalı değillerdir. Tasavvuf ve Tarîkat büyüklerinin üstünlüklerine dâir yazılan kitâblar ise, neredeyse saymakla tükenmez. Onları burada sayıp dökmememizin sebebi de başka değil sadece ve sadece hoşafı her bir kimseye yedirme zorunda olmayışımızdan ibârettir.
Hadîs ve akâid kitâblarının ‘kerâmâtü’l-evliyâ’ bahisleri, hep bu maksad için değil midir? Her biri dağ’lar gibi olan bu zâtlar boşa mı kürek çektiler; sizin kadar bilemediler mi?
Yine tekrar ederek diyoruz ki; Onların şahsiyetlerini hattâ olağanüstülüklerini takdîr etmek, onlara hürmet ve ta’zîmi geliştirir. Bu hürmet ve tâ’zîm onların ictihâdlarını, dünyâ ve iklimlerinden çok uzak, hevâ, nefsânîyyet ve enâniyetlerini ma’bûd edinmiş, câhil, sefîh ve bücür ama çok iddiâlı cücelerin kendi söz ve kanâatlerinden çok üstün tutmalarına vesîle olur. Lâkin ihtimâl, o büyüklerin büyüklüklerinden bahsedilmesinden rahatsız olanların rahatsızlıklarının püf noktası işte burasıdır. O büyüklerin, sıradan Aliler, Veliler, Selâmîler gibi göstermek isteyenlerin karnını ağrıtan esâs nokta her halde budur.
Onları olağan üstü göstermekte çok zarar var; öyle mi? Var tabiî… Kendisi ve kendisi gibilerin nefsânî ve câhilce düşüncelerini nasslar gibi görüp göstermek isteyen, onları dokunulmazlık kılıfıyla kılıflayarak tabulaştıran ve kendilerini putlaştıran zavallılar için çok büyük zarar var, tabiî. Bu hürmet ve saygı onları, Allah yerine de Peygamber makâmına da koymayı gerektirmez. Zîrâ -bilgisi az bile olsa- akıllı olan ve sapık olmayan her bir mü’min bilir ve inanır ki;
Herkesten önce Allah ve her sözden önce onun sözü, Kur’ân var; çünki, Allahu Ekber, Allah her varlıktan büyüktür. ‘Allah’ın sözünün diğer sözlere üstünlüğü Allah’ın yarattıklarına üstünlüğü gibidir.’[49] Kur’ândan sonra, Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem ve O’nun Sünnet’i var… Ne kadar? Allah celle celâlühû’nun ‘artık O’nun (Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in) emrine muhâlefet edenler, kendilerine bir fitne dokunmasından veya onlara elîm bir azâb isâbet etmesinden sakınsınlar âyetinde ve Hz. Ebû Bekr radıyellâhu anhu’nun ‘…zîrâ, ben O’nun (Resûlüllâh sallallahu aleyhi ve sellem’in) emrinden bir şeyi terk edersem, sapıtmaktan korkarım[50] sözünde ifâdesini bulduğu kadar… Kur’ân ve Sünnet’ten sonra da icmâ’ ve ictihâdlar
Oysa sapıklar, Kur’ân’a çağırır gibi yapıp kendi nefsânîliklerine ve yontup ibâdet etmekte oldukları putlara çağırırlar. Öyleyse bu münâkaşalar boşuna ve ma’nâsız. Hattâ hedef saptırmaktan başka bir şey değil…
Mü’minlerin Vazîfesi
Çok Bilmişlik Veya Ukalalık mıdır?
İddia:Hiç kimsenin mezheb imâmlarına inanma görevi yoktur. Allah huzûrunda bunlardan sorguya çekilmeyeceğiz.
Cevâb:Evet, mü’minlerden müctehid olmayanların, mezheb imâmlarına sormak ve inanmak görev’leri vardır. Çünki, mü’minlerin, ‘eğer bilmiyorsanız zikir/ilim sâhiblerine sorunuz[51]âyeti ile, bilmemenin ilâcı sormak değil midir?[52] hadîsine îmân edip îcâbını yapmak görevleri vardır.
Tasavvuf yolunun yolcuları, Allah’a ve Resûlü’ne itâatin gerekliliğini samîmîyetsiz ve sahtekârlar gibi sadece dilleriyle ve dudaklarıyla değil, bütün zerre ve hücreleriyle inanarak haykırırlar. Varlık sebebleri de zâten bundan ibârettir. Başkası değil…
Allah celle celâlühû’ya ve Resûlü sallellâhu aleyhi ve sellem’e itâati’ emreden âyeti buraya kadar değil de sonuna kadar okuyarak sizden olan iş sâhiblerine de (itâat ediniz) emrini dahî göz ardı etmeseydiniz olmaz mıydı? Yoksa âyetin başını, okuyup sonunu hâfız olmadığınız için’ mi görmezden geliyorsunuz. Bu, bizden olan emir sâhiblerinin kimler olduğu husûsundaki rivâyetlerin içindeki Abdullah İbnu Abbâs radıyellâhu anhumâ’dan[53] ve Câbir İbnu Abdillâh radıyellâhu anhu’dan[54] sahîh isnâdlar ile yapılan fakîhlerdir rivâyeti de vardır. Bu, diğer ma’nâlarla çelişmez. Zîrâ, mü’minlerin ilim işlerinin sâhibleri de olmalıydı ki onlar fakîhlerdir.
Kitâbınızın(!) 142-146 sahifeleri arasındaki mu’cizeyle alâkalı yerli-yersiz, doğru-yanlış, tartışabilecek, hattâ cevâba değmez bir sürü laf…
Resûlüllâh Sallallahu Aleyhi
Ve Sellem’in Vârisleri Kimlerdir?
Mürîd:Her mü’min bunu nasıl yapar?
İddia: Her, mü’min Kur’âna göre yaşama ve onu insanlara anlatma görevini yapabilir.
Cevâb:Her mü’min Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in vârisi imiş… Başarısız ve beceriksizce bir lafebeliği… Şurası bir gerçektir ki, müğâlata (demagoji) dahî belli bir seviye ve mahâret ister. Nerede o, eskinin becerikli lafebeleri. Bu da ayağa düşürüldü.
Şübhesiz ki âlimler, nebîlerin vârisleridir[55]buyuran Resûlüllâh sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, her mü’min benim vârisimdir, diyemez miydi? Her mü’min belli bir bilginin sâhibidir, lâkin, küçücük tabağında, azıcık peyniri olan, kendini peynirci i’lân ederse, gülünç olur; değil mi? Her mü’min yeterli ilim ve irfân ehliyetini elde edince elbette Nebîsine vâris olur. Bu ayrı…
Elçilik ne miras malıdır…’ ‘işte her mü’min… Hz. Muhammed’e vâris olur.’ Üç satır arayla sarfedilen bu iki söz ne dediğinin farkında olan kimselerin sözleri olamaz. Hem mîrâs yok hem de vâris ya’nî mîrâsçı var. Sübhânellâh…
Ama, birinciye maddî ikinciye de ma’nevî mîrâs dediyseniz, o da başka. Lâkin mes’elemizle ne alâkası var?
Merak Etmeyin
İddia:Hz. Muhammed sallellâhu aleyhi ve sellem, âlimler elçilerin vârisleridirlerbuyurmuştur.
Mürîd:Herkes âlim olamaz ki.
İddia:Herkes bildiği konunun âlimi bilmediği konunun öğrencisidir. Kur’ândan bir tek mes’eleyi bilen bir mü’min o mes’elenin âlimi olur. Onu tebliğ ederse o ölçüde Nebîlerine sallallahu aleyhi ve sellem’e vâris olur… Bu ölene dek sürer. Bu hadîse dayanarak tebliğ görevini ilim adamlarına bırakıp kenara çekilmek olmaz.
Mürîd: Şeyhler peygamber vârisi olamazlar mı?
İddia: Neden olamasınlar? Kur’âna aykırı itikadı olmadıktan sonra…
Elçilik ne bir miras malıdır ne de babadan oğula geçen bir saltanattır. Hz. Muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem elçiliği Kıyâmete kadar süreceği için, onun Kur’ân husûsunda temsil edilmesine ihtiyaç vardır. İşte her mü’min Kur’ânı tebliğdeki payına göre Nebîlerine sallallahu aleyhi ve sellem’e vâris olur ve o konuda onu temsil eder. Ama asırlardır bu görev ihmal edilmiştir (Kısaltılarak).
Mürîd:Kim ihmal etmiştir? Kur’ânın yazılması, okunması, ezberlenmesi ve nesilden nesile intikal konusunda nasıl bir ihmâl vardır? Bu gün Kur’âna en büyük hizmeti o beğenmediğin tarîkatlar yapıyor. Onlara bağlı kurslarda her yıl binlerce hâfız yetişiyor ve onun kaç katı insan Kur’ân-ı Kerîm öğreniyor.
Cevâb:Merak etmeyin, onca kalabalık hâfızlar ve talebeler ordusunun içinde binlerce âlim yetiştirilmektedir. O zamân vay geldi Bekrî Mustafâ’ların başına gelenlere… Tereciye tere satmak diye sizin bu yaptığınıza derler. Hem, sıkıntınız bir yerlerde yankılandı; hâfızlığın kaldırılması yolunda mühim adımlar atıldı, sevinebilirsiniz.


[1]    Nisâ:58
[2]    Mezmûm rey: Kınanan görüş
[3]    Ashâb-ı rey: Görüş sâhibleri
[4]    Ağyârını mânî’:Mezheb’ olmayan görüş ve yorumları dışında bırakan.
[5]    Efrâdını câmi’: İçinde bulundurulması gerekli olanları ya’nî ‘mezheb olan görüşlerin hepsini içinde bulunduran.
[6]    Rey: Görüş
[7]    Müşkilü’l-Âsâr: (8/87 H:3077), Taberânî, el-Kebîr: (10090), Bezzâr: (2312), Müşkil (8/109, H:95), Ebû Ya’lâ: (5149), Taberî, Câmiu’l-Beyân (1/23. H:11) (Mahmûd Muhammed Şâkir Tahkîkı ve Ahmed Muhammed Şâkir Tahrîci), Müşkilü’l-Âsâr 1/109 H: 3095, Müsned (2312), İbnu Hibbân (el-İhsân 1/276 H:75), Muhakkık el-Arnaut, bir yerde isnâdı hasen’dir (El-İhsân:1/276, dipnotu), başka bir yerde de Müslim’in şartına göre isnâdı hasen veya sahîhdir, dedi. (Müşkilü’l-Âsâr: 8/87 H: 3075 dipnotu),
[8]    Müşkil: Problem
[9]    Nûr: 24/2
[10]   Bakara: 44
[11]   Cürcânî, Ta’rîfât: 4
[12]   İbnu’l-Kayyim, İ’lâmu’l-Muvakkı’în (1/35-37) İlmiyye,1414 baskısı.
[13]   Hâkim, el-Müstedrek (1/115-116 bir takım farklı lafızlarla), benzeri, Taberânî, el-Kebîr (12/342, H:13623) Muallik şöyle naklediyor: Heysemî, Mecmau’z-Zevâid’de, Taberânî bunu iki isnâdla rivâyet etmiştir; birisinin râvîleri sağlamdırlar ve Âlü Talhâ’nın azadlı kölesi Merzûk dışında Sahîhîn râvîleridirler ki o da sağlam biridir’ demiştir.
[14]   Ahmed (4/101, H: 16974), Buhârî (71)
[15]   Buhârî (71)
[16]   Müslim (1920), Tirmizî (2229), İbnu Mâce (10)
[17]   Hele, İttihâd-ı İslâm’ını okursanız, ne harâretli ve kara sevdâlı bir ictihâd taraftârı olduğunu göreceksiniz.
[18]   İbnu Abdi’l-Berr, Câmiu Beyâni’l-İlm (1/509-510)
[19]   Hâfız Hatîb el-Bağdâdî, Târîh Bağdat (13/354)
[20]   İbnu Abdi’l-Berr, el-İntikâ (193), yalnız el-İntikâ’daki ibâre gecenin tamamında ibâdet eder, onu ihyâ ederdişeklindedir.
[21]   Zehebî, Menâkıbu Ebî Hanîfe (14), el-Mektebetü’l-Ezheriyye Matbaası
[22]   Hafız Celâleddîn es- Süyûtî, Tebyızu’s-Sahîfe (105)
[23]   Hâfız İbnu Hacer el-Heytemî, el-Hayyirâtü’l-Hısân Tercümesi Mevâhibu’r-Rahmân (121) Baskı 1310
[24]   ‘Kıllet’ azlık bildirdiği gibi tenvîn de burada yine azlık ma’nâsına gelir ve dolayısıyla ‘kalîlen, ‘çok az’ demek olur.
[25]   Müzzemmil:1-5
[26]   Mâide: 118
[27]   Nesâî (1010)
[28]   Buhârî, (1130,4836,), Müslim (2819/79,80,81), Tirmizî (412), Nesâî (1644), İbnu Mâce (1420)
[29]   Ahmed (6/40, benzeri, 51, mevkûf olarak, 61), Buhârî, (43,1151, benzeri,1970) Müslim (782/215,785/221,1156/177), Ebû Dâvûd (1368), Nesâi (762), İbnu Mâce (4238)
[30]   Eşref Ali et-Tânevî, Hakîkatu’t-Tarîka tercümesi: 127-128
[31]   İşfak: Şefkat ve acıma
[32]   Nûn:3
[33]   Ahmed (1/91, H:704), Dârimî (3366), İbnu Ebî Şeybe (H:30007), Tirmizî (5/172, H:2906), Bezzâr (6/125, H:834), Ebû Ya’lâ (1/302, H:367), Taberânî, el-Kebîr (20/84,85, H:160), Beyhakî, Şuabu’l-Îmân (3/326,H:1935) ve başkaları.
[34]   Bakara: 118
[35]   Tirmizî (5/175, H:2910), Tirmizî, bu hasen ve sahîhtir dedi.
[36]   Kamer:17
[37]   Ahmed (3/224, H:13362, 3/197, H:13059), Beyhakî, Sünen (8/171), Hâkim (2/161), Ebû Dâvûd (4/243, H:4765,4766), İbnu Mâce (1/62, H:175), Ebû Ya’lâ (5/337, H:2963, 5/426, H:3117)
[38]   Dârimî (H:214)
[39]   Yani kerâmet sahibi, sıradan insanların çok çok üstünde olan ve Allah’ın, dînini korumaya vesile ettiği zâtlar.
[40]   Müslim, Mukaddime (1/5), Ebû Dâvûd (4842)
[41]   El-Münâvî, et-Teysîr: (1/280)
[42]   Kur’ân’ın sâlihlerin kerâmetlerinden bahseden âyetleri, kerâmetin âyetten delîlleri bahsinde geçmişti.
[43]   Ahmed (15549), Taberânî, el-Evsat (1/203, H:651) Hakîm-i Tirmizî (2/4) ve başkaları.
Bir hadîs-i kudsîde Allah celle celâlühû şöyle buyuruyor: ‘…Zîrâ kullarımdan velîlerim, yarattıklarımdan seçkin dostlarım o kimselerdir ki, benim zikredilmemle (benim hatırlanıp akla getirilmemle) onlar zikredilir (hatırlanıp akla gelirler), onların zikredilmesi (hatırlanıp akla getirilmesi) ile de, ben zikredilirim (hatırlanıp akla gelirim)’
Hadîsin Kuvvet Bakımından Tahlîli
Nûreddîn el-Heysemî, hadîsi, isnâdındaki Rişdîn isimli râvînin çoğu âlimler tarafından zayıf bulunduğuve senedinin kopuk olduğu ile illetli buldu.
Deriz ki: Bu kesiklik, biz Hanefîlere ve başka birçoklarına göre hadîsin sağlamlığına zarar vermez. Çünki,
Bir: Biz Hanefîlere göre, râvîler, isnâdı zayıf hâle getirecek derecede zayıf değilse, senedin ilk üç asırdaki kısmında bulunan kesiklik, kopukluk, rivâyetin sahîhliğine veya hasenliğine zarar vermeyebilir. Nitekim İmâm Buhârî tarafındanAmr İbnu Cemûh’dan duymadı’denilen Ebû Mansûr, yine O’nun (Buhârî’nin) şâhidliğiyle sağlam bir kimsedir.
İki: Üstelik sözü edilen bu kesiklik, muhtemelen Buhârî’nin şartına göre böyledir. Nitekim bu hükme medâr olan söz Buhârî’nin Ebû Mansûr, Amr İbnu Cemûh’dan duymadı ma’nâsındaki sözüdür.Cumhûra göre ise böyle değildir. Aynı asırda olmak ve birbirine kavuşmak imkânı, muttasıl/bitişik olmak için Cumhûra göre yeterlidir…
Üç: Rişdîn’in ekser âlimler tarafından zayıf bulunması, bir takım âlimler tarafından sağlam bulunduğunu gösterir. Ahmed İbnu Hanbel’in O’nun hakkındaki tavrı da bu ihtimâli te’yîd etmektedir. Nitekim dördüncü madde de gelecektir. Zîrâ Şerîat sâhibinin dışındakilerin sözlerinde mefhûm-i muhâlefetsöz birliği ile hüccet olur.
Dört: Sahîh görüşe göre, Ahmed İbnu Hanbel’in, bir hadîsi Müsned’ine alması, o hadîsin O’na göre hüccet olması demektir. Çünki, İbnu Teymiyye (Ö:728) şöyle dedi: İmâm Ahmed İbnu Hanbel Sünnet’ten veya eser’den/sahâbe kavlinden hangi rivâyeti yaptı, sahîh veya hasen olduğunu söyledi veya senedinden râzı oldu veya onu reddetmedi, kitâblarına yazdı ve aksine fetvâ vermedi ise, o (rivâyet) O’nun mezhebidir. (O’nun mezhebi) değildir de denilmiştir.
Görüldüğü gibi, değildir’ de denilmiştir sözündeki denilmiştirkelimesi zayıflık ifâde eder.
Hadîsi başta Ahmed İbnu Hanbel rivâyet etmiştir. Sahîh veya hasen olduğunu söylemedi veya senedinden râzı olduğunu ifâde etmedi; ama onu reddetmedi, kitâblarına yazdı ve dahî aksine fetvâ vermedi. (Öyle) ise -sahîh olan görüşe göre- bu hadîs O’nun mezhebidir. Üstelik hadîsi alıp bir Sünnet Mecmû’asına koyması ve i’tirâz etmemesinin zâhiri de bunu gösterir.
Şu halde hadîs, hasen lizâtihî, en kötü ihtimalle de, hasen liğayrihî olup cumhûr’a göre delîldir. Böyle bir fazîlet noktasında ise -şâzz görüşler bir yana- herkese göre makbûl bir delildir. Allahu a’lem.
[44]   Ebû Dâvûd (4943)
[45]   Ahmed (2/222, H:7073), Tirmizî (4/322, H:1920, hasen-sahîhdir, dedi.), Hâkim (1/131, Müslim’in şartına göre sahîhtir, dedi)
[46]   Ahmed (5/323, H:22807), Taberânî, el-Kebîr, (8/368) Münzirî (et-Terğîb’de,169. hadîsin sonunda) isnâdı hasendir’, Heysemî de Mecmau’z-Zevâid’de (8/3,H:12610), isnâdı hasendir dediler.
[47]   Hâkim (1/122) ve başkaları
[48]   Ahmed (1/257),Tirmizî (1921) ve İbnu Hibbân (459)
[49]   Dârimî (3357)
[50]   Ahmed (4/6), Müslim (1759), Ebû Dâvûd (2970), Ebû Ya’lâ (43)
[51]   Nahl:43
[52]   Abdurrezzak (1/223, H:867), Ahmed (1/330, H:3057), Dârimî (1/210, H:752), Ebû Dâvûd (1/93, H:337), Taberânî, el-Kebîr (11/194, H:11472), Hâkim (1/285), Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr (8/288)
[53]   Hâkim (1/123) Bu rivâyet hakkında Hâkim ve Zehebî bir şey dememiştir.
[54]   Hâkim (1/123) Hâkim bu rivâyetin şâhidi bulunan bir sahîh hadîs olduğunu söylemiş, Zehebî de bu husûsta susmuştur.
[55]   Ahmed (5/196,H:21763), Ebû Dâvûd (3/317, H:3641), Tirmizî (5/48, H:2682), İbnu Mâce (1/81, H:223), İbnu Hibbân (1/289, H:88)
PDF'e AktarYazdır

BİR CEVAP BIRAK

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen buraya isminizi yazın