PAYLAŞ
PDF'e AktarYazdır
Hüseyin AVNÎ

اَعُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم
اَلْحَمْدُ الِلّهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَأَلِه اَجْمَعِينَ

Bundan sonra…
Birinci makâlemizde de değişik bir biçimde işâret ettiğimiz gibi Râbıta, yüz elli-ikiyüz sene içinde ortaya çıkan yeni bir amel değildir. Müctehidler, müfessirler, muhaddiser, akâid ve kelâm âlimleri ve Allah celle celâlühû’nun diğer dostları büyük insanların zaman ve zemîninde, bir çok müfessir, muhaddis ve akâid veya kelâm âlimi tarafından dahî bin seneyi aşkın bir zamandır, hattâ Şemâil kitâblarından da anlaşıldığı üzre Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim asrından beri yapılmaktadır. Buna rağmen şu büyük zâtlardan buna hic bir i’tirâz gelmemiştir. Câhiller ve sapmışlar tarafından münker hattâ şirk olduğu iddiâ edilen Râbıta’ya hakîki ma’nâsıyla din bekçileri olan şu büyük zâtların susmuş olmalarının imkânsız olduğunu her bir akıllı mü’min kabûl ve teslîm eder. Öyleyse Râbıta’nın gayr-i meşrû bir iş olduğunu iddiâ edenler bu zâtların onu inkâr ettiklerini isbât mecbûriyetleri de vardır. Zîra, Râbıta onunla amel edenlerin Kitâb ve Sünnet’den delîlleri olmadığı farzedilse bile, en azından Örf esâsına dayanmaktadır. İslâm ulemâsının Sükûtî İcmâ’Ina mazhar olmuş, âlim ve sâlihlerden büyük bir cemâatin örfü… Örfün İslâm Fıkhındaki yerini ise, değil âlim olanlar aklı başında hiçbir kimse inkâr edemez. Öyleyse delîl getirmek önce Râbıtayı kabûl etmeyen ve inkâr edenlere düşer. Çünkü bazı inkârlar iddiâdır, da’vâdır; ki, bu Râbıta inkârı da onlardandır. Şu münkirlerin Râbıta’nın câiz olmadığına dâir delîlleri nedir?… Bırakın bir âyeti, zayıf da olsa tek bir hadîsi delîl olarak getiremezler. Nitekim getirememektedirler. Getirdik dedikleri delîller, Râbıtayla uzaktan yakından hiçbir alâkası olmayan şeyler; Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’e yapılan katıksız iftirâlar… Esâsen onların çoğuna bu husûsta çene yormaya da lüzûm yoktur. Lâkin şunların ard niyetli olmayanları ve diğer samîmî mü’minlerin yaptıklarını alâ basîretin/görerek ve bilerek yapmaları için diyoruz ki; Râbıta, meşrû’luğu, Kitâb, Sünnet, İcmâ’ ve Kıyâsla, sâbit bir ameldir. Vesîle ve Tevessül delîllerinin hepsi Râbıta’nın da delîlleridir. Zîrâ, Râbıta, tevessül çeşitlerinden biridir; Allah celle celâlühû’nün zikrine vesîle ve tevessül… O hâlde, burada getireceğimiz delîller, daha çok Râbıta Tevessülü’ne âid delîller olacaktır.

Kimi iyi maksadlı âlim ve fâzıl kardeşlerimiz de Râbıta’ya Kur’ân’dan ve Sünnet’den delîl aramanın boşuna olduğu meâlinde sözler sarf ederken, ibâresi veyâ mantûku ile Râbıta’ya delâlet eden delîlleri kasdediyorlarsa, da’vâları belki kabûl görebilir; hiç kimse mentûkuyla veya ibâresiyle olan bir delîl bulunduğunu iddia etmemiştir. Yok, eğer, işâreti, delâleti veya iktizâsı veya kıyâs yolu ile vâsıtalı olarak Râbıta’yı gösteren âyetler ve hadîslerin bulunmadığını söylüyorlarsa, bu iddia kat’iyyen bâtıldır. Nitekim esâsen açık olan bu bâtıl oluş getireceğimiz delîller ile daha da açıklık kazanacaktır. Bir de önceki makâlemizde Râbıta için serdettiğimiz ve dayandığımız on Usûl-i Fıkıh kâidesinin delîlleri olan delîller de umûmât olarak Râbıta’nın meşrû’luğunun delîllerdir. Nitekim müctehîdlerimizin, bir çok fıkhî mes’eleye dâir getirdikleri sem’î delîllerin ekserisi umûmât olmaları haysiyyetiyledir.
Mâdem ki Râbıta için, dört Şer’î delîlimizin bulunduğunu söylüyoruz, bahsimizi dört esasta ele alacağız: Birinci Esâs, Râbıta’nın Kur’ân’dan delîlleri, İkinci Esâs Rabıta’nın Sünnet’ten Delîlleri, Üçüncü esâs, Râbıta’nın İcmâ’ Delîli, Dördüncü Esâs da Râbıta’nın Kıyâs Delîlleri…
Birinci Esas
Râbıta’nın Kur’ân’dan Delîlleri
Şurada inşâellah, Râbıtayı da içine alacak geniş mânalı üç âyet getireceğiz.
Birinci Âyet: “O’na (yaklaşmaya ve varmaya) vesîleyi arayınız.”[1]
Âyette, hâslık veya tahsîs, yani belli bir tahdîd/sınırlandırma yok… O hâlde, aranılabilecek vesîleler, hükümleri Farz,[2] Vâcib, Sünnet, Müstehab, Mendûb ve Mübâh olan vesîleler olabilir. Öte yanda Mekrûh ve Harâm[3] vesîleler dahî varsa da, Kitâb, Sünnet, İcmâ’ veya Kıyâsla sâbit olan mekrûh ve harâm vesîleler (vâsıtalar) ile Allah’a yaklaşılamaz.
Kitâb, Sünnet, İcmâ’ ve Kıyâsla sâbit olan farz, vâcib, sünnet, müstehab, mendûb ve bir kısım mubâh vesîleler aranması bu âyet içine girer. Hakkında lehte ve aleyhte delîl bulunmayan mubâhlar da, ameller sadece niyetlerledir ve kişi için niyet ettiği vardır hadîsi gereğince kimi zaman mendûb veya mustehab olurlar. Yani, farz, vâcib, sünnet, mustehab ve mendûb vesîleler yanında, mübâh vesîleleri niyetlerimiz ile Allah’a yaklaşmağa sebeb yapabiliriz. Bunların sınır ve sayısı olmaz… Yerine göre yalnız yaşamak… şartlarına uyan uzlet… Şer’î ölçüler içerisinde kırlarda gezinmek…kuvvetten düşmeyecek derecede az yemek… mübâh nimetlerden şükretmek için yemek, hesabından kurtulmak için mübâh nimetlerden uzaklaşmak…riyâsız ve kibirsiz olaraknûrânîlik kazanmak ve hikmet elde etmek için mübâh sözleri sarf etmemek vb… Hâsılı, ibâdetlerinize vâsıtalı vâsıtasız yardımı olacak her mübâh araç bu haysiyetlerle meşrû’ vesîlelerdendir. Dolayısıyla, bunun neresi Râbıta delîli? diyenler, sâdece kendi câhillik ve geri zekâlılıklarını ele vermiş olurlar.
İkinci âyet: “Ve sadıklarla beraber olunuz.”[4]
Nerede beraber olunuz? Tahdîd/sınırlandırma getirilmemiş… O hâlde beraber olma yerleri hükmü umûmîdir/geneldir. Ancak, delîllerle sâbit olan mekrûh ve harâmlarda beraber olmak bunun dışındadır. İnançta, düşüncede, amelde, ihlâsta, sevinçte, tasada, mekanda… hissen, hayâlen… farz, vâcib, sünnet, mustehab, mendûb, mubâh beraber oluşlar… Hepsi… Nâmütenâhî ferdleriyle geniş bir dâire teşkil eden mübâhları, illet benzerliğine binaen farzların, vâciblerin, sünnetlerin, mustehabların, mendûbların altına kıyâsla dahil edilebilecek ve onların hükmünün benzerlerini alabilecek beşere göre neredeyse sınırsız ferdleri sınırlandırırken Allah’a iftirâ edip yetkisini gasbeden, böylece, Allah’ın indirmediğiyle hükmeden, dolayısıyla, ma’lûm vasıfları kazanan insan olmaktan korkmaz mısınız?
Eşyada aslolan ibâhedir hükmüne göre, hakkında harâmlığına delîl bulunmadıkça, meskûtün anh[5] olan bir şeyin mübâhlığına hükmederek, eşyada aslolan tevakkuftur[6] diyenlere göre, meşrû’luğuna veya gayr-i meşrû’luğuna delîl bulunmadığından, eşyada aslolan harâmlıktır diyenlere göre de, mübâhlığına delîl bulduğunuzdan[7] mübâh beraber oluşları sınırlandırıp tırpanlamamanız lâzımdır. Ancak, açık bir hakîkattir ki ey Râbıta inkârcıları, sizin elinizde hiçbir ilmî delîl yoktur. Âyetin ibâresiyle yetinip, onun işâreti, delâleti veya iktizâsı ile bilinebilecek beraber oluşlara karşı çıkmak, olsa olsa ya cehâlet ya da hıyanet mahsûlüdür… Hem dili, hem de dîni bilmemekten, yâhud hem dile, hem de dîne hâinlik yapmaktan doğmuştur…
Evet, âyetteki beraber olunuz emri, tenezzül edilip en azından ibâhî (mübâhlık bildiren) emir olduğu dahî göz önünde bulundurulduğu farzedilse bile, bütün mübâh beraber oluşları da içinde bulundurur. Elverir ki, ameller ancak niyetlerledir; kişi için sadece niyyet ettiği vardır[8] hadîsince, meşrû’ ve güzel bir maksadla yapılsın… Kaldı ki bu emrin îcâb ettirdiği hüküm bir çok noktalarda -aslı bakımından- vâciblik, bazı noktalarda ise -hâricî delîller sebebiyle- mübâhlık ise de, Râbıta her iki uçta bulunmayıp ortada yer alır. 
Üçüncü Âyet: “Kim Allah’a ve Resûlüne itâat ederse, onlar, Allah’ın ni’metlendirdiği nebîler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar da arkadaşlıkları (kendileriyle arkadaş olmak) ne güzel kişilerdir.”[9]
Taberânî, zararsız bir isnâdla, Hz. Aişe radıyallâhu anha’dan rivâyet etti: Ashâb’dan bir adam Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve, “ya Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem!.. şübhesiz ki sen bana, elbette canımdan da daha sevgilisin; şübhe yok ki sen bana elbette çocuklarımdan daha sevgilisin; ve şübhe yok ki ben, elbette evde oluyor ve seni hatırlıyorum da sabredemiyorum; tâ ki geliyorum da sana bakıyorum. Ölümümü ve ölümünü hatırladığımda anladım ki sen cennete girdiğinde nebîlerle beraber (yüksek mertebelere) yükseltileceksin ve ben de cennete girdiğimde seni göremeyeceğimden korktum.” Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem bir cevâb vermedi. Nihâyet Cibrîl aleyhisselâm ona bu âyeti indirdi.[10]
Bir kâideyi Hatırlatalım:
Bir âyetin sebeb-i nüzulunun hâss olması lafzının ma’nâsının umûmî oluşuna mâni’ olmadığı[11]Ehl-i Hakk olan Ehl-i Sünnet’in Kur’ân-ı Kerimi anlamadaki temel kaidelerindendir. Evet, iniş sebebi mukteza-i hâl’in[12] bilinmesinde çok mühim olduğundan, âyetin anlaşılmasında büyük bir yardımcı olur. Ancak âyetin ma’nâsı her zaman onunla sınırlı değildir.
Buna göre âyet, Allah celle celâlühû’ya ve Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’e itâat edenlerin (Âhirette) nebîlerle beraber olacağını haber verdiği gibi, dünyada da beraber olacağını, olması îcâb ettiğini[13] dahî haber vermiş veyâ taleb etmiş olabilir. İtâat ölçüsünde onlarla beraber olacaklarını haber veriyor, bir nisbette beraber olmalarını istiyor olabilir… Hâsılı, ihbârî[14]olan bu cümle ile, inşâî ma’nâ[15] ifâde edilmiş de olabilir. Yani onlarla beraber olsunların en güçlü anlatılış biçimlerinden biriyle…
Kişi sevdiğiyle beraberdir[16]hadîsi de böyledir. Âhirette beraber olacağı gibi dünyada da beraber olur… Yahut beraber olsun gibi… Nasıl bir beraberlik?.. Îmân beraberliği… Zihniyet ve düşünce beraberliği… Amel[17] beraberliği… Hissî beraberlik… Yani, maddî olarak aynı yerde olma beraberliği.
Cemaatte hazır olmanın ecrinin tek başına kılınandan kat kat büyüklüğü nereden geliyor, hicret etmeyenlere vaad edilen azâb nedendir dersiniz?… Maddi olarak bir yerde bulunulacak ama bu yetmiyor. Maddi olarak sâlihlerin yanında bulunup günahları işlemek sûretiyle ma’nen onlardan uzak olmak da elbette doğru değildir.
“..(Hakîkî ma’nâda) Hicret eden de, Allah celle celâlühû’nun yasakladığını terk eden (ve ondan uzaklaşan) kimsedir.”[18]
Bütün bunların yanında hayâlî olarak, yani, onları hep aklında tutarak, unutmayarak, nebîlerle aleyhiselâm, sıddiklerle, şehîdlerle ve sâlihlerle beraber olmak, beraber olmanın kemâlinden değil midir? Değilse, neden? Bunu, şu âyetin ma’nâsının umûm’un-dan (genelinden) dışarı çıkartacak delîliniz nedir? Biz bu çeşit beraber oluşun da başka bir çok nass ve aklın yardımıyla bu âyetin geniş çerçevesi içinde olduğunu söylüyoruz. Ya sizin şu âyetin işareti, değilse delâleti, değilse iktizasıyla bu ma’nâyı göstermediğine dâir delîliniz nedir? Yoksa size vahiy mi geliyor?
İkinci Esâs
Râbıta’nın SünnetDelîllerinden Bir Kısmı
Burada, inşâellah, bu bahisle de değişik mertebelerde alâkalı olan yirmi üç hadîs getireceğiz; bunlar umûmlarıyla Râbıta‘yı da içine almaktadırlar.
Birinci Hadîs: Kim, bir şeyden bir fayda elde ederse, ona sarılsın, ondan ayrılmasın.[19]
İkinci Hadîs: Kim bir şeyde rızıklandırılırsa ondan ayrılmasın, ona sarılsın.[20]
Tebbîh: Tenezzül edip Râbıta’nın mubâh olduğunu kabûl etsek bile, milyonlarla müslümanın tecrübesiyle hayırlar görülen ma’nevî rızıklar elde edilen Râbıta’yı bırakmamak, ona sarılmak şu iki hadîse göre Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in emri olmuş olur.
Üçüncü Hadîs: “Kim İslâm’da güzel bir sünnet yaparsa/bir yol açarsa, onun için o yolun ecri ve kendinden sonra onunla amel edecek olanların ecri vardır…”[21]
Güzel bir sünnet îcâd etmek, yani güzel bir yol veya çığır açmak elbette mübâhlar çerçevesinde düşünülebilir. Yoksa Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem ve Ashâb’ının yolu zâten açılmıştı. O yolu yeniden açmak düşünülemez. Harâm veya mekrûh sâhada da zâten güzel bir yol açılamaz. O hâlde bu ancak mübâhlar ve ruhsatlar sahasında olabilir.
Râbıta’nın hiçbir delîli olmasa bile, onu inkâr edenler ve şirk görenler, yasaklığına dâir geçerli ve yeterli bir delîl bulup getirmedikçe, tecrübelerle bir çok hayırlara vâsıta ve sebeb olduğundan onun şu hadîsin umûmunun delâletiyle güzel bir amel olduğunu kabûl etmek zorundadırlar… Tabiî ki, Sünneti inkâr etmiyorlarsa… Hâsılı, şu hadîs, açılan güzel bir yeni çığırın sevâb getiren bir amel, yani ibâdet olduğunu açık bir biçimde göstermektedir.
Dördüncü Hadîs: Hiç şübheniz olmasın ki, Allah celle celâlühû bir takım farzlar yaptı, öyleyse onları zâyi etmeyiniz. Bazı şeyleri de harâm etmiştir, o hâlde onları işlemeyiniz. Bir kısım şeyler hakkında unutma olmaksızın, sizin için bir rahmet olarak bir şey söylememiştir, susmuştur, onları araştırmayınız, karıştırmayınız.[22]
Beşinci Hadîs: Allah celle celâlühûKitâb’ında neyi helâl yaptıysa,o helâldır.Neyi harâm yaptıysa, o harâmdır.Ne hakkında da sustu ise, o affedilmiş bir şeydir (mübâhtır). O hâlde Allah celle celâlühû’dan âfiyetini kabûl ediniz. Zîra Allah celle celâlühû hiçbir şeyi unutmaz. Sonra, Rabbin unutan değildir (unutmaz)[23] âyetini okudu.[24]
Şu iki hadîs de, Allah celle celâlühû’nün Kur’ân’da bizzât, Sünnet’te de Resûlü’nün diliyle vâsıtalı olarak açıkça veya örtülü olarak yasaklamadığı Râbıta’nın meşrû’ oluşuna yeterli bir delîldir. Aksini iddiâ edenler, inadçı veya câhil, yahud sapık değilseler iddiâları için yeterli bir delîl getirmedikçe buna teslîm olmaya mecbûrdurlar.
Altıncı Hadîs: “Ameller ancak niyetlerledir ve kişi için sadece niyet ettiği vardır…”[25]   
Tenbîh: Râbıta’nın meşrûluğu için, yine başka hiç bir delîl bulunmasa bile, şu kişi için niyet ettiği vardır hadîsinin umûmu yeter de artar bile…
Allâme Akkirmânî şöyle diyor: Âdetler, niyetlerle ibâdetler hâline gelebilir.[26]
Hâfız Bedruddîn el-Aynî, Şeyhi Hâfız Irakî’den şöyle dediğini naklediyor: Bereketlenmek maksadıyla şerefli mekânları, keza sâlihlerin ellerini ve ayaklarını öpmeye gelince, bu, maksad ve niyete göre güzel ve övülen bir şeydir.[27]İmâm Birgivî, Tarîkat-ı Muhammediyye’sinde ve Hamevî, Eşbâh Şerhi’nde, şöyle diyorlar: Mübâhlarla, taatlar için kuvvetlenmek yahut onlara ulaşılmak kastedilirse ibâdet olurlar. Yemek, uyumak, mal kazanmak ve (helal yollardan) cimâ’ etmek/cinsî ilişkide bulunmak gibi.[28]
Evet, mübâhlar iyi niyetlerle ibâdet hâline gelirler.
Ey Râbıta’yı inkâr edip onu işleyenleri müşriklikle ithâm eden edebsiz câhiller!.. Ey câhillik, ahmaklık, edebsizlik ve terbiyesizliğin ferîdi/biriciği her bakımdan karanlık zavallı!… Şu sözünü naklettiğimiz zâtların her birinin ilmi, irfânı, ameli ve takvâsı yanında sizin cirminiz nedir, hiç insafla düşündünüz mü? Filin ayağı dibindeki ince sarı karınca bile değil… Lütfen aklınızı başınıza toplayınız, tevbe ediniz, kâr edersiniz.
Yedinci Hadîs: İbn-i Mes’ûd, şöyle buyurdu: Müslümanların güzel gördükleri her bir şey Allah katında da güzeldir.[29]
Mühim Bir Tenbîh:Hakkında, aleyhte delîl bulunmayan mübâh bir işi Müslümanlar güzel görse, bu Allah katında da güzeldir. En kâmil, en nezîh, en muttekî, en zâhid, en âbid ve en zâkir mü’minler topluluğu, bir şeyi güzel görse, güzel bulsa?.. Şu hadîs ve onun vadisindeki delîllere istinaden fıkıhta Örf temeline dayanan nice hükümler vardır. Râbıta’nın hiçbir delîli olmasa bu hadîs dahî yeter de artar bile.
Ameller (yapılan işler) dinimize göre ya iyi, ya kötü, yahut ta mübâhtır. Buna göre,
İyi amelleri, iyi niyetler geçerli, sevab getiren, iyilikte dâim veya daha iyi, kötü niyetler iseya az sevablı, ya sevâbsız, ya geçersiz yahut kötü, niyetsizlik, bizâtihi ameli geçersiz yapar. Namaz, oruç ve benzerleri gibi. Amelin şartı olan ameli,yani amelin amelini sevâbsız, yapar. Abdest ve gusül gibi.
Kötü işleri, kötü niyetler ya kötülükte dâim, yahut daha kötü yapar. Kötü işleri, iyi niyet hiçbir zaman iyi yapmaz. Hattâ bazen daha da kötü yapar. Meselâ sevab olsun diye günah işlemek gibi… Harâmı ibâdet maksadı ile yapmak küfürdür. İyi niyet, kötü işleri bazen de daha az kötü yapabilir. Domuz olduğunu zannederek adam öldürmenin günahı yoksa da diyet kul hakkı olduğu için vardır. Kötü işleri niyetsizlik bazen olduğu hâlde kötü bırakır, bazen de daha hafîf kötü yapar.
Ne iyi, ne de kötü, yani, mübâh olan bir ameli, fiilen başka kötülüklere sebeb olmamak şartıyla, iyi bir niyet, iyi ve sevâb getiren, yapar. Mübâh ama güzel ve kıymetli bir elbiseyi, üzerinde Allah’ın ni’metinin eseri gözükmesi maksadıyla giymek, hesabından kurtulmak, yahut, bulunmayanları kıskandırmamak maksadıyla giymemek gibi. Kötü bir niyet de, kötü ve günah getiren bir amel yapar. Aynı elbiseyi, hava atmak ve böbürlenmek için giymek, yahut, zâhidlik ve âbidlik taslamak için giymemek gibi.
Gerçi, i’tirâf etmeliyiz ki, Mübâhların kötü niyetlerle kötü olmaları ne kadar mümkin ve kolaysa, iyi niyetlerle iyi olmaları, o ölçüde zor, hattâ, bazen, daha da zordur. Zîrâ, fiilen başka kötülüklere âlet olmayacakları kolay tesbît edilemeyeceğinden, iyi niyet silahını mübâhlarda kullanmak çoğu zaman kâr getirmediği gibi, bazen yan zararlar da getirebilir. Bu silah, ancak ilim sâhible-rince kullanılabilir. Çocuk ve delîler veya onların mertebesindekilerce değil. Bir daha tenezzül edip diyelim ki, Râbıta mübâhtır. Lâkin vesvese ve gafletin giderilmesinde işe yaradığı tecrübe ile sâbittir. O niyetle bu mübâh işi işliyor ve maksadımıza ulaşabiliyorsak, bu iş sevâb olur.
Bir ahmak çıkar da, putlara ibâdet etmek, onları Allah celle celâlühû’ya yaklaşmaya vesîle etmektir./Bir kimseye yapılan Râbıta da Allah celle celâlühû’ya yaklaşmağa bir vesîledir./Öyleyse Râbıta da Râbıta yapılana bir ibâdettir, gibi bir kıyâs veya benzetme yaparsa… Bu, her ikisi de yuvarlak teker gibidir,diye, açlar tarafından ekmeği, tezeğe benzetmekten daha büyük bir ahmaklık, köpeğin, açlığından ötürü, yıldızı, kemik gibi görmesinden de öte bir şey olur…
Sekizinci Hadîs: “Şübhesiz ki, Allah celle celâlühû günâh kıldıklarının işlenmesini nasıl sevmez çirkin bulursa, (iyi ve sâlih maksadlarla işlenecek olan ve bazen azîmetlere vardıracak olan) ruhsatların da işlenmesini sever.”[30]
Bu ruhsatlar, nasslarla bildirilmiş olabileceği gibi, nassların lehte ve aleyhte bir şey söylememesiyle de sâbit olabilirler. Hele, ibâdetlere basamak ve merdiven yapıldıkları takdîrde, ruhsatların mendûb olacağını bilenler bilir. Mübâhların iyi niyet ve maksadlarla ibâdet hâline geleceğini biraz önce âlimlerden öğrenmiştik. Ruhsatlar ise mübâhlıktan aşağı düşmez. Öyleyse vesveseleri defedecek ve Allah celle celâlühû’nun zikrine sebeb olacak olan Râbıta da ruhsat bile olsa, Allah celle celâlühû’nün dolayısıyla sevdiği bir mendûb iş olmaktan aşağı değildir. El verir ki şu ruhsatlar netîce bakımından Allah celle celâlühû’yü unutturacak cinsden olmasın.
Râbıta Allah celle celâlühû’yü mu unutturuyor? Tam aksine, Râbıta bir çeşit zikirdir, zikir… Bu, Allah celle celâlühû ve Resûl’ü sallallâhu aleyhi ve sellem’in sözlerinden anlaşılıyor. Bize ne oluyor?
Denilse ki, peki, Râbıta eden kişinin gözü önüne şeytan gelemez mi?
Deriz ki, o Râbıta edilen kişi, hakîkaten velîyse gelemez. Şeytan onun şekline giremez. Neden mi?. Çünkü yapılan amel, zikir olduğundan şeytan oradan kaçar. Zîrâ,
Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: Şübhe yok ki şeytan gagasının Âdemoğlunun kalbi üzerine kor. Allah celle celâlühû’yu zikredince geri geri kaçar, gider. Âdem oğlu Allah celle celâlühû’yu unutursa, kalbini lokma edip ağzına alır.[31]
Râbıta bir zikirdir. Râbıta bir zikirse, yukarıdaki Enes radıyallahu anh hadîsine göre şeytân orada duramayıp kaçar… Yeter ki orada kemâl mertebede bir velî bulunsun ve zikir hâsıl olsun..
Şu sekiz hadîsten her biri tek başına, ortada lehte ve aleyhte açık veya istinbât ve ictihâdla anlaşılabilecek şekilde kapalı hiçbir delîl bulunmadığı farzedilse bile, Râbıta’nın meşrûluğunu isbâta yeter. Sekizinin hepsi ise, haydi haydi yeteceği gibi, artar bile.
İnsanlardan bir kısmı, bazı yanlarıyla Allah celle celâlühû’yü zikretmeğe sebeb ve anahtardırlar. Bu anahtarı elde etmek akıllılarca istenecek ve aranacak bir şeydir. Nitekim Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem efendimiz buyurdular:
Dokuzuncu Hadîs: Allah’ın kullarının en hayırlıları o kimselerdir ki, görüldüklerinde Allah celle celâlühû zikredilir.[32]
Onuncu Hadîs: Size, en hayırlılarınızı haber vereyim mi? Hayırlılarınız o kimselerdir ki, görüldüklerinde Allah celle celâlühû zikredilir.[33]
On Birinci Hadîs: En hayırlılarınız o kimselerdir ki, görüldüklerinde Allah celle celâlühû zikredilir.[34]
On ikinci Hadîs: Sizin en hayırlınız, görülmesi Allah celle celâlühû’yu zikrettiren (hatırlatan, akla getiren) kimsedir.[35]
On Üçüncü Hadîs: Şübhesiz insanlardan bazıları Allah celle celâlühû’nun zikrine anahtardırlar. Görüldüklerinde Allah celle celâlühû zikredilir.[36]
On Dördüncü Hadîs: Velîlerim o kimselerdir ki, görüldüklerinde Allah celle celâlühû zikredilir.[37]
On Beşinci Hadîs: En fazîletli kimseleriniz o kimselerdir ki, onların görülmelerinden dolayı Allah celle celâlühû zikredilir.[38]
Şurası akıllı ve insaflı herkesçe bilinebilecek bir şeydir ki, bir velîyi kafa gözüyle görmek, kişiye Allahı zikrettiriyorsa, gönül gözüyle yani hayâlî olarak görmesi de Allah celle celâlühû’yu zikrettirir. Hattâ kafa gözüyle görememesini bununla telâfi eder. Öyleyse şu yedi hadîs, Râbıta’nın, zikre sebeb ve vâsıta olmasıyla, dolayısıyla bir zikir olduğunu göstermektedir.
On Altıncı Hadîs: Ali’ye (keremellâhu vechehû ve radıyallahu anhu’ya) bakmak ibâdettir.[39]
Bu hadîs, sahîh, hattâ bazı âlimlerin mütevâtir ta’rîflerine uyan mütevâtir bir hadîsdir. Hâkim, bu hadîsi İmrân b. Husayn’den rivâyet ettikten sonra, bu Buhârî ve Müslim şartlarına göre isnâdı sahîh bir hadîsdir. Abdullah İbn-i Mesûd’dan rivâyet edilen şâhidleri de sahîhtirler demiştir.
Hâkim’in sözünü ettiği şâhid, iki tarîkle yaptığı şu rivâyettir: Ali’nin yüzüne bakmak ibâdettir.[40]
Zehebî’nin hiçbir sebeb göstermeden şu rivâyet uydurmadır; şâhidi ise sahîhtir[41] demesi, affedilmez bir hatâdır, inkâr edilmez bir günahtır. Kabûl edilebilir ilmî bir delîl göstermeliydi.
Hâfız Muhaddis Ahmed el-Ğumârî bu rivâyet münâsebetiyle kısaca şöyle diyor: Bu İmrân hadîsinin bir başka tarîki vardır; Birinci Tarîk: Ebû Müslim el-Keşşî(Keccî)’nin isnâdı…. İkinci Tarîk: İbnü’l-Âbâr, şu rivâyeti Mu’cemu Ashâbi’s-Sarfî’de el-Keşşî yoluyla bu şekilde isnâd etti. Üçüncü Tarîk: Taberânî de el-Keşşî’den bunu rivâyet etmiştir. Onun rivâyetinde şu ifâdeler de vardır: ‘İmrân İbn-i Husayn’i Ali’ye keskin bakışlarla bakarken gördüm. O’na bu husûsta söz söylenince şöyle dedi: Ben Resûlüllah’ı şöyle derken işittim: Aliye bakmak ibâdettir.
Bu, hasen bir rivâyettir. Zehebî, el-Mîzân’da, İmrân İbn-i Hâlid’i zikretti ve şöyle dedi: Atalarından ‘Ali’ye bakmak ibâdettirhadîsini rivâyet etti. Bu haberi O’ndan Ya’kûb el-Fesevî rivâyet etti. Bu, benim tenkîdime göre bâtıldır. Hâfız Alâî, Zehebî’nin şu değerlendirmesini tenkîd ederek bu hadîsin bâtıl olduğuna hükmetmek hak olmaktan çok uzaktır. Fakat Hatîb’in de dediği gibi hadîs ‘ğarîb’dir. (Alâî’nin sözü bitti.)
Bir hadîs hem ğerib hem de sahîh olabilir. Nitekim sahîh hadîslerin coğu ğerîbdir. Bununla beraber şu hadîsin ğarîb oluşu da kabûl edilecek bir şey değildir. Ğarîb oluşundan isnâdının ğarîbliğini kasdetmiyorlar, ma’nâsının ğeribliğini kasdediyorlar. Çünki Ali’ye bakmanın ibâdet olmasını anlamadılar. Ma’nâsını kafalarında canlandıramadılar. Bu ma’nâdan uzak olduklarından onu ğerîb buldular… ‘İmran hakkında Zehebî’nin cerh zikretmemesi yanında, O, bu hadîsi rivâyet etmekte tek kalmamıştır. Aksine bu rivâyette O’na mütâbeet edilmiş/başkası tarafından uyulmuştur.
Ebû bekr Ahmed İbn-i Şâzân, Meşyeha’sında[42]bu haberi isnâdıyla rivâyet etmiştir. (Seneddeki) Hâlid İbn-i Talîk el-Huzâî hakkında her ne kadar, Dârekutnî kavî değildir dediyse de, İbn-i Ebî Hâtim O’nu zikredip, Basra kadısı olduğunu söyledi ve hakkında zayıflığını bildiren bir söz söylemedi. Sâcî, sadûktur (çok doğru bir kimsedir; ama) hatâ eder, dedi. İbn-i Hibbân O’nu Sikât/sağlam râvîlerisimli kitâbinda zikretti. O hâlde İmrân hadîsinin her iki tarîki de ayrı ayrı olarak sahîhtir. Ya bir arada olarak düşünülürlerse ne olur? Ya, Abdullah İbn-i Mesûd, Âişe, Ebû Bekr, Osman, Sevbân, Ebû Hureyre, İbn-i Abbâs, Câbir İbn-i Abdillâh ve Enes radıyallâhu anhüm’un rivâyetlerinin gelmesiyle nasıl olur? Hadîs, tarîklerinin toplamı itibariyle kesinlikle sahîhdir. Veya, tevâtürde on kişinin rivâyetiyle yetinen kimselerin görüşüne göre mütevâtirdir.[43]
Ğumârî, sâlihlerin yüzüne bakmanın Allah celle celâlühû’yü zikretmeye nasıl vesîle olduğunu, içlerinde İbn-i Allân gibi hadîs âlimlerinin de bulunduğu bir çok âlim zâtın sözleriyle ortaya koyduktan sonra, İbn-i Kesîr’in en-Nihâye’sinin Hasen-i Basrî tercümesinden şu naklî yapıyor:
Yûnus b. Ubeyd şöyle dedi: Bir kimse Hasen(-i Basrî)’ye baksa, O’nun sözünden bir şey işitmese ve amelini görmese bile O’nu görmekle faydalanırdı.[44] Nasıl?
Ğumârî, Muhaddis İbn-i Allân’dan şöyle naklediyor: Bu, meşâyıh katında Râbıta ismini verdikleri bilinen güzel bir yoldur ki, o, şeyhin yüzünü görmektir. Hiç şübhe yok ki o, zikrin verdiği meyveyi/faydayı verir. Hattâ o, şartlarını ve âdâbını bilenler için daha te’sîrlidir. Bu da ancak, kâmil, (Allah celle celâlühû’nün râzı olduğu şeylerde) fânî olmuş (eriyip yok olmuş) ve Allah celle celâlühû’nün zâtî tecellîleriyle (sîması) nûrlanmış şeyhe olur. Aleyhissalâtü ve’s-selâm’ın Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’i terbiyesi işte bundandı. Onun nûrânî sîmâsını görmekle her bir riyâzât ve mücâhededen müstağnî oluyorlardı (onlara muhtâc olmaktan kurtuluyorlardı). Onun mübârek çehrelerini görmekle uzun müddet zikretmekten elde ettikleri faydadan daha fazla faydalanıyorlardı. İşte bundan dolayı Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’in fazîletine hiçbir fazîlet benzemez….[45]
Muhaddislerin imâmı Hâfız Ebû’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, de Telbîsü İblîs isimli eserinde kendi isnâdıyla Abdullah İbn-i Abbâs radıyallâhu anhümâ’dan şöyle dediğini rivâyet etti: Ehl-i Sünnet’ten, Sünnet’e çağıran ve bid’atten kaçındırmakta olan bir adama bakmak ibâdettir.[46]
On Yedinci Hadîs: Beş şey ibâdettendir… ve âlimin yüzüne (tefekkürle) bakmak.[47]
(والنظر فى واجه العالم) Ve’n-nazaru fî vechi’l-âlimi/âlimin yüzüne nazar etmek ifâdesine dikkatle bir bakalım.Dilde(نظر) Nazar, düşünerek, tefekkür ederek (ibretle) bakmak ma’nâsına gelir.[48]
Kafasının gözüyle bakmak fırsatını kaçıran, kalbinin gözüyle de baksa, fena mı olur?…
Mühim Bir Süâl: Burada, şeyhin rûhâniyeti nereden ve nasıl geliyor da mürîd O’nu karşısına alıyor? Bu şeklinde bir soru sorulacak olursa…
Deriz ki;hadîsde şöyle buyrulmuştur:
Şübhesiz ki ruhlar havada karşılaşırlar, buluşurla ve koklaşırlar. Tanışanlar ve i’tilâf edenler, birbirlerine ısınırlar.[49]
“Şübhesiz ki mü’minlerin ruhları, onlardan biri arkadaşını görmediği hâlde bir günlük mesafeden karşılaşırlar.”[50]
Bu hadîs rûhların birbirleriyle karşılaşıp koklaştıklarını haber veriyor. Bu, sadece ölümden sonrası ile de sınırlandırılamaz. Zîrâ,
“Rûhlar ordu hâline getirilmiş ordulardır. Karşılaşırlar. Onlardan birbirini tanıyanlar, birbiriyle anlaşırlar ve barışık olurlar….”[51]
Rü’yâ gördüğümüzde rü’yâdayken görüştüğümüz kişinin çoğunlukla bundan haberi olmaz. Şübhesiz rûhlarımız buluşup görüştü ama başka şey veya şeylerle meşgul olduğu belki rûhunun bir aksi yani yansımasından ibaret olan rûhaniyet ile görüştüğünden haberi yoktur. Böylece her yönüyle sizin rûhunuz onun rûhu ile görüşmüşler ama onun rûhunun yansıması olan rûhaniyetiyle… zîrâ bir kişiyi bir anda birçok kişi rü’yâda görebilir, hattâ aynı anda çok kişi kendisini rü’yâda görmeyen bir başka kişiyi görmüş olabilir. Bunlar rûhların buluşmasıdır. Ancak ya vâsıtasız, yahut rûhaniyet vâsıtasıyla. Bu, nasıl ki rü’yâda böyle ise, uyanıkken de böyledir. Birisine telefon açtığınızda, onun size, şu anda seni düşünüyordum,yahut, şu anda sana telefon etmek üzere ahizeye elimi uzatıyordum dediği olmuştur. Sizi bilmem ama bu benim başıma çok geldi.
Bunlar sıradan insanlar için olabilecek şeyler. Velîlerinki bazen kerâmet îcâbı harikulade biçimde de olabilir. Yani rûhu bir yerde rûhunun yansıması olan rûhaniyeti (yani rûh ile alâkası olan ama rûhtan ayrı bir şey, yansıma, akis) bir çok yerde olabilir. Değişik yerlerde olan ve temessül eden rûhaniyetin bir çok garip hâller zuhûr edebilir. Şunlarla bunlarla sanki kendisiymiş gibi görüşebilir ama kendisinin bundan haberi olmayabilir. Ya’kûb aleyhisselâm’ın rûhâniyyetinin, Yûsuf aleyhisselâm’a temessülü (kendi maddî şekline girmesi) bu türdendi. Bu sahîh rivâyete dayanılarak birçok fıkhi fetvâlar verilmiştir.
İmâm Yafii’nin, Kiyafetü’l-Mu’tekıd isimli eserinde şöyle denilmiştir: Velînin velîliği tahakkuk ettiğinde ona değişik sûretlere girme ve bir anda rûhaniyetinin birçok cihetlerde görülme imkânı verilir. O yüzden, onu gören kimseye görünen sûret gerçektir. O anda diğerinin bir başka yerde gördüğü de gerçektir. Her ikisi de yemînlerinde doğru söylemişlerdir. Bundan bir kişinin bir anda iki ayrı yerde olacağı lâzım gelmez. Zîrâ bu cismânî değil de rûhanî sûretlerin birden fazla olmasının isbâtıdır.[52]
İmâmımız İmâm Rebbânî de şöyle buyuruyor: Velî olanın velî olduğunu bilmesi illa şart değildir. Keza harikulâde hâllerini de bilmesi şart değildir. Hattâ, birçok kez velîden insanlar harikulade hâller nakleder de onun bunlardan haberi olmaz. İlim ve keşf sâhibi velîler, harikulâde hâllerini bilemeyebilirler. Hattâ onların misâlî sûretleri birçok yerde ortaya çıkar ve o sûretlerden uzun mesafelerden acâib işler ve ğarîb hâller zuhûr eder, fakat o sûret sâhiblerinin bundan haberi olmaz, bunları görmez.
Mısra’:İş sadece Ondandır. O’ndan başkası ise sadece aynadır.
Şeyhim buyurdu ki; Büyüklerden biri dedi ki; tuhaftır, etraftan insanlar geliyor, kimileri, seni Mekke-i Muazzama’da gördük, hacc mevsiminde oradaydın beraber haccettik, bazıları da Bağdat’ta gördük sana sevgi gösteriyorlardı dediler. Hâlbuki ben evimden hiç çıkmadım…[53]
Yani bazen kerâmet îcâbı velînin rûhu temessül eder (bir şekle girer) de mürîd Râbıtasını ıyânen (açıkça ve O’na bakarak) yapar. Şeyhin de bundan haberi olmayabilir. Hattâ, çoğu kez hiç olmaz.
On Sekizinci Hadîs: Canım elinde olan(Allah celle celâlühû’y)a yemîn ederim ki, şâyet siz yanınızdaki şey (hâl) üzere ve zikirde devamlı olsanız, elbette melekler sizinle yataklarınızda ve yollarınızda musâfahalaşırlardı….[54]
Devamlı olarak Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’ın yanındaki şey (hâl) üzere olmak ve zikirde olmak… İlim erbabı insaflı her kişi kabûl ve teslîm eder ki, Râbıta bu seviyeyi yakalamanın ve bu ni’meti elde etmenin çabasından başka bir şey değildir… Hadîste geçen, vez-zikrideki vav ile atfedilen, atf-ı tefsîrî’dir.[55] Öyleyse, ma’nâ, “yanımdaki hâl, yani zikir üzere devamlı olsanız” şeklinde olur. O hâlde, Onunla beraber olmak ve o hâl üzre olmak bir zikirdir.
Şu hâlde kâmil bir velî ile hissen veyâ hayâlen beraber olmak zikirdir. Böyle bir beraberliği te’mîn edecek olan Râbıta da zikrin sebebi veya mukaddimesi olmakla mecâzen zikirdir.
On dokuzuncu Hadîs: Adullah İbn-i Abbas, Ku’rân’ın (Yûsuf aleyhisselâm) şâyet Rabbi’nin bürhânını görmeseydi[56] âyeti(nin tefsîri)’nde şöyle dedi: Ya’kub aleyhisselâm O’na bir şekle büründü ve göğsüne vurdu da, şehvet parmak uçlarından çıktı.[57]
Ya’kûb aleyhisselâm’ın Yûsuf aleyhisselâm’a çok uzaklardan bir şekle bürünmesi ve görünmesi rivâyeti, Hâkim, Zehebî, Süyûtî ve diğer büyük hadîs Hâfızlarınca sahîh bulunurken[58] câhillere söz düşmez.
Mezheb sâhibi büyük müctehid ve Müfessirlerin imâmı koca müfessir İbn-i Cerîr bu husûsta acaba ne dedi? Bu, şu noktada mühim olmalı; değil mi? Evet O, âyetin bu şekilde de tefsîr edildiğine dâir, kendi isnâdlarıyla, Hâkim’in de rivâyet ettiği yukarıdaki sahîh haberi ve ayrıca kırk rivâyet daha getirdi. Taberî diğer ma’nâları da zikrettikten sonra şöyle dedi: O olağan üstü şey (bürhân), Ya’kub aleyhisselâm’ın sûreti de olabilir, Meleğin sûreti de olabilir, Allah celle celâlühû’nün Kur’ânda zina hakkında zikrettiği tehdîd de olabilir…[59]
Bu tefsîrle alâkalı olarak onlarca muhaddis tarafından yapılan sahîh ve hasen rivâyet ile bu vasıflarda olmayan yirmi civârında rivâyet için Süyûtî’nin ed-Dürrü’l-Mensûr’una bakabilirsiniz.[60] Yalnız şu kadarını söylemiş olalım ki, sahîh olmayan rivâyetler sahîh ve hasen olanlarını zayıf veya uydurma yapmaz. Burası ilim sâhiblerine malümdur. Bir husûstaki uydurma veya daha sağlamlara zıd olan zayıf rivâyetler atılır, sahîhler veyâ hasenler, yahud daha sağlamlarıyla çelişmeyan zayıflar alınır. Zîra sahîh, hasen ve daha sağlamlarıyla çakışmayan zayıf rivâyetler Sünnet düşmanı ve sünnetsiz olmayanları bağlar. Uydurma veya daha sağlamlara zıd olan şâzz zayıf rivâyetleri bahane ederek diğer sahîh ve makbûl rivâyetleri reddetmek ehl-i ilim ve insafın işi olamaz.
Bu hadîsi getirişimizden maksadımız, rûhun veyâ rûhaniyetin bir şekle girerek görünenle gören arasında bir Râbıta’nın hâsıl olabileceğini ve dolayısıyla bir faydalanmanın mümkin olduğunu göstermektir.
Yirminci Hadîs: Huzeyme İbn-i Sâbit rivâyet etti: Huzeyme radıyallâhu anha, rü’yâsında kendini, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in alnına secde ediyorken gördü. Uyanınca gelip onu Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e anlattı. O da arkaya yatar gibi yapıp, gel, nasıl gördüysen öyle yap buyurdu. O da Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in alnına secde etti. Bunun üzerine Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurdu:
Rûhlar ordulaştırılmış ordulardır[61]
Nesâî’nin rivâyetinde, Rûhlar rûhlarla karşılaşır buyuruyor.
Bu hadîs de -bazen istek dışı bile olsa- rûhların birbirleriyle nasıl bir Râbıta içerisinde olabileceğini gösteriyor.Allah en iyi bilir ya, iki kaş arası ve alına yapılan bu Râbıta, rûhların teveccüh ettiği (yöneldiği) uzuvların içinde, alnın bulunması, hatta başta gelmesiyle alâkalı bir şeydir…
Yirmi Birinci Hadîs: Size en Hayırlılarınızı haber vereyim mi? Hayırlılarınız o kimselerdir ki, görüldüklerinde Allah celle celâlühû zikredilir.[62]
Yirmi İkinci Hadîs (Bu bir hadîs-i kudsîdir): Allah celle celâlühû şöyle buyuruyor: …Zîrâ kullarımdan velîlerim, yarattıklarımdan seçkin dostlarım o kimselerdir ki, benim zikredilmemle (benim hatırlanıp akla getirilmemle) onlar zikredilir (hatırlanıp akla gelirler), onların zikredilmesi (hatırlanıp akla getirilmesi) ile de, ben zikredilirim (hatırlanıp akla gelirim)[63]
    Hadîsin Kuvvet Bakımından Tahlîli
    Nûreddîn el-Heysemî hadîsi, isnâdındaki râvîlerden Rişdîn isimli râvînin çoğu âlimler tarafından zayıf bulunduğu ve senedinin kopuk olduğu ile, illetli buldu.[64]
         Derim ki: Bu kesiklik, biz Hanefîlere ve başka bir çoklarına göre ise hadîsin sağlamlığına zarar vermez. Çünki,
         Bir: Biz Hanefîlere göre, râvîler, isnadı zayıf hâle getirecek derecede zayıf değilse, senedin ilk üç asırdaki kısmında bulunan kesiklik, kopukluk, rivâyetin sahîhliğine veya hasenliğine zarar vermez. Nitekim, İmâm Buhârî tarafından Amr İbn-i Cemûh’dan duymadı denilen Ebû Mansûr, yine O’nun (Buhârî’nin) şâhidliğiyle sağlam bir kimsedir.[65]
         İki: Üstelik sözü edilen bu kesiklik, muhtemelen Buhârî’nin şartına göre böyledir. Nitekim bu hükme medâr olan söz Buhârî’nin Ebû Mansûr, Amr İbn-i Cemûh’dan duymadı ma’nâsındaki sözüdür.Cumhûra göre ise böyle değildir. Aynı asırda olmak ve birbirine kavuşmak imkânı, bitişik olmak için Cumhûra göre yeterlidir…..
         Üç: Rişdîn’in ekser/çoğu âlimler tarafından zayıf bulunması. bir takım âlimler tarafından sağlam bulunması ihtimâlini gösterir demektir. Ahmed İbn-i Hanbel’in Onun hakkındaki tavrı da bu ihtimâli te’yîd etmektedir. Nitekim dördüncü madde de gelecektir. Zîrâ, Şerîat sâhibinin dışındakilerin sözlerinde Mefhûm-i Muhâlefet söz birliği ile hüccet olur.
Dört: Sahîh görüşe göre, Ahmed İbn-i Hanbel’in, bir hadîsi Müsned’ine alması o hadîsin O’na göre hüccet olması demektir. Çünki, İbn-i Teymiyye (Ö:728) şöyle dedi: İmâm Ahmed İbn-i Hanbel Sünnet’ten veya Eser’den hangi rivâyeti yaptı, sahîh veya hasen olduğunu söyledi veya senedinden râzı oldu veya onu reddetmedi, kitablarına yazdı ve aksine fetva vermedi ise, o (rivâyet) O’nun mezhebidir. (O’nun mezhebi) değildir de denilmiştir.[66] Görüldüğü gibi, ‘değildir’ de denilmiştir ifâdesin deki denilmiştir kelimesi zayıflık ifâde eder.
       Hadîsi başta Ahmed İbn-i Hanbel rivâyet etmiştir. Sahîh veya Hasen olduğunu söylemedi veya senedinden râzı olduğunu ifâde etmedi; ama, onu reddetmedi, kitablarına yazdı ve dahî aksine fetvâ vermedi. (Öyle) ise bu hadîs O’nun mezhebidir. Üstelik hadîsi alıp bir Sünnet Mecmû’asına koyması ve i’tirâz etmemesinın zâhiri de bunu gösterir.
         Şu halde hadîs, Hasen Lizâtihî, en kötü ihtimalle de, Hasen Liğayrihîdir. Dolayısıyla Cumhûr’a göre hüccettir. Allahu a’lem.
Hadîsin Nahiv Cihetiyle Kısmî Bir Tahlîli
Bu hadîs-i kudsî’de Mevlâ teâlâ, kendisinin zikri ile dostlarının zikrinin birbirine yapışık olduğunu, birbirinden ayrılmayacağını,yahut birbirine sebeb olacağını, yahut vâsıta olacağını, veya birbiri ile beraber olacağını haber veriyor. Yani, eğer hadîsteki  (با)harfi cerri, (الصاق)  ilsag için ise, bitiştirme neticesinde bitişme ve birbirinden ayrılmama ma’nâlarından dolayı, musâhabe (beraber oluş) ma’nâsında ise, beraber olma, istiâne (bir şey yardımıyla) ma’nâsında ise, onun yardımı ve vâsıtası ile ma’nâlarından dolayı velîleri hatırlamak (akılda tutmak) zikirdir. Mulâbese (kuşanma, bürünme) ma’nâsında ise, bir elbiseye bürünürcesine velîleri hatırlamaya bürünmek ve onu kuşanmakla velîleri zikretmek yani hatırlamak ve akılda tutmak, Allah’ı zikretmeği, Allah’ı zikretmek de velîleri zikretmeği hâsıl eder.
 (با) harfi cerri, meşhûr on dört ma’nâsından, en meşhuru olan ilsaq için hakîkat, değerleri için de mecâz mı, bütün ma’nâları için müşterek mi, yahut bütün isti’mallerinde ve ma’nâlarında ilsaq ma’nâsı mı var, veya her ma’nâ ılsâq ma’nâsının fedleri olup, hepsi için birden mi vaz’ edildi? mevzû’u geniş, nahiv ve Usûl-i Fıkıh kitâblarında etraflıca yer almaktadır. [67]
Hangi ma’nâ alınırsa alınsın değişmez. Şu kudsî hadîsdeki, (يذكرون بذكرى) yüzkerûne bi zikrî ile                   (اذكر بذكرهم)üzkerü bi zikrihimdeki (با)harfi cerri, Râbıtayı, yani rûhî ve manevî beraberliği ifâde ediyor. Hattâ, nerdeyse şu ma’nâ için sevkedildi/getirildi. Öyle olmadığı söylense bile işâreti, değilse delâleti ile kat’ıyyetle şu ma’nâyı göstermektedir.
Zikir ne demektir? Zikr, zikrâ, zükretü, unutmanınzıddıdır.[68]Yani, unutmamak, hatırda tutmak demektir.
Râbıta neydi? Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’i, velîyi veya ölümü hatıra getirmek…hayal etmek. Hayal etmek, hayalen o’na bakmak,cisim olan şeylerde hatırlamanın kemâli, en üst mertebesi… Yani zikir… Kimi?.. Nebîyi veya velîyi. Yani dolayısıyla ve neticede Allah’ı. Yani? Yani, Râbıta bir zikirdir. Zikir sebebi, veya zikir sebebiyle olduğu için sebebiyet, yahud müsebbebiyet alâkasıyla mecâzen zikir… Veya, zikirden ayrılmayan bir şey olduğu için zikrin mukaddimesi,yahut, zikrin neticesi bir şey olmakla, bir görüşe göre yine mecâzen zikir…Bunu kimden öğrendik? Allah cellecelâlühû’dan ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’den…
Yirmi Üçüncü Hadîs:Osman İbn-i Huneyf Radıyallâhu Anhu Hadîsi:
Halîfeliği zamanında bir adam, bir ihtiyacı için Hz. Osman radıllahu anhu’ya gidip geliyordu. Hz. Osman radıllahu anhu ona iltifat etmiyor, hacetine bakmıyordu. Adam bunu Osman İbnu Huneyf’e şikâyet etti. Osman İbnü Huneyf radıllahu anhu da şöyle dedi: Abdest yerine git abdest al ve namaz kıl ve sonra da şöyle düâ et: ‘Ey Allah’ım! Ben rahmet Nebîsi olan Nebîn Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem ile sana yöneliyorum ve senden istiyorum. Ey Muhammed! Ben ihtiyacımın görülmesi için seninle Rabbime yöneliyorum.
Bu rivâyet sahîhdir.[69]
Süâl: Getirdiğiniz delîller bir zâtın sûretini göz önüne getirip hayal etmenin -diyelim ki, size göre- meşrû’luğunun delîlidir. Biz bunu kabûl etmiyoruz ya, farzedin ki kabûl ettik, ya onun rûhaniyetinden bir şey (düâ) istemek? O nereden çıktı? Onun delîli nedir? Bu amel şirk değil midir?
Cevâb: Bu da bir şefâat yardımı talebi ma’nâsında olan istiğâse demektir. Nitekim hadîs ulemâsının söz birliğiyle sahîh olan Osman İbn-i Huneyf’in rivâyet ettiği a’mâ hadîsinde geçen ey Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem! seninle Rabbime yöneliyorum. Allahım! O’nu, hâcetim husûsunda hakkımda şefâatçı yap nebevî sözu bunu açıkça ortaya koymaktadır. Hâsılı gönülden O’ndan istenen şefâattir. Bu Osman İbn-i Huneyf’in rivâyet ettiği a’mâ hadîsi aslında Râbıtanın en büyük ve açık delîllerindendir. Bu Râbıtayı Osman İbn-i Huneyf’in ve Selef’in yaptıklarının inkâr edilmez vesîkasıdır.
Büyük İmâm Müctehid Sübkî, Şifâu’s-Sikâm isimli eserinde[70] İmâm Zâhidü’l-Kevserî de Mahku’t-Tekavvul isimli uzun ve kıymetli makâlesinde[71] istiğâsenin tevessül vâdisinde/mânasında bir şey olduğunu söylemektedirler. Buna göre bu taleb, Allahım!.. şu sâlih kulun hatırına bana şunu ver,demek olur. Veya, bir kimsenin şeyhin rûhâniyyetinden bir şey istemesi, hakîkatte ondan kendisi için düâ etmesini istemekten başka bir şey değildir. Bunun da bürhânı, onlarca tevessül delîli âyet, hadîs ve ulemâ sözüdür. Ğâibde olandan tesebbüb yoluyla yardım istenebileceğinin delîli çoktur. Birkaçını getireceğiz:
Bir:Mâlikü’d-Dâr Hadîsi
Hz. Ömer’in radıyallâhu anh’ın halîfeliği zamanında insanlara kıtlık isabet etti de bir adam Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine geldi ve dedi ki, Ya Resûlullah!.. sallallâhu aleyhi ve sellem! Ümmet’in için (Allah celle celâlühû’dan) yağmur iste, zîrâ onlar (neredeyse) helak oldular. Sonra, Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem o adama rü’yâsında göründü ve Ömer’e git selâm söyle, onlara yağmur yağdırılacağını de… buyurdu.
İbn-i Hacer, Rüyâyı gören, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’den biri olan Bilâl İbn-i Hâris el- Müzenî’dir. Nitekim Seyf, El-Futûh‘da böyle rivâyet etti, dedi.
Bu rivâyet, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’in, ölümünden sonra Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem ile istiskâ etmekteki amelleri husûsunda bir nassdır. İçlerinden hiç biri haber kendilerine ulaşmasına rağmen bunu inkâr etmedi. Mü’minlerin Emîrine götürülen haber yayılır. İşte bu yüzden şu rivâyet birilerine yalan söz isnâd edenlerin dilini koparır. [72]
Burada ğâib, hattâ kabirde olan bir zâttan yardım istemek vardır.
İki: Yemâme Günü Şiâr’ı/Sloganı
Yemâme gününde mü’minlerin, ya’ni Ashâb’ın şiâr’ı
Yâ Muhammedâhü!/Ey Muhammed! yetiş!.. idi.
Hâlid İbnü Velîd düşmanını mübârezeye/düellöya davet ederek bu şiarı kullanırdı.[73]
Burada mühim olan husûslardan biri de böyle bir tatbîkâtın var olduğunun İbn-i Kesîr gibi bir Muhaddis ve Müfessirce kabûl edilebilmesi ve i’tirâzsız kitâbına konulmasıdır.
Üç:İmâm Ebû Bekr İbnü Mukri’ rahimehullâhu teâlâ şöyle dedi: Ben, Taberânî ve Ebû’ş-Şeyh Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in Haremindeydik. Açlık bizde te’sir ettiği bir hâldeydik. O gün visâl yapmıştık, önceki günün orucundan iftar etmeden oruç tutuyorduk. Akşam vakti olunca, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine geldim. Yâ Resûlellah sallâhu aleyhi ve sellem! açız dedim ve döndüm. Bunun üzerine Ebû’l-Kâsim (Taberânî) bana, otur, ya rızık gelecek veya ölüm, dedi. Ebû Bekr, ben ve Ebû’ş-Şeyh uyuduk, Taberânî oturuyor ve bir şeye bakıyordu, dedi. Vakit geçmeden bir alevî geldi ve kapıyı çaldı ve kapıyı ona açtık. Bir de ne görelim ki, onunla beraber iki hizmetçi çocuk, her birinin elinde de içinde bir çok şey bulunan birer zenbîl var. Oturduk ve yedik. Kalanı da hizmetçi çocuğun alacağını zannettik. Döndü gitti ve kalanları da bize bıraktı. Yemeği bitirince, Alevî, “ey topluluk! Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’e mi şikâyet ettiniz? Zîrâ ben Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’i rüyâmda gördüm, size bir şey taşımamı bana emretti”[74] dedi.
Dört: Utbî Kıssası
İmâm Ebû Abdillâh Muhammed İbnü Mûsâ İbni Nü’mân el- Mezâlî… (607- 683) şöyle diyor:
Bize rivâyet edildiğine göre Hâfız Ebû Sa’d es-Sem’ânî Ali radıyallahu anhu ve kerremellâhu vechehû’nun şöyle dediğini anlattı: Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’i defnettikten üç gün sonra yanımıza bir bedevî geldi, kendini Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabri üstüne attı, toprağından başına saçtı ve şöyle dedi: Dedin ve sözünü işittik. Senden anladığımızı sen Allahtan anladın. Sana indirilen âyetler arasında, şâyet onlar kendilerine zulmettikler vakit sana gelselerdi ve derhâl Allahtan af isteseler, onlar için Resûl de af isteseydi elbette Allah celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı âyeti de vardı. Nefsime zulmettim ve benim için af dilemen maksadıyla geldim. Bunun üzerine kabirden hemen, bağışlandın diye ses geldi.[75]
 İmâm Ebû Abdillâh Muhammed İbnü Mûsâ İbni Nu’mân el- Mezâlî el Merrâküşî, yine kendi isnâdıyla, Muhamme İbnü Nu’mân İbni Şibl el-Bâhilî’den şöyle dediğini rivâyet etti: Medîneye girdim ve Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine vardım. Bir de gördüm ki, bir bedevî devesini hızlıca sürüyor. Hemen devesini çöktürdü ve bağladı. Sonra kabr-i şerîfe girdi ve güzelce bir selâm verip hoş bir düâ yaptı. Sonra da şöyle dedi: Anam babam hakkı içün yâ Resûlelleh sallallâhu naleyhi ve sellem! Kesinlikle Allah celle celâlühû seni vahyine hâs kıldı ve sana içinde evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini topladığı bir kitâb indirdi ve kitâbında, şâyet onlar kendilerine zulmettikler vakit sana gelseler ve derhâl Allahtan af isteselerdi, onlar için Resûl de af isteseydi, elbette Allah celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı buyurdu. Dediği de haktır. Ben sana günahları i’tirâf ederek, seni Rabbine şefaatçı yaparak geldim. O da (şu âyetinde) va’dettiğidir. Sonra kabre döndü ve şöyle dedi:
Ey düzlükte kemikleri gömülenlerin en hayırlısı!
 Ve güzel koktuğu onların güzel kokusundan düzlüğün ve yüksek tepelerin.
Sensin şefâati umulan Nebî sallallâhu aleyhi ve selem
 Sıratta, kaydığında ayaklar.
 Canımdır fedâ, senin sâkini olduğun kabre
 Ondadır afâf, ondadır cömertlik, ondadır kerem.
Sonra da bineğine binip gitti. Ancak mağfiretle gittiğinde hiç şübhe etmiyorum İnşâellah.
Muhammed İbni Abdillâh el-Utbî de bu haberi anlattı ve sonuna şu ilâveyi yaptı: Derken, uyuya kaldım ve hemen Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’i rüyâda gördüm, bana şöyle dedi: Ey Utbî! Bedevî’ye yetiş ve ona Allah celle celâlühû’nün O’nu bağışladığını müjdele.[76]
Merhûm Seyyîd Muhamme Alevî Mâlikî Şöyle diyor: Bu haberi, İmâm Nevevi,[77] Ebû’l-Vefâ İbnü’l-Ukayl,[78] İbn-i Kesîr,[79] Ebû Muhammed İbnu Kudâme,[80] Ebû’l-Ferec İbnü Kudâme,[81] Mensûr İbnü Yûnus,[82] İmâm Kurtubî[83] gibi büyük müfessirler ve muhaddisler de nakletmiş. Hattâ büyük fakîh koca muhaddis İmâm Nevevi, Utbi’nin bedevîden naklettiği bu beytleri, Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrini ziyâret esnasında söylemenin müstehab olduğunu söylemiştir.[84] (Mâlikî’den nakil son buldu.)
Mısbâh Muhakkiki Hüseyin Muhammed Ali Şükrî bu rivâyetin İbn-i Beşküvâl’in “el-Kurbe ilâ Rabbi’l-Âlemîne bi’s-Salâti alâ Muhammedin Seyyidi’l-Murselîn” isimli eserinin 16/Â varağında olduğunu söylemektedir.
Bu rivâyetler muhtemelen iki ayrı hâdiseden haber vermektedir. Zîra, Sem’ânî, Utbî nisbetinin, Utbe ibn-i Ebî Süfyân’ın çocukları için kullanıldığını söyledikten sonra, Utbî nesebiyle anılan üç beş kişiyi tanıtıyor. Bunların içinde Sahâbî veya tabiî olan görülmemektedir. Bu yüzden, olabilir ki, biri diğerinden mülhem olarak gerçekleşmiştir. Bununla beraber, hâdiselerin aynı olma ihtimâli de vardır. Şu iki rivâyet, aynı hâdise ise Utbî Hz. Ali zamanında yaşamıştır. Bu takdîrde Utbî’nin sözünü ettiği bedevî şahıs da aynı sahâbîdir. Çünki, olabilir ki, Hz. Ali radıyallahu anh’ın gördüğü bu hâdiseye Sem’ânînin tanımadığı ve bilmediği bir Utbî de şâhid olmuştur.
Nevevî ve diğer büyük İmâmların hâdiseden müstehablık hükmünü çıkarmaları dahî bu ihtimâli kuvvetlendirmektedir. İlim Sem’ânî’nin bildiği ve söylediğiyle sınırlı değildir. O’nun da zâten böyle bir iddiâsı yoktur. Hâdise bir ise, rivâyetler arasında çelişki yoktur. İki şekli de mümkindir.
Mes’elenin Bizce En Mühim Noktası,
Bunca büyük muhaddisler ve müfessirlerce kabûl görmesi ve Kurânın açık âyetlerine ters bulunmaması ve şirk kabûl edilmeyip, güzel bulunarak kitâblarına alınmasıdır. Yani, ulemânın onu, senedi bile aratmayacak telakkî bi’l-kabûludur. Hattâ, mustehab kabûl edilmesidir. Kitablara intikâl edişinden beri, bin seneye yakındır, hiçbir müctehid, muhaddis, müfessir ve fakîh tarafından şirk olarak görülmemesi, kimsenin Nevevî’ye müşrik damgası vurmaması… İbn-i Kesîr’in meşhûr dediği bu hikâyeye hiçbir âlim tarafından karşı çıkılmaması… Bâtıl olmadığında âdetâ sükûtî bir icmâın tahakkuk etmesi gibi yanlarıdır. Bu rivâyetin sıhhat derecesi ise daha sonra gelecek olan başka bir husûstur… Bilenler bilir ki, ulemânın bir haberi telakkî bi’l-kabûlü[85]bir çok yerde isnâddan daha değerlidir.[86]Hâsılı, Utbî’nin haber verdiği bedevi’nin bu işi bir tevessül ve İstiğâse’den ibarettir. Hakîkî fail Allah celle celâlühû’dur.Râbıta yapılacak şahsın kerâmet ehli bir velî olduğuna inandıktan sonra bir mes’ele kalmaz, Ondan tevessül yoluyla bir şey isteyebilirsiniz. Ve siz ey câhil yobazlar!… Hangi İslâm, hangi ilim, hangi irfan ve hangi haya ile bu ameli şirk, ve onu kabûl eden ve bununla amel eden bunca büyükleri müşrik ve kula ibâdet eden kimseler olarak kabûl edebiliyorsunuz?!..
Süâl: İstiğâse câiz ise, bu Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e hâsdır; başkası için câiz olmaz
Cevâb: Asıl olan hasâisden olmamaktır. Olmak ise ‘ârizîdir ve delîle muhtâcdır. Böyle bir delîl de yoktur. Varsa getirsinler. Ama olmayan bir şey getirilemez. O halde mes’ele vârislerine de şâmildir. En fazla olacak olan da hüsnü zannında yanılmasıdır.
Tevessül ve İstiğâse delîllerinin aynı zamanda Râbıta delîli olduğu açıktır. Dolayısıyla Tevessül delîllerinden olarak geçen bu hadîsin de Râbıta delîli olduğu âşikârdır. Çünki; اللهم انى اسألك و اتوجه اليك)  بنبيك… يا محمد انى اتوجه بك الى ربك(Ey Allahım şübhesiz ki, ben Nebîn rahmet nebîsi Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem ile senden istiyor ve sana yöneliyorum. Ey Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem ben seninle Rabbime yöneliyorum Allahim! O’nu benim hakkımda şefâatçı yap…” ifâdelerine iyi dikkat edelim: Ortada bir düâ yani bir zikir var. Bu zikir esnâsında Kabrinde olan Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem için (بنبيك) bi nebiyyike/Nebîn ile deniliyor.  (با) harf-i cerri için yukarıdaki kudsî hadîsde geçen îzâhlar burada da aynen geçerlidir. Yâni,
Bir: İlsaq ma’nâsında ise, Nebînden ayrılmayarak, ona yapışarak senden istiyor sana yöneliyorum. Yani zarûrî olarak hayâlen. İki: Musâhabe/berâberlik ma’nâsında ise, Nebînle beraber olarak senden istiyor sana yöneliyorum. Yani, yine zarûrî olarak hayalen. Üç: İstiâne/vâsıta etmek ma’nâsında ise Nebîn vâsıtasıyla senden istiyor sana yöneliyorum. Kezâ, Hazreti Osmân’ın halîfeliği zamânında Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem Âhirete göçmüş olduğuna göre, şu berâber oluş bizzarûre/mecbûren hayâlen olmuş olur. Dört: Mülâbese/kuşanmak, bürünmek ma’nâsındaysa Nebîni kuşanarak O’na bürünerek senden istiyor sana yöneliyorum. Tabiîdir ki, yine mecbûren hayâlen.
Aynı şekilde, Ey Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem! Senin ile Rabbime yöneliyorum ifâdesi de öyle. (بك) Bike/seninle. Yani, senden ayrılmayarak, veya seninle beraber veya, senin vâsıtanla veya seni kuşanarak, sana bürünerek… Hâliyle hayâlen… Hepsi bir kapıya çıkar: Ma’nevî bir Râbıta
Hâsılı, bu ma’nâların her biri Râbıta ma’nâsında bir nisbette zâhirdir/açıktır. İbâreye şu açık ma’nâlardan başka ma’nâlar verilmesi te’vîl olup böyle bir tasarruf, mâni’ karine bulunduracak yeterli en az bir delîle muhtâcdır. O ise yoktur. Öyleyse te’vîl imkânsız ve bâtıldır. Buna rağmen yapılacak te’vîl, te’vîl değil, telbîs ve tahrîf olacaktır. Bütün bu dediklerimizi ve gösterdiklerimizi gördükten sonra şu hakîkatların inkârı şeytânî bir inâd ve temerrüdden başka bir şey değildir. Vesselâm.
Üçüncü Esas
Râbıta’nın İcmâDelîli
Tenbîh: İcmâ’, Lüğatte, (bazı kere) azm (bir şeyde kesin karar vermek) ve (bazen de) ittifâk (bir şey üzerinde söz birliği etmek) demektir. Istılâhta ise, Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem (Efendimizin) Ümmet’inin bir asırdaki müctehidlerinin bir dînî mes’elede birleşmeleri, söz birliği etmeleridir.[87] Veyâhud,Bir asırdaki Ehl-i Sünnet’in adâlet ve ictihâd sâhibi âlimlerinin (dînî bir mes’elede) ittifaklarıdır.[88]
Ulemânın âmmesi (hemen hemen hepsi) icmâ’ın hüccet (kesin delîl) olduğunu söylemişlerdir.[89]
İcmâ’ın Çeşitleri
İcmâ’ dört çeşittir:
Bir: Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’in bir hâdise üzerinde sözlü icmâ’ı,
İki: Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’den bir kısmının açık ifâdeleriyle onların icmâ’ ettiklerinin söylenmesi, kalanların da susması şeklinde meydana gelen Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim icmâ’ı,
Üç: Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’den bir kavlin bulunmadığı bir mes’elede Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’den sonrakilerin icmâ’ı.
Dört: Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’den sonrakilerin Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’in kavillerinden biri üzerindeki icmâ’ı.
İcmâ’ın Hükmü
Yukarıdaki dört çeşit icmâ’ın birincisi Kur’ân, ikincisi Mütevâtir Haber, Üçüncüsü Meşhûr Haber, Dördüncüsü de Sahîh Haber-i Vâhid gibidir. (Hükmündedir)[90]
Muhammed Refî’ el-Usmânî, Mekânetü’l-İcmâ’ isimli eserinde, İcmâ’ın hüccet oluşuna dâir 44 Sahâbî’nin rivâyetini getirmiş ve el-Mahsûl’de, İcmâ’ın hüccet oluşu Mütevâtir Sünnet ile sâbittir denildiğini nakletmiştir.[91]
Bahsimize gelecek olursak…
Mevlâna Hâlid ve Şeyh Hüseyin ed-Devserî kuddise sirruhumâdan naklen,Râbıta’nın meşrû’ olduğunda icmâ vardır demiştik. Bu sözle, tasavvuf erbâbının ittifâkı ile Ulemânın sükûtî icmâı kasdedilmektedir. Zîrâ icmâ kelimesinin ittifak ma’nâsında da kullanılması Usûl-i Fıkıh’ta bilinmektedir. Hattâ, bunun belli bir zümrenin ittifâkı ma’nâsında dahî kullanıldığı erbâbına ma’lûmdur. Müslim’in, Sahîhinde, sahîhliğinde icmâ edilen hadîsleri rivâyet etmesi gibi. Buradaki icmâ’ onun üstadları olan hadîs âlimlerinin icmâıdır/ittifâkıdır.[92]
Râbıta’nın meşrûluğu icmâ’ ile (de) sâbittir buyuran Mevlânâ Hâlid, Şeyh Devserî ve diğer Tasavvuf erbâbı’nın bunu kasdettikleri, Tasavvuf ehlinin İcmâ’ı, onların yolundakilere yeter şeklindeki sözlerinden de anlaşılmaktadır.
Kaldı ki, yukarıda da işâret ettiğimiz gibi, Râbıta’nın meşrû’ olmayan bir iş olmadığına dâir İslâm âlimlerinin sükûtî (susmakla meydana gelen) icmâ’ları da vardır. Zîrâ zamanlarında meşhûr olan bu amele karşı hiç birinden i’tirâz gelmemiştir. Aksini iddiâ edenlere da’vâlarını isbât lâzim gelir. Bunun yanında, meşrû olduğuna dâir de kimilerinin açık tasvîbkâr ifâdeleri vardır. Öyle ki, îmân akıl ve ilim sâhibi olanlara, hattâ ilme hürmeti olan câhillere bir tanesi bile yeter. Biz ise onlarcasını getirdik.
Dördüncü Esâs
Râbıta’nın Kıyâs Delîli
Kıyâs, Lügatta, takdîr etmek demektir. Usûl-i Fıkıh ıstılâhında ise,illet beraberliği sebebiyle iki zikredilenden birinin (kıyâslananın) hükmü gibisini diğerinde (kendisine kıyâs edilende) de ortaya çıkartmak demektir.[93]
Kıyâsın bir kısmı ittifakla, bir kısmı da Cumhûra göre hüccettir.[94]
Râbıta’nın meşrûluğunu gösterecek bir çok kıyâs getirilebilirse de, biz bir kaçıyla yetinelim:
Birinci Kıyâs:A’mânın secde yerine bakması vesvese ve ğafletin kovulması illetine/temel sebebine dayandığından[95] sünnet olduğu gibi, Râbıta da aynı illetle müstehab olur.[96]
İkinci Kıyâs:Düâ ederken vesvese ve gafleti gidermek için, yol ve yolda dümdüz yürümek ile, okun düşünülmesi ve hayâl edilmesi emredilmesi vesveselerin defedilmesi ve huzûrun te’mîni illeti/temel sebebi ile ise, sâlihlikte kemâl mertebede olduğuna hüsn-i zann edilen kimsenin de akla getirilmesi ve hayâl edilmesi aynı faydayı bir nisbette mutlaka te’mîn eder.
Üçüncü Kıyâs:Mübâhlar iyi maksadlarla iyi hâle geldiği gibi mübâh olduğu farzedilen Râbıta dahî iyi maksadla iyi olmalıdır.
Dördüncü Kıyâs: Şemail kitâblarındaki rivâyetler tasavvur imkânını hâsıl edip sevginin artmasına ve ittibanın kolaylaşmasına sebeb olmakla îcâbının yapılması güzel olduğu gibi, Râbıta da aynı maksadı te’mîn eder. Öyleyse Râbıta da istenen güzel bir şeydir.
Beşinci Kıyâs: Bir çok hadîsden anlaşıldığına göre hakkında lehde ve aleyhde nass bulunmayan bir şeydeki Mürsel maslahat/fayda te’mîn eden şey ulemânın bir çoğunun anlayışına göre o şeyin meşrûiyetinin delîlidir. Râbıta’da dahî -lehinde ve aleyhinde nass bulunmadığı farz edilse bile- bir çok faydasına nice sâlih zâtların tecrübesiyle sâbit bir hayli maslahat-ı mürsele vardır. Öyleyse Râbıta’daki bu maslahat-ı mürsele, Râbıta’nın bir çok müctehide göre meşrû’ olduğuna hüccettir.
Altıncı kıyâs: Müctehidlerden bir çoğunun bir nice âyetten ve hadîsden anladığına göre, hakkında yasaklık delîli bulunmayan ve zararlı olmayan eşyâda asıl olan mübâhlıktır. Râbıta’nın hakkında hiçbir kimse yasaklık delîli getiremediğine ve her hangi bir zararını gösteremediğine göre, Râbıta en azından mübâhtır. Mübâhlar da güzel maksadlarla ibâdet oluyordu. Öyleyse iyi maksadlarla yapılan ve iyi amelere sebeb olan Râbıta dahî ibâdettir. Sâdece şu risâledeki tahlîllerden kalkarak, bu kıyâsları otuza çıkarabiliriz. Lâkin bu babdaki sözü daha da uzatmakta lüzûm görmüyoruz.
Hâsılı, Râbıta Kur’ân’ın ve Sünnet’in umûmlarının yanında İcmâ’ ve Kıyâs ile de meşrû’, hattâ ٍSünnet bir ‘ameldir. Aksi bir iddia ya câhillikten, ya ğafletten, ya sapıtmışlıktan ve hidâyet mahrûmluğundan veyâhud da hâinlikten doğmaktadır. Allah’dan selâmet isteriz.
وَصَلَّى الله عَلَىسيدنامحمد وَ عَلَى اَلِه وصحبه كلما ذكره الذاِكرون وغفل عن ذكره الغافلون
وَ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالمَِين
 

[1] Mâide: 35
[2] Îmân farzların birincisidir.
[3] Küfür ile şirk de harâma dahil olup haramların başındadırlar.
[4]    Tevbe: 119
[5]    Hakkında bir şey söylenmeyen, farzlık, vaciblik, sünnetlik ve diğer fer’î hükümleri açık veya üstü örtülü olarak belirtilmeyen…
[6] Helallik yahut harâmlığına delîl bulunmadığı sürece, bir şeyin hükmü hakkında hareket etmeyip durmaktır.
[7]    Tabiî ki, bulduysanız.
[8]    Buhârî, Sahîh, h:1, Mâlik, Muvatta [İmâm Muhammed rivâyeti, Et-Ta’lîku’l-Mümecced, 3/513, H: 982] v.d. Hz. Ömer radıyallahu anh’ dan.
[9]    Nisa: 69
[10] [Taberânî, İbn-i Merdûye, Ebû Nüaym, Hilye, Zıyâ el-Makdîsî Âişe radıyallahu anha’dan], ed-Dürrü’l-Mensûr: 2/588
[11]   El-İtqân:1/36-37              
[12] Hâlin muktezâsı/gerektirdiği, kısaca anlatma uzunca anlatma, pekiştirerek anlatma, üstü örtülü anlatma v.s. gibi anlatma yolları…
[13] Ya Hanefî Mezhebi usûlüne göre Umûm-i Mecâz veya Şâfîlerin Usûlü ne göre Hakîkat ile Mecâzın cem’i yoluyla bu mümkindir.
[14] Yani bir şeyi haber veren bir haber cümlesi olan bu söz.
[15]   Burada emir ma’nâsı
[16] [Ahmed İbn-i Hanbel, Buhârî, Müslim ve diğerleri], el-Fethu’l-Kebîr:2/475
[17] Yani günümüz kurbağa diliyle “eylem beraberliği”
[18]   Buhârî, Îmân: 4
[19]   İbn-i Mâce, Enes Radıyallahu anh’dan. (3/10-11 H:2147) Câmi’us-Sağîr Şârihi ‘Azîzî şöyle diyor: Ya’ni, kim mübah bir şeyden bir hayır elde ederse, onu bırakmaması, ondan ayrılmaması gerekir. (Azîzî:3/330)
      El-Bûsîrî, şöyle dedi:
       Hadîsin isnâdında Ferve Ebû Yûnus isimli bir râvî vardır ki, O, hakkında ihtilâf edilen biridir. Bunu, Zehebî, El-Kâşif’de söyledi. Ezdî de, “zayıftır” demiştir. İbn-i Hibbân O’nu Siqât/Sağlâm Râvîler isimli kitabında zikretmiştir. Hilâl İbn-i Cübeyr el-Basrî’yi İbn-i Hibbân, es-Siqât’da zikretti ve -eğer ondan işittiyse- Enesden rivâyet etti, dedi. (Zevâid-i İbn-i Mâce: 299 )
İbn-i Hacer de, et-Takrîb’de makbûl olduğunu söyledi. (Zevâid Tahkîkınden:299) Dolayısıyla, hadîs, İbn-i Hibbân’a göre Sahîh, bazılarına göre de Hasendir.
[20] Beyhekî, Enes’den. Azîzî, bu rivâyetin isnâdı Hasendir, dedi: 3/360,
[21] [Ebû Dâvûd et-Tayâlîsî (670), Ahmed b. Hanbel (4/357-358-359), İbnü Ebî Şeybe, (3/109-110), Müslim, Zekât (1/1017), Tirmizî (2675), Tahâvî, Müşkil (243), İbnü Hibbân (3308) Müslimin şartına göre sahîh. Ve bir çokları], Şu’ayb el-Arnaut, el-İhsân Tahkîki: 8/101-102
[22] İbn-Receb, Nevevî ve Ondan önce Ebû Bekr b. Sem’ânî’nin bu rivâyeti hasen bulduklarını söylemiştir. (Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem: 2/150)
     Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem, Muhakkıkı da hadîsi şöyle tahrîc etti: Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem: Dârekutnî: 4/183-184, Tabe rânî el-Kebîr: 22/ 589, Hatîb, el-Fakîh ve’l-Mütefakkıh: 2/9, Beyhakî: (Sünen-i Kübrâ) 10/12-13, Ebû Nüaym, el- Hilye:9/17. Hâkim, sahîh olduğunu söyledi.
[23]   Meryem:64
[24] [Bezzâr ve Hâkim Ebû’d-Derdâ’dan merfû’ olarak. Hâkim, isnâdı sahîhtir, Bezzâr da isnâdı sâlihtir dediler. Benzerlerini, Ebû Dâvud (3800), Tirmizî (1726), İbn-i Mâce (3367) Taberânî (es-Sağîr:1111, el-Kebîr:6124,6159), Dârekutnî (4:298), Beyhaki (10:12) ve diğerleri merfû’ ve mevkûf bir çok yolla rivâyet etmişlerdir.], Geniş bilgi ve tahlîller için İbn-i Receb el-Hanbelî’nin Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem’ine bakılabilir: 2/150-173, Müessesetü’r-Risâle, 1412
[25] [Mâlik, Muvatta (İmâm Muhammed rivâyeti) (983), Buhârî, Sahîh, (H:1), Müslim Sahîh (4904), Ebû Dâvûd (2201), Tirmizî (1647), Nesâî (75), İbnü Mâce (4227)], Et-Tâ’lîku’l-Mümecced:3/513, H: 982 ve İbnü Mâce Tahkîkı (Dâru’l-Ma’rifeh): 4/480-481
[26] Akkirmânî, Şerh-ı Hadîs-i Erbaîn: 14,Tânevi: Keşşâf-ı Istılâhât-ı Fünûn:1/113
[27] Umdetü’l-Karî; 9/241
[28] Nablûsî, el-Hadika: 2/366-385, Seyyîd Ahmed el-Hamevî, Ğemzu Uyûni’l-Besâir Şerhu Kitabi’l-Eşbâh ve’n-Nezâir: 1/78
[29] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned (1/379), Abdullah İbn-i Me’sûd radıyallâhu anhu’dan Hasen bir isnâd ile Mevkûf olarak. Sehâvînin el- Mekâsıd’da (Dâru’l-Kitâbi’l-‘Arabî) (581) ve O’nu taklîd eden ‘Aclûnî’nin Keşfu’l-Hafâ’sında (2/245) iddiâ ettikleri gibi Müsned’de olduğunu söyleyenler yanılmamıştır.
    Hadîsi, Tayâlîsî, Bezzâr, Taberânî Ebû Nüaym ve Beyhekî de rivâyet etmişlerdir. Hâfız ‘Aynî’nin el-Binâye’de yazdığına göre Hâfız İbnü ‘Abdi’l-Hâdî’nin “bu Enes radıyallâhu anhu’dan sâkıt bir isnâdla Merfû’ olarak da rivâyet edilmişdir. Mevkûf Merfû’dan daha sahîhdir” demişdir. (‘Aclûnî Keşfu’l-Hafâ’:2/245)
     Ancak, İbn-i Mesûd’un buradaki mevkûf rivâyeti hükmen merfû’dur. Zîrâ, ictihâdla bilinemeyecek hususlardaki Sahâbî sözleri yani mevkûf rivâyetler muhaddislerin ve diğerlerinin söz birliği ile hükmen merfû’dur. (Leknevî, Zaferu’l-Emânî:321) Hadîsin başı şöyleydi: Şübhe yok ki Allah kulların kalbine baktı da Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’i seçip peyğamberliği ile gönderdi… Allah’dan verilen haberlerin ictihâdla alâkaları olmaz. Rivâyetlerde asl olan Müdrec olmamaktır. Dolayısıyla şu rivâyetin, -“Müslümanların güzel gördüğü…” kısmının Müdrec olduğu isbât edilemedikçe- Merfû’luğu kesinleşmiş olur. Üstelik zayıf yolla bile gelmiş olsa, Merfû’ olan enes rivâyetiyle hadîsimizin merfû’luğu neredeyse kesinleşmektedir.
    
 
[30] Ahmed İbn-i Hanbel: 3/108
     Heysemî şöyle dedi:
     [Bunu, Ahmed İbn-i Hanbel rivâyet ett. Râvîleri Sahîh’in râvîleridir. Bezzâr ve Taberânî de (el-Evsat’ta) rivâyet etmişlerdir ki, isnâdı hasendir.], Mecma’u’z-Zevâid: 3/162
[31] [Ebû Yala, Beyhekî, Şuab, İbnu Ebî’d-Dünyâ, Enes radıyallâhu anh’dan], K. Ummal: 1/418 h: 1782
    [Benzerini, Hakîm-i Tirmizî, Enes radıyallâhu anhu’dan rivâyet etti. Yine benzerini, İbnü Ebî Şeybe, merfû olmayarak rivâyet ediyor], Silâhu’l-Mu’min: 60
[32] Ahmed b. Hanbel, Müsned (H:17921) Abdurrahmân b. Ğanem radıyallâhu anhu’dan. Hadîsin isnâdı, Heysemî (6/93) ve Münzirî’ye (3/499) göre Hasen’dir. Müsned-i Ahned dip notu: 14/31, ( Dâru’l-Hadîs-Kâhire)
[33] Ahmed İbn-i Hanbel, İbn-i Mâce (H:4119, Dâru’l-Ma’rife)), Esmâ binti Yezîd radıyallâhu anhâ’dan], Müsned (Dâru’l
     Hadîs-Kâhire), H:27471, İsnâdı Hasen’dir. Müsned-i Ahned dip notu: 18/598,
       [34] [Beyhakî, İbnu Ömer radıyallâhu anhumâ’dan], K. Ummal: 1/149, H: 1786
[35] [Hakîm-i Tirmizî, İbn-i Amr radıyallâhu anhumâ’dan], Kenzü’l Ummâl: 1/419, H:1787
[36] [Taberânî, el-Kebîr, İbnu Mesud radıyallâhu anha’dan], Aynı yer, H:1789
[37] [Hakîm-i Tirmizî, İbnu Abbas radıyallâhu anhumâ’dan], Aynı yer, H: 1783.
     …Şu son dört hadîsin isnâdlarında zayıflık bulunsa bile toplamları i’tibâriyle en azından Hasen li ğayrihî olurlar. Kaldıki aynı ma’nâdaki ilk iki hadîs zâten Hasen idiler. Dolayısıyla bir müşkil kalmamış oluyor.
[38] [Hakîm-i Tirmizî, Enes radıyallâhu anhu’dan], Aynı yer, H: 1784
[39] Hâkim, Müstedrek, sahîhtir: 3/141
[40]   Hâkim, Müstedrek, Abdullah İbn-i Mesûd’dan: 3/141-142
[41] Şu halde Zehebî, Aliye bakmak ibâdettir rivâyetinin uydurma olduğunu iddia ettiyse de, şâhidi olan Ali’nin yüzüne bakmak ibâdettir rivâyetinin sahîh olduğunu i’tirâf ediyor.
[42] [Meşyeha, şeyh kelimesinin cem’idir/çoğuludur. Nitekim el-Kâmûs’da böyle denilmiştir. El-Hıtta sâhibi (Kannûcî) bunu Mu’cemler arasına katmıştır. Zîrâ O, Mu’cemler ve Meşyehalar’ı açıklarken şöyle dedi: Meşyehalar, Mu’cemler ma’nasındadır. Şu kadar var ki, Mu’cemler’de şeyhler, onlardaki noktalı harflere göre sıraya konulur. Meşyahalar’da bunun aksinedir. Bunu Hâfız İbn-i Hacer demiştir. Şeyhlerimizin şeyhi Muhammed Âbid es-Sindî el-Medenî’nin Sebet’inde (ilim icâzetnâmesinde) böyle geçmektedir. (Hıtta Sâhibinin sözü bitti.) Rabbinin en üstün rahmetine muhtâc olan bu kula (M. Zekeriyya’ya) göre en doğru olan, Meşyeha’nın Müsned karşılığı olduğudur. Zîrâ Müsnedler’de rivâyetler, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim sıralamasına göre toplanır. Bu toplama ister hecâ/alfabe harflerine göre, ister başka bir şeye göre olsun, birdir. Meşyeha ise bir veya daha çok şeyhin rivâyetlerini toplamak(la meydana gelen kitab)dır. Mu’cem ise hecâ harflerine göre yazılan eserdir. İster Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’e göre olsun, isterse Taberânî’nin Mu’cemleri gibi şeyhlere göre olsun, birdir. Bir çok zâtın Mu’cemu’ş-Şuyûh’ları, Yâkût el-Hamevînin Mu’cemu’l-Büldânı ve (İbn-i Kâni’in Mu’cem’s-Sahâbe’si ile) İbn-i Lâl’in Mu’cemu’s-Sahâbesi bu kabîldendir…], M. Zekeriyâ Kândehlevî, Lâmiu’d-Derârî Mukaddimesi, biraz değiştirerek: 45-46
[43] Ahmed b. Muhammed b. Sıddîk el-Ğumârî, Alî b. Ebî Tâlib: 222-224
[44] Aynı eser: 220
[45] Aynı eser: 220
[46] İbnü’l-Cevzî, Telbîsu İblis: 16
[47] Deylemî, Firdevs, Ebû Hureyre radıyallâhu anh’dan, zayıf bir senedle. (Azîzî: 2/257) 
       Bu hadîs’in senedi zayıf ise de, önceki sahîh rivâyetleri takviye için getirilmiştir. Dolayısıyla şu zayıflığın, zayıfı hiçbir şekilde delîl kabûl etmeyenlere göre de burada zararı olmaz. Zîrâ mücerred tak viye içindir.
[48] Nazar, bir nesneye bakıp düşünmektir. (Sıhâh Tercümesi Vankulî, NZR maddesi)
[49] Silefî, İntihâbu Hadîsi Ferrâ’da, Hz. Alî’den. Râvîleri sağlamdır. (Kenzü’l-Ummâl, 9/172, H: 25560)
[50] Ahmed İbn-i Hanbel, (6636,7048), Buhârî, el-Edebu’l-Müfred (S:41) Heysemî, Mecmau’z-Zevâid’de, bunu Ahmed İbn-i Hanbel rivâyet etti. Râvîleri -bazılarındaki bir parça zayıflığa rağmen- sağlam bulunmuşlardır. Hadîsi Taberânî de rivâyet etmiştir, dedi. (Müsned-i Ahmed İbn-i Hanbel : 6/195, Dip Notu)
[51] Buhârî, Âişe’den, Ahmed İbn-i Hanbel, Müslim, Ebû Dâvud Ebû Hureyre’den, Taberânî, (el-Kebîr’de) İbn-i Mes’ûd’dan. Radıyallahu anha ve anhüm. (Kenzü’l-Ummâl: 9/6)
[52] İmâm Süyûtî, el-Haberu’d-Dâll: 31-32
[53] İmâm Rabbânî: Mektûbât: 1/188, Mektûb: 216
[54] Müslim, Hanzala İbnü Rubeyyi’ el-Useydiyy radıyallahu anhu’dan, Mişkât ve Hâşiye-i Mişkât: 198, Kadîm-i Kütübhâ   ne, Karaçi-Pâkistân.
[55] Aynı yer
[56] Yûsuf aleyhisselâm sûresi: 24
[57] Hâkim, el-Müstedrek. Hâkim bu rivâyet, Buhârî ve Müslim şartlarına göre sahîhtir, dedi. Zehebî de Müstedrek Telhîs’inde O’nu (Hâkim’i) tasdîk etti: 2/346
[58] Bu rivâyetin bütün tarîkleri/yolları değil de bazı tarîkleri sahîhtir. O halde bazı câhiller, işin aslını bilmeyen iyi niyetlileri aldatmaya kalkışmasın.
[59]   İbn-i Cerîr, Câmiu’l-Beyân:16/41-49 (H:19042-19083)
[60]   Ed-Dürrü’l-Mensûr: 4/520-523
      Şu rivâyet münâsebetiyle, bilir bilmez bir şekilde Mevlânâ Hâlid kuddise sirruhû efendimizin birilerince karalanma sına, gelecek makâlede cevâb verilecektir.
[61] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned; 5/214, Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 4/354, İbn-i Hibbân, Sahîh, El-İhsan; 16/99.
    Şeyh Şuayb el-Arnaut, bu metni, bir çok hadîs mecmû’asından tahrîc etti ve kimi isnâdlarının zayıf olduğunu söylediyse de, şurada bu hükümleri üzerinde O’nunla münâkaşa etmeyeceğiz. Zîrâ O, isnâdların bazılarının sahîh olduğunu i’tiraf etmiştir. Onlardan bir kısmını buraya almakla iktifâ edeceğiz: İbnü Ebî Şeybe, 11 /78, İbn-i Sa’d, 4/380-381, Ahmed İbn-i Hanbel:5/214-215, Nesâî, el-Kübrâ: ((4/ 354)) Hammâd İbn-i Seleme yolundan, Ebû Ca’fer el- Hatmî’den, O, Umâre İbn-i Huzeyme İbn-i Sâbitten, O, Babası Huzeyme İbn-i Sâ bitten…. Bu, râvîleri sağlam olan sahîh bir seneddir. Yine, Taberâni bu isnâdla rivâyet etti: (3717). Heysemî, Mecmau’z- Zevâid’de (7/182), râvîleri sağlamdır, dedi. (El-İhsân: 16/100, Dip Not)
[62] Ahmed İbn-i Hanbel, İbn-i Mâce, Esmâ binti Yezîd’den,
     [63] [Ahmed İbn-i Hanbel, (12/226 H:15486), Taberâni, el-Kebîr (Mecmau’z Zevâid:1/89), el-Evsat, (Mecmau’z-Zevâid: 1/58),], Kenzü’l-‘Ummâl:1/42 H:101 Kezâ, [Hakîm-i Tirmizî, Nevâdiru’l-Usûl, Amr İbn-i Cemûh radıyallahu anhu’dan, “Hey!.. Şübheniz olmasın ki, kullarımdan dostlarım, yarattıklarımdan da sevdiklerim…..” lafzıyla.] Kenzu’l-‘Ummâl: 1/440. H:1902   
[64] Heysemî, Mecma’uz-Zevâid:1/88
[65] Müsned hâmişi: 12/226
[66][Âl-i Teymiyye, El-Müsvedde :473], Edîb el-Kemdânî
      [67] Molla Câmî, Hâmişi Şevket: 253, Muğnî’l-Lebîb:1/88, Radî: 2/329, Fevâtihu’r-Rehamût:1/242, Menâfiu’d-Dekâik: 106
[68] Muhtâru’s-Sıhâh: 222
[69] İmâm Kevserî şöyle diyor: Bu hadîsi Taberânî, el-Kebîrinde rivâyet edip isnâdının sahîh olduğunu söyledi ve Heysemî Mecmau’z-Zevâid’inde O’nu tasdîk etti. Ondan evvel Münzirî et-Terğîb’de, ondan da önce Ebû’l-Hasen el-Makdisî ikrâr etti. Bunu Ebû Nüaym da el-Ma’rife’de ve Beyhakî isnâdları sahîh olan iki tarîk ile rivâyet etmiştir. (Makâlât:391) Bu rivâyetin sahîh olduğunu İbn-i Teymiyye de Ebû ‘Abdillâh el-Makdisî’den naklederek kabûl etmektedir. Hulâsa olarak şöyle demektedir:Taberânî Osmân b. Ömerin bunu Şu’beden rivâyet etmekte tek kaldığını söylediyse de bu doğru olmayıp, hadîs Ravh b. ‘Ubâde tarafından da sahîh bir isnâdla rivâyet edilmiştir. (Et-Tevessül ve’l-Vesîle:98)
[70] İmâm Sübkî, Şifâu’s-Sikâm: 146-149
[71] İmâm Kevserî, Mahku’t-Tekavvül (Makâlât’ı içinde): 395
[72] [Beyhekî, Beyhekî tarikiyle es-Sübkî, Buhârî, Târihinde Ebû Sâlih Zekvân’dan kısaltılmış olarak, İbnü Ebî Hayseme, bu vecihden uzun olarak. Bu zât, Hâfız, Hüccet ve sika biridir. İbnü Ebî Şeybe, el Musannef (6/356-357, H: 32002). İbn-i Hacer, el-Feth’de (2/338) bu rivâyetin isnâdının sahîh olduğunu söyledi.], Kevserî(nin, Mahku’t-Tekavvul başlıklı makâlesinden kısaltarak), Makâlât: 388-389
[73] [İbn-i Kesîr, el-Bidâye, 6: 324], Mâlikî, Mefâhîm: 152
[74] Mısbâhu’z-Zalâm Muhakkıkı, bu rivâyeti İmâm Zehebînin, Siyeru A’lâmi’n-Nü belâda (16/400), Tâcüddîn es- Sübkînin de, Tabakâtü’ş-Şâfiiyyeti’l-Kübrâda (2/251) zikrettiğini söylemiştir. (Mısbâhu’z-Zalâm: 61)
[75] Mısbâhu’z-Zalâm: 21
     [Bu rivâyeti, benzeri bir lâfızla şu İmâmlar da rivâyet etti: İmâm Beyhakî, Şuabu’l-Îmân’da :3/495,(4187), İmâm İbn- Kesîr, Tefsîrinde: 2/306, İmâm Kurtubî, Tefsîrinde: 5/265, İmâm Nesefî, Tefsîrinde: 1/234, İmâm İbn-i Kudâme, el-Muğnî’de: 3/557, İmâm İzz İbn-i Cemâa, Hidâyetü’s-Sâlik’de: 3/1383, İmâm İbnü’l-Cevzî, Müsîrul-Ğarâmi’s-Sâkin’de: 2/301, İmâm Sâlihî Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd’da: 12/380, İmâm Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ’da: 4/1361, İmâm Ebû’l-Yümn İbnü Asâkir, İthâfu’z-Zâir: 68-69, İmâm İbnü’n-Neccâr, ed-Dürretü’s-Semîne: 224, İmâm İbn-i Hacer el-Heytemî, Tühfetü’z-Züvvâr: 55], Mısbâhu’z-Zalâm’ı tahkık edip neşreden kişi: Aynı sahîfe.
[76] Mısbâhu’z-Zalâm: 22-23
[77] [El-Îzâh: 498, el-Mecmû’: 8/ 276], Mefâhîm: 157
[78] [El-Muğnî:3/556], Mefâhîm: 157
[79] [Tefsîr-u Kuran-ıl-Azım, Şâyet onlar kendilerine zülmettiklerinde…. âyeti tefsîrinde], Mefâhîm: Aynı yer
[80] [El-Muğni, 3: 556], Mefâhîm: Aynı yer
[81] [Şerh-i Kebîr, 3: 495], Mefâhîm: Aynı yer
[82] [Keşşaf-ul-Kınâ’, 5: 30], Mefâhîm: Aynı yer
[83] [Benzerini Hz. Ali’den (El-Câmi, 5: 265)], Mefâhîm: Aynı yer
[84] [El-Mecmû’, 8: 274], Mefâhîm: Aynı yer
[85] Bir rivâyeti âlimlerin çoğunun kabûl edip alması.
[86] Zafer Ahmed el-Usmânî, Kavâid fî Ulûmi’l-Hadîs (İ’lâ Mukaddimesi): 39
[87] Teysîru’t-Tahrîr: 3/224.
[88] Ahsenü’l-Havâşî Hâşiyetü Usûli’ş-Şâşî: 78.
[89] +Şerhu’l-Muğnî (Usûl-i Fıkıh’daki): 2/80.
[90] Usûlü’ş-Şâşî’den kısaltılarak: 78-79
[91] [El-Mahsûl (4/109)], Muhammed Refî’ el-Usmânî, Mekânetü’l-İcmâ’: 20
[92] Kevserî, Şurûtu’l-Eimmeti’s-Sitte (hâşiyesi): 20
[93] Seyyid Şerîf Cürcânî, Ta’rîfât, kıyâs maddesi:
[94] Zâhîrîler, kıyâsın bir kısmını inkâr edip ondan uzak dursalar da bir kısmını başka isimler vererek kabûl eder ve yaparlar.
     Bu mes’elenin iyi anlaşılması için biraz tafsîlâta ihtiyâc vardır;
    Tahkîk-i Menât: Bunun iki sûreti vardır.
    Birincisi nassla veya İcmâ’ ile sâbit küllî kâidedir. Müctehid bakar. Hakkında nass gelmemiş cüz’î bir şey nassla sâbit olan küllî hükme dahil midir, değil midir? Eğer dahilse, fer’ aslın hükmünü alır. Mesela: Şâyet ihramlı bir kişi ihramlıyken av yaparsa elbette ona Kur’ân’ın nassıyla, “avladığı av gibi” bir ceza vâcib olur. Keffâretin “av gibi” oluşu, hakkında kat’î bir delîlin geldiği küllî bir kaidedir. İşte bu yüzden müctehide vâcib olan sığırın vahşi sığır gibi olup olmadığına dair hükmü belirtmektir. Aynı şekilde kıbleye dönmek kesin nassla vâcibtir. Lâkin kıblenin belli bir yerde tayin edilmesi menâtın tahkîkidir. Kadının nafakası koca üzerine Kur’ân nassı ile vâcibtir. Lâkin nafakanın muayyen bir miktarla hususi bir hükümde takdir edilmesi karı kocanın hallerine ve hayatlarının seviyesine bakmakla o zamanın ve toplumun şartlarına riâyet etmekledir ki bu Tahkîk-i Menât’tır.
      Tahkîki Menât’ın ikinci sûretine gelince, hükmün illeti nassla veya İcmâ’ ile sabittir. Müctehid, hakkında nass gelmemiş şu vâkıada aslın illetinin bulunup bulunmadığına bakar. Asılda gerçekleşen illetin fer’de de gerçekleşmesini isbât etmek de Tahkîk-i Menât diye isimlendirilir. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den kedi hakkında şöyle bir rivâyet gelmiştir. Şüpheniz olmasın ki o pis değildir. Zîrâ o tavvâfîn ve tavvâfâttandır. (İnsanların arasında çokça dolaşanlardandır) Yani, bu nassın ışığında kedinin artığının pis olmamasının temel sebebi, evlere sürekli girip çıkmasıdır. Lâkin bu temel sebeb farede, yahud evlerde sürekli dolaşmakta olan yer haşerelerinde de gerçekleşir mi, veya gerçekleşmez mi? İşte müctehidin üzerine vâcib olan iyice düşündükten sonra bu mes’elede hükmünü vermesidir.
      Tenkîh-i Menât: Şerîat sâhibi hükmü sebebine dayandırır. Fakat o sebeble beraber hükümde te’sîri olmayan başka vasıflar da zikredilir. İşte müctehidin üstüne lâzım olan, (Bir): Hükmün üzerine kurulu olduğu temel sebebin ne olduğunu belirtmekte, (İki) : Hükümde te’sîri olmayan vasıfları çizmekle, hükmü, hakkında nass gelmeyen, dallar ve cüz’ilere -hükmün üzerine bina edildiği temel sebebin bulunmasından dolayı- geçirmekte bütün ilmî gücünü sarf etmesidir.
       Bunun misâli şudur: Hadîste gelmiştir ki, bedevînin birisi Resûlüllah sallellahu aleyhi ve sellem’e geldi ve helâk oldum ya Resûlellah dedi. Bunun üzerine Resûlüllah sallellahu aleyhi ve sellem ona ne yaptın buyurdu. O da Ramazan’ın gündüzünde kasten ailemle cim’a ettim dedi. Resûlüllah sallellahu aleyhi ve sellem de ona bir köle âzâd et buyurdu.
       Bu hadîste iyice düşünmekle şu ilerdeki hususlar açıkça ortaya çıkacaktır. Soruyu soranın bir bedevî oluşu, cim’anın belli bir Ramazan ayında oluşu, cim’anın gündüz oluşu ve cim’anın kendi ailesi ile oluşu. Bu hadîsede keffaret vermek için gerekli olan temel sebeb şudur: Şerîate göre mükellef olan bir kimsenin herhangi bir Ramazan’ın gündüzünde herhangi bir kadınla cim’a edişi. Bu cimayı yapanın bir bedevî oluşu, cim’a edilen kadının cim’a edenin karısı oluşu, hâdisenin o senenin Ramazan’ında oluşu, bütün bunlar rastgele vasıflar ve kayıtlardır ki, keffâreti gerektirme hükmünde bunların te’sîri yoktur. Hükmün illetinin temel sebeb oluşta katkısı olmayan vasıflardan ayrılıp çıkarılması Menât’ın yani temel sebebin ayıklanması ve ortaya konması kabul edilir. İşte bundan dolayı Şâri’in hükmü o kişiye bağlı olmayıp genel olur, genişler ve kendisinde aslın illeti bulunan diğer dallara da geçer.
      Tahrîc-i Menât: Şerîat Sâhibinden belli bir mes’elede bir hüküm gelmiştir. Fakat o bu hükmün temel sebebini açıkça söylememiştir. İşte müctehidin mes’ûliyetinden birisi de ictihadı ile bir illet ortaya çıkarması, sonra da hakkında nass gelen hükmü ikisinin de temel sebebin aslında ortak olduklarında diğer cüz’îlere (hakkında nass bulunmayan mes’elelere) de geçirmesidir. Meselâ Resûlüllâh sallellahu aleyhi ve sellem faizin harâmlığını buğday, arpa, tuz, hurma, altun ve gümüşten ibaret olan altı maddede açıkça ifâde etmişlerdir. Faizin harâmlığı için sözü edilen şu maddelerdeki temel sebebte iyi düşünmek lâzımdır.
      Şâyet şu hükmün sebebi kesinleşirse, diğer maddeler de -onlarda o sebebin kendisi bulunduğu zaman- faize mahal olur.
      Hadîsin lafızları ileride geleceği şekildedir:
      Altuna altun, gümüşe gümüş, buğdaya buğday, arpaya arpa, hurmaya hurma, tuza tuz, misli misline tastamam aynı olacak ve elden ele olacaktır. Bu sınıflar farklı olduğu zaman, eğer elden ele olursa, nasıl istiyorsanız öyle satınız. (Bunu Müslim ve Ahmed ibn-i Hanbel Ubâde b. Sâmit radıyallâhu anh’den rivâyet etmişlerdir.)
      Müctehidler şu altı maddeye dikkatlice baktıklarında kimileri altun ve gümüşün para cinsinden, kalan dördünün de yenilecek eşya cinsinden olduğunu gördüler. Bu sebeble de harâm hükmünün temel sebebi olarak bunlardan para oluşla, yiyecek maddesi oluşu çıkardılar. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe rahmetüllâhi aleyh de şu altı maddenin her birisinin ölçülen ve tartılan maddeler olup her birisinin cinsi karşılığında fazla bir şekilde satılmasının men’ edildiğine kanâat getirdi. Böylece illetin çıkarılmasında ictihaddan ve fikrini iyice kullandıktan sonra harâm kılma hükmü için esas olanın cinsin ve miktarın olduğuna, bundan dolayı da pirincin pirinç karşılığında, birisinin fazla olarak satılmasının harâm olduğuna vardı. Hükme temel sebeb olması için illeti söylenmeyen nassla sâbit olan bir hüküm için münâsib olan sebebi çıkarmak, Tahrîc-i Menât yani temel sebebin ortaya çıkarılması diye isimlendirilir.
    Tahkîk-i Menât’ın birinci çeşitine gelince… Bu, hakkında nass bulunmayan cüz’înin, nass yahud da İcmâ’ ile sâbit olan küllî hükme dahil olması demek idi ki, bunda anlaşmazlığa hiçbir mecâl yoktur. Tahkîk-i Menât’ın ikinci çeşidine ve aynı şekilde Tenkîh-i Menât’a gelince… Bunlar da âlimlerin çokları ve Kıyâs’ı inkâr edenlerin ekserîsi katında kabul edilen hüccetlerdendir. Tahrîc-i Menât’a gelince… Bu da âlimlerin çoğu katında sâbit (bir hüccet) ise de, Zahirîler bunu inkâr etmektedirler. [Geniş bilgi için Şâtıbî’nin Muvâfakât’ına ve İbn-i Kudâme el-Makdisî el-Hanbelî’nin Abdülkâdir Bedrân haşiyesi ile olan Ravzatü’n-Nâzır ve Cünnetü’l-Münâzır isimli kitabının Kıyâs bahsine mürâcaat edilsin: 2/229-234] (Kâsimî, Fıkhu’l-Müşkilât: 85-88)      
[95] Şu emrin illetinin ta’yîn ve tesbîti nassla bildirilmese de Tenkîh-i Menât ve ya Tahrîc-i Menât iledir ki, her ikisi de Cümhûra göre kıyâsa medâr olabilir.
[96] Devserî, er-Rahmet-ul-Hâbıta, Mektûbat-ı Rabbânî Kenarı:1/224 Şeyh Devserî Şâfiî idi.

PDF'e AktarYazdır

BİR CEVAP BIRAK

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen buraya isminizi yazın