PAYLAŞ
PDF'e AktarYazdır
ÖLÜLERİN TASARRUFU VE DİRİLERE FAYDASI VARMIDIR ?
 
Günümüzdeki çokbilmiş Materyalist Mü’minler’e(!) sorarsanız yoktur. Ancak, mühim olan Eslâf’ımızı ve imâmlarımızı koyup geçen şu turfanda müctehidlerin nevzuhûr hezeyanları değil, Ehl-i Sünnet Mü’minlerin imâmlarına göre bunların var olup olmamasıdır. Evet, Ehl-i Sünnet Mü’minlerin imâmlarına göre ölülerin tasarrufu ve dirilere faydası vardır. Nitekim İmâm Kevserî, Fahruddîn-i Râzî, Sa’deddîn Teftâzânî ve Seyyid Şerîf Cürcânî’den bu mes’eleyle alakalı aşağıda okuyacağınız ifâdeleri naklediyor:
—————————————-
Fahruddîni Râzî, Bu Husûsta Tefsîr’inde Ne Dedi?
—————————————-
Fahruddîn-i Râzî Tefsîr-i Kebîrinde bu husûsta şöyle diyor:
Cismânî alâkalarından (bağlantılarından) kurtulan, cesedlerin karanlıklarından çıkmalarından sonra, ulvî (yüce) âleme kavuşmağa şiddetli arzulu olan beşeri rûhlar, melekler âlemine ve mukaddes yerlere giderler ve onlardan bu âlemde eserler/izler ortaya çıkar. O yüzden, işte onlardır “işleri tedbîr edenler.”İnsan, rü’yâda üstadını görür de, O’na içinden zor çıkılabilecek bir şeyi sorar, o da kendisine halli/çözülmesi zor olan o mes’elenin nasıl çözüleceğini gösterir; öyle değil mi? İnsân bazen üstâdını rüyâda görür de, O’na, içinden çıkılması zor bir mes’ele sorar da üstadı kendisine o mes’eleden çıkışın yolunu gösterir; öyle değil mi? Oğul, bazen babasını rüyada görür de, babası ona gömülen bir defînenin yolunu gösterir; öyle değil mi? Câlinos (İsimli eski bir hekîm/doktor) “ben hastaydım; kendimi tedâvî etmekten âciz kaldım da, rüyâda tedâvînin nasıl olacağını bana öğreten birini gördüm,” dedi; öyle değil mi?…[1] (Tefsîr’den nakil bitti.)
—————————————-
Râzî, El-Metâlibu’l-Âliyye’deNe Dedi?:
—————————————-
Fahr-i Râzî el-Metâlibu’l-Âliyye’de, -ki bu kitâb, Akâid’e dâir yazılan en kıymetli kitâblardandır- Yedinci Kitâb’ından Üçüncü Makâle’nin Onuncu Faslı’nda şöyle diyor:
“İnsan bazen ölen babasını ve anasını rü’yâsında görür ve onlara bir takım şeyler sorar. Onlar da kendisine (doğru) cevâblar verir. Bazen de ona hiç kimsenin bilmediği bir defînenin yerini gösterirler.”
Râzî sonra şöyle dedi:
“Ben ilk ilim öğrenmeye başladığımda çocuktum ve “Başlangıcı Olamayan Hâdisler”/"Sonradan Olma Kadîm Şeyler" bahsini okuyordum. Rüyâmda babamı gördüm. Babam bana şöyle dedi: (Bu mes’elede), delîllerin en güzeli şöyle denilmesidir: Hareket bir hâlden bir hâle intikâldir. O da mâhiyyeti îcâbı başka şeyden sonra olmasını gerektirir. Ezel (kadîmlik/öncesi olmamak) ise başka şeyden sonra olmamayı gerektirir. O yüzden bu iki şeyin (başka şeyden sonra olmak ve başka şeyden sonra olmamanın) bir araya getirilmesinin imkânsız olması gerekir. (Babasından Yaptığı Nakil Bitti.) Açık olan o ki, bu tarz bir cevâb bu mes’elede söylenen her şeyden daha değerlidir.[2]
Gene işittim ki, Şâir Firdevsî, Sultan Mahmud İbn-i Sübüktek’in nâmına yazdığı “Şâhnâme” isimli kitâbı tasnîf ettiği, (Sultân kendisine) gerektiği gibi hakkını vermediği ve bu kitâba yakışır şekilde O’nu gözetmediği zaman canı sıkıldı ve Rüstem’i rü’yâsında gördü. Rüstem, O’na, bu kitâbta beni çok övdün. Oysa ben ölüler arasındayım. Hakkını ödemeye gücüm yetmez. Ancak sen falanca yere git ve orayı kaz. Zîrâ, şübhen olmasın ki orada defîne bulacaksın; o defîneyi al, dedi. Bu yüzden Firdevsî, “ölümünden sonraki Rüstem, yaşayan Mahmûd’dan daha cömerttir,derdi.”[3](Bitti.)
Râzî, bu Makâle’den On Beşinci Fasıl’da da delîlleri serdettikten sonra şöyle dedi:
“İşte bunlardan dolayı, bedenden ayrıldıktan sonra nefsin, cüz’îleri bilebileceğine kesin inanmak lâzım. Bu Âhiret mes’elelerinde kıymetli bir temel kâidedir.[4](Bitti.)
—————————————-
Râzî, Bu husûsta Aynı Kitâbda Başka Ne Dedi?
—————————————-
"Ölüden ve Kabirlerin Ziyâretlerinden Nasıl Faydalanılacağının Açıklaması ve Îzâhı" Hakkında On Sekizinci Fasıl: Pâdişâhların büyüklerinden birisi -ki O, Melik Muhammed b. Sâm İbnü’l-Huseyn el-Ğavrî’dir- bu mes’ele hakkında bana süâl sordu. O, gidişâtı güzel, yolu makbûl, âlimlere meyli şiddetli, dîndâr ve akıllıların meclislerine rağbeti kuvvetli olan bir zât idi. Ben de bu husûsta bir risâle yazdım. Şimdi de burada o risâlenin hulâsasını anlatıyorum ve şöyle diyorum:
Bu husûsta konuşmak için bir takım mukaddimeler(e ihtiyâc) vardır:
Biz, insan nefislerinin bedenlerin ölümünden sonra bâkî olduğunu ve bedenlerinden ayrılan o nefislerin, bedenlerine bağlı olan nefislerden bazı yönleri ile daha güçlü olduğunu göstermiştik.
Bedenlerinden ayrılan nefislerin, ayrılmayanlardan bazı yanlardan daha güçlü olmaları şundandır: O nefisler bedenlerinden ayrılınca perde yok olup ğayb âlemi ve Âhiret konaklarının sırları onlara açılır. Bedenlerdeyken bürhânlarla/kesin delîllerle bilinen bilgiler, bedenlerden ayrıldıktan sonra, zarûrî (delîle muhtaç olmadan herkesin bilebileceği) hâle gelirler. Zîrâ, nefisler bedenlerde meşakkat ve örtü altında idiler. Bedenler yok olunca, kalmayınca o nefisler açıldı, ışığa çıktı ve parıldamağa başladı; bedenlerden ayrılan nefisler için bir nevi üstünlük hâsıl oldu. Bedenlerdeki nefislerin de başka bir yönden bedenlerden ayrılan nefislerden üstün oluşları ise şundandır: Çünkü kesb/kazanma ve taleb etme âletleri, birbirine eklenen fikirler, birbirine takip eden görüşler vâsıtasıyla kalıcıdırlar ve her bir gün yeni bir ilim elde etmektedirler. Bu hâl ise bedenlerden ayrılan nefislerde yoktur.
Nefislerin bedenlere bağlı oluşu şiddetli bir aşk ve tastamam bir sevgiye benzer. Bu sebeble bu dünyada elde etmeyi istedikleri her şeyi, hayır ve rahatı bu bedene ulaştırmak için isterler. O halde -Nefs-i Nâtıkaların olup biten teferruâtı bilebileceklerine ve ölümlerinden sonrada bu idrâk ile sıfatlanmış olarak kalacaklarına dâir görüşü müdâffa ettiğimizi göre- insan ölüp nefis bedenden ayrılınca bu meyil (gene de) kalır ve bu aşk yok olmaz. Bu nefisler o bedenlere büyük bir meyil ve büyük bir çekici (cezbedici) hâlde kalırlar.
Bu mukaddimelerden (anlatılmak isteneni) anladıysan, şöyle deriz: İnsan, nefsi kuvvetli, cevheri kâmil ve te’sîri şiddetli bir kişinin kabrine gider, orada bir zaman durur ve nefsi o türbeden te’sîrlenirse -ki, sen ölünün nefsinin o türbeyle bir bağlantısı olduğunu bilmiştin- işte o zaman diri ziyâretçinin nefsi ile ölünün nefsi için o türbe üzerinde bir araya gelme sebebi ile bir karşılaşma meydana gelir. Böylece o iki nefis, her birisinin şuası diğerine aksedecek şekilde yerleştirilen, net gösteren iki aynaya benzer hâle gelirler. Böylece o diri ziyâretçinin elde ettiği delîllerle kazanılan ma’rifetler, kazanmakla elde edilen ilimler, Allah celle celâlühû’nun önünde eğilmek ve Allah celle celâlühû’nun hükmüne razı olmak türünden olan üstün ahlaktan o ölünün rûhuna akseder. O ölen kimsenin de nefsine hâsıl olan, kâmil parlak ilimlerden bir nûrdan da o diri ziyâretçinin rûhuna akseder. Bu yolla da o ziyâret edilen ve edenin rûhu için en büyük fayda ve en yüce güzellik hâsıl olmasına sebeb olur.
Kabir ziyâretinin meşrû’ olmasındaki aslî sebeb(lerden biri) işte budur. Bu ziyârette, bahsettiğimizden daha ince ve gizli daha başka sırların da hâsıl olması ihtimâlden uzak değildir. (Râzî’den nakıl bitti.)[5]
—————————————-
Allâme Sa’deddîn Teftâzânî Ne Diyor?
—————————————-
Allâme Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd’da, -ki bu kitâb temel Usûlüddîn (akâid) kitâblarındandır- ikinci cüz otuz üçüncü sahîfede felsefecilere cevâb verirken şöyle diyor:
Felsefecilere göre, cüz’îlerin idrâk edilmesi (algılanması) sûretin âletlerde hâsıl olmasına bağlı bir şart olunca, nefsin (bedenden) ayrılması ve âletlerin kalmaması anında şartın yok olması ile meşrûtun (şarta bağlı olarak var olanın) yok olması zarûretinden (kaçınılmazlığından) dolayı cüz’îleri[6]idrâk ede(bile)cek şey de kalmaz.
Bize göre de âletler cüz’îlerin idrâkinde, ya bu (idrâkin) ne nefiste ne de histe sûretin hâsıl olması ile olmadığından veya cüz’înin sûretinin nefiste şekillenmesi imkânsız olmamasından dolayı şart olmaması, hattâ İslâmın kaidelerinden açık olanın bu olması sebebiyle, nefsin bedenden ayrıldıktan sonra cüz’î idrâkleri, diri olanların, bilhassa (onlardan) dünyada kendileri ile ölü arasında tanışıklık olanlarının hâllerinin cüz’îlerinden bazısını bilmesi sâbittir. Kabir ziyâreti ve hayırların inmesi, musibetlerin de savulması isteklerinde, ölülerden hayırlı nefislerle olan istiâne (yardım isteme) ile, işte bundan dolayı faydalanılır. Zîrâ nefsin (bedenden) ayrılmasından sonra beden ve bedenin gömüldüğü türbe (kabir) ile bir tür bağlantısı, alâkası vardır. O yüzden diri olan o kabri ziyâret ettiği vakit, iki nefis arasında buluşma ve feyz alıp vermeler olur…[7]
Kısacası velîlerin kerâmetleri az kalsın nebîlerin mu’cizelerinin ortaya çıkmasına katılıyordu.[8] Kerâmetlerin inkâr edilmesi bid’atçiler ve hevâların sâhibleri için şaşılacak bir şey değildir. Zîrâ bunu, ibâdet işlerinde çaba sarf etmeleri, kötülükler(in bazısın)den kaçmalarına rağmen, kendilerinde asla görmediler. Bir şey üzere olduklarını iddiâ eden önderlerinden de işitmediler. Bu yüzden, kerâmet sâhibi Ehlüllâhın derilerini parçalayarak ve etlerini ısırarak aleyhlerine düştüler. Onları ancak, “mutasavvıf câhiller” diye isimlendirerek, meşhûr olan“ben onlara bol bol söğdüm, sövmekten bir şey bırakmadım; ama onlar develeri aldılar götürdüler (malı götürdüler)”[9]atasözü altına oturdular. Onları ancak,“bid’atçılar arasında olan kişiler”sayıyorlar. Bilmediler ki, bu işin binası, akîde berraklığı, sır paklığı, tarîkat izince gitmek ve hakîkati seçmek üzerinde kuruludur.”[10] (Taftâzânî’nin sözü bitti)
İmâm Kevserî şöyle diyor: Bu büyük İmâmın, kerâmet sâhibi ehlüllâh hakkındaki sözü işte budur. Hâlbuki O’nun tasavvufla herhangi bir bağı ve bağlantısı da yoktur. Bunda, Ümmet’in seçkin kişilerinin kanını yalamayı âdet edinenler için bir ibret vardır…
—————————————-
Allâme Seyyid Şerîf Cürcânî Ne Diyor?
—————————————-
Allâme Seyyid Şerîf Cürcânî, el-Metâli’ üzerine yazdığı Haşiye’sinin başlarında, Kitabı şerheden (Kudbuddîn er-Râzî’n)in, kitâbın[11] (Metâli’ Şerhi Levâmi’u’l-Esrâr Şerhu Metâli’i’l-Envâr’ın) başlarında,[12] Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ve âline salât etmenin yönünü (ve îzâhını) ve feyz elde etmede onlarla tevessül etmeye olan ihtiyacın şeklini açıklarken şöyle dedi:
Eğer,bu tevessül, rûhlar bedenlere bağlı olduklarında tasavvur edilebilir, onlardan ayrıldıklarında ise düşünülemez. Zîrâ, artık bu durumda münâsebeti gerektiren hiçbir şey yoktur, dense, (Şöyle) deriz:O’na (bunu söyleyene cevâb olarak) şu yeterlidir: Onlar, (Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ve âli’nin rûhları) yüksek bir himmetle nâkıs nefisleri kâmil hâle getirmeye yönelik kimseler olarak bedenlere bağlıydılar. Onun (bu özelliklerinin) eseri onlarda bâkidir. İşte bundan dolayı, kabirleri de ziyâret etmek, birçok nûrların onlardan ziyâretçilere akmasını hazırlayan(bir sebeb)dir. Nitekim bunu basîret sâhibleri müşâhede etmektedirler.[13] (Cürcânî’nin sözü bitti.)[14]
Basîretsizler ise, İslâmî hassâ-siyyet iddiâsıyla, ölümle her şey biter düşüncesindeki müşriklerle nerdeyse aynı istikâmette ilerlerler.
—————————————-
İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye Ne Diyor?
—————————————-
Ehl-i Sünnet akîdesi noktasında affedilmez şâzzları bulunan İbnu’l-Kayyim bu husûsta insâflı hareket ediyor; Ehl-i Sünnet’e muhâlefet etmeyip hakkı i’tirâf ediyor. Taraftarlarına lâzım olur düşüncesiyle O’nun ne dediğini de buraya alalım.
İbnu’l-Kayyimer-Rûh isimli kitâbında[15] şöyle diyor:
Bedenin esîrliğinden, bağlarından ve engellerinden kurtulan rûhun, zelîl bedenin bağlarında ve engellerinde hapsolunan rûhta olmayan, tasarruf güç, nüfuz, himmet, hızla Mevlâ’ya yükselmesi ve Allah’la alâkası vardır. Bedeninde mahbûs iken (rü’yâdayken) bu olursa, ya ondan sıyrılıp ayrılınca, güçleri kendinde bir araya toplanınca ve de (bedene girmeden evvel rûhlar âlemindeki) ilk vaziyetinde de yüce, pak, büyük ve yüksek himmet sâhibi olunca nasıl olur? İşte bu rûhların bedenden ayrılınca başka bir hâli başka bir işi vardır.
Rûhların, bedenlerindeyken ben-zerlerine güç yetiremeyecekleri şeyleri ölümlerinden sonra yaptıklarına dâir insanoğlunun çeşitli sınıflarında görülen rü’yâlar tevatür ede gelmiştir. Bir, iki, az bir sayı ve benzeri ile çok sayıda askerleri bozguna uğratmak gibi… Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, Ebûbekir ve Ömer radı-yellahu anhumâ, nice kez rü’yâda görülmüştür ki, rûhları küfr ve zulüm ordularını hezîmete uğratmışlardır. Bir de bakılmıştır ki, küfür orduları -sayılarının çokluğuna ve mü’minlerin zayıflığına ve azlığına rağmen- mağlup olmuşlar ve kırılmışlardır. (İbn-i Kayyim’in sözü bitti.)
İbn-i Kayyım, ibâdet ve ittibâ’ ile yücelen ve bedenin esaretinden kurtulup Allaha yükselen rûhların tasarruf güçlerinin bedenin esîri sufli rûhların güçlerinden daha çok olacağını ifâde etti. Bundan hareketle, bedenin esâretinden tamamen kurtulan, bu arada, rûhlar âleminde de zâten ulvî olan rûhların çok daha güç ve nüfuz sâhibi olabileceğini de ortaya koydu. Sonra, Kur’an ve Sünnet’in ifâdeleriyle, Husûsan onlar/Mü’minler içün dünya ve Âhiret’te büşrâ/müjde var[16]olduğu haber verilen sâlih rü’yâlarla bunun müşâhede edildiğine dikkat çekti.
Bu kadarı mü’minler için yeterlidir. İnanmayacaklara bütün âyetler ve mu’cizeler de yetmez.
Hüseyin AVNİ


[1] Fahruddîn-i Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr:11/31 (Nâziât:5. âyetin tefsîri)
       [2] Bazı felsefeciler ile İbn-i Teymiyye ve gölgeleri İbn-i Kayyım ve diğerleri, "bazı hâdislerin/sonradan yaratılan eşyânın/varlıkların aynı zamanda Kadîm/ezelî olduğunu", yani onların hem “yaratılmış” hem de “kadîm” ve “ezelî” olduğunu iddia etmişlerdir. Allah celle celâlühû’yu hâşâ hiçbir zaman koltuksuz bırakmamak için Arş’ın aynı zamanda hem mahlûk yani yaratılmış hem de kadîm olduğunu iddia etmişlerdir. Bir yandan felsefecilere karşı nasslardan yana mücâdele ettiklerini iddia edip mü’minleri yanıltırlarken diğer yanda felsefecilerin kuyruklarına takılmışlardır. Halbuki böyle bir iddia saçma bir iddiadır. Bir şeyin, hem “hâdis” olması hem de “evveli olmayan”/“Kadîm” olması İmkânsızdır. Geniş bilgi için, İmâm Sübkî‘nin "esSeyfu’s-Sakîl”ine ve ona İmâm Kevserî tarafından yazılan hâşiyesi “Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim”e bakılsın.
 
[3] EL-Metâlibu’l-Âliyye:7/228
[4] EL-Metâlibu’l-Âliyye: 7/261-262
[5] EL-Metâlibu’l-Âliyye: 7/275-277
[6] Âlemde var olan şeylerin ayrı ayrı olarak her birini
 [7] Sa’düddîn et-Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd: 3/338 Kitâbın tahkîkını yapan edebsiz câhil ise bu işin Allah Teâlâ
     tarafından yasaklanan bir şirk olduğunu söylerken Allah’dan korkmamanın yanında kullardan da utanmıyor. Öyle ya
     ona göre -hâşâ- bir müşrik olan Teftâzânî’nin kitâbını tahkîk edip neşretmekle maddî menfaati ön plâna çıkarıyor.
[8] Hattâ, “az kalsın”ı, “neredeyse”si yok, İmâm Nesefî ve bir çoklarına göre “velîlerin kerâmetleri bağlı oldukları nebî 
   lerin mu’cizeleridir”.
[9]Evsa’tühüm sebben ve evdev bî’l-ibili” “ben onlara bol bol sövdüm, sövmekten bir şey bıtrakmadım; ama onlar da develeri (malı) aldılar götürdüler” sözü, bir Arab darb-ı meseli/atasözü olup hikâyesi şöyledir: Arablardan adamın birinin develerine baskın yapılmış ve develer alınıp götürülmüş. Gözden kaybolduklarında bir tepeye çıkmış ve onlara sövmeye başlamış. Kavmine döndüğü zaman, ona malını sormuşlar. O da bunun üzerine yukarıda geçen sözü söylemiş. (Meydânî, Mecma’u’l-Emsâl: 3/426, md.4360)
[10] Sa’düddîn et-Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd: 5/75 (Âlemü’l-Kütüb)
[11] Makâlat’tâ, “kitâb” matbaa hatası olarak “kütüb”/kitablar şeklinde basılmıştır; hataya düşülmesin.
[12] Levâmi’u’l-Esrâr Şerhu Metâli’i’l-Envâr: Bir baskısında:5, başka bir baskısında: 6-7
    Kudbuddîn er-Râzî, şu eserinde hem “tevessül”u hem de “isti’âne”yi zikredip müdâfaa ediyor.
[13] Seyyid Alâ Şerhi’l-Metâli’: Bir baskısında:17, başka bir baskısında:19
14 Yukarıdaki üç büyük İmâm, Râzî, Teftâzânî ve Cürcânî’den aktarılan ifâdeler, önce İmâm Kevserî’nin Makâlât’ından (382) kısaltılarak nakledilmiştir. Daha sonra asıl me’hazlara varılmıştır. Onun verdiği me’hazların/kaynakların kimileri yazma, kimileri de eski baskı olduğu ve kimi yerleri rakamla vermediği için me’hazları zamânımızda basılan kitâblardan gösterdik.
 
[15] İbnü’l-Kayyim, Er-Rûh: 237
16 Yûnus: 64
PDF'e AktarYazdır

BİR CEVAP BIRAK

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen buraya isminizi yazın