PAYLAŞ
PDF'e AktarYazdır

SÜNNET ANLAYIŞIMIZDA HABER-İ VÂHİD’İN YERİ NEDİR?


اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِّيمِ
 بِسمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِّيمِ
 اَلْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعاَلَمِّينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ
 سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَأٰلِهِّ اَجْمَعِّينَ
Bundan sonra…
Bu husûs, içinde yaşadığımız zamân, zemîn ve şartların doğurup büyüttüğü ilmî ve îmânî sapmalar ve heyelânlar/erozyonlar göz önünde bulundurulursa, bilhassa günümüzde iyice açıklık kazanması îcab eden bir husûstur. Bakınız, Mu’tezileyi yeniden keşfeden ve zamânın şartlarına uyacak bir şekliyle canlandırmaya çalışanlardan birisi olan sayın M. Hayri Kırbaşoğlu ne diyor:
Kâdî Abdulcabbâr’ın aşağıdaki değerlendirmelerine tamamen katılıyoruz. Ona göre bir şey, Rasulullah tarafından yapıldığı veya söylendiği kesinleştikten sonra Sünnet adını alabilir ve delîl yerine geçer. Rasulul-lah’tan nakledilen âhâd haberlerde sıhhat şartlarını taşımaları durumunda sadece örfen, (‘alâ vechi’t-tâ’âruf) Sünnet adını alabilirler. Çünkü yalan ihtimali bulunduğundan haber-i vâhid için “Rasulullah şöyle buyurdu..” demek mantıken yanlış olacağından, ihtiyâten “O’ndan şöyle rivâyet edildi..” demek daha uygundur. (Fadlu’l-i’tizal, s. 185; Şerhu usûli’l-hamse, s. 89) Bir başka eserinde de benzer şeyleri söylemektedir: “Rasulullah şöyle buyurdu”, şeklinde kesinlik ifadesi kullanılmayıp “Rivâyet edildiğine göre Rasulullah’tan şöyle haber verildi; Rasulullah’tan şöyle nakledildi..” gibi ihtimâl ifadeleri kullanılmalıdır. (el-Muğnî fî ebvâbi’t-tevhîd ve’l-adl, XVII. 383-384)[1]  (Nakil son buldu.)
Buna göre Mütevâtir olmayan/Haber-i Vâhid rivâyetlerle fıkhî hükümler sâbit olmaz. Mütevâtirler ise, onlara göre ya hiç yoktur; veya yok denecek kadar azdır. Öyleyse insanlar İslâm’ın büyük bir kısmından -hâşâ-kurtuldular demektir. Âyetler ise, artık istenilen yana çekilebilecek hâle getirilmiştir. Mu’tezile sapıklarından olan Abdulcabbar’ın ve Onun şurada dediklerine tamâmen katılan Kırbaşoğlu’nun kanâatleri onların olsun. Sünnet kervânının âlimleri ve yollarından gidenler bu rivâyet edildi, veya rivâyet edildiğine göre gibi ifâdeleri sahîh ve hasen için değil de sadece zayıf rivâyetler için kullanırlar.
Bütün bu Ehl-i Sünnete karşı yapılan ve geliştirilen karıştırma ve vesveselerin savulması için sâhib-i salâhiyet kimselerin son derece ğayretli, hassas ve vazîfesini müdrik hareket etme mecbûriyetleri vardır. Biz kendimizi yeter mikdârda şu işe ehil görmesek de, biznillâh Ehl-i Sünnet muârızlarına yeter de artarız. Gücümüzü, temsîl etmeye mecbûr bırakıldığımız hak ve ulvî olan da’vâdan almaktayız. Hak’dan yana olan, haddi zâtında zayıf bile olsa hâlen kuvvetli ve nihâyette ğâlibdir. Hakîkî İslâm anlayışı olan Ehl-i Sünnet’in böylesine garîb ve yetim kaldığı ve bırakıldığı zamân ve şartlarda hak ve hakîkat, büyüklerin yolundaki kifâyetsizlerin dilinde ve kaleminde de tecellî eder. Hem, iş daralınca genişler kadıyye-i muhkemesi ayni zamanda bir fizik kânûnu olmakla ilâhî bir düstûr değil midir?!… Daha ne?…
Bütün bunlardan cesâret alarak Haber-i Vâhid’i bir takım yanlarıyla açıklamak için şu makâleyi -inşâellah- bir mukaddime, üç mes’ele ve bir netîce çerçevesinde ele alacağız:
Mukaddime, bahsimizin nazikliği ve husûsen günümüzdeki kullanılışının arka planı hakkındadır.
Birinci mes’ele, Haber-i Vâhidin, yani Mütevâtir olmayan Hadîs rivâyetinin delîl olma ağırlığı var mıdır, varsa, nedir, ilim mi ifâde eder, zann mı? mes’elesidir.
İkinci mes’ele, Haber-i Vâhid,akâidde mu’teber delîl olur mu, olmaz mı ve bu mes’ele, icmâî midir, değil midir, yani âlimlerce üzerinde söz birliği edilmiş midir, edilmemiş midir? husûsudur.
Üçüncü mes’ele, Haber-i Vâhid akâidde, delîl olmaz sözünü söyleyenler, bunu mutlak olarak mı, mukayyed olarak mı, yani sınırlandırmaya gitmeden mi, sınırlandırarak mı? söylüyorlar, mes’elesidir.
Netîce de, bu sözü, üzerinde icmâ’ edilen ve mutlak, yani, bütün inanç mevzû’larını içine alan bir hüküm olarak kabûl edenlerin, bu kabûlünün ucunun nereye varacağı ve bu noktada Ehl-i Sünnet çizgisindeki gayretli Mü’minlerin yapması gereken nedir? sorusuna aranan bir cevâbtır.
Tevfîksadece Allah’tandır.
Mukaddime
Mütevâtir olmayan hadîslerin, yani Haber-i Vâhidin akâid’de delîl olup olmayacağını, ilim adamlarının irdelemesi, ne kadar gerekli ve faydalı ise, kendini âlim gösteren veya birilerince âlim olarak gösterilen, satılmış, yâhud kiralanmış, yâhud da gönüllü olarak sahibinin sesi olmuş işbirlikçi ve işbitirici câhillerin ağıza alması o ölçüde nazik ve tehlikelidir. Günümüzün, beyni ve yüreği istîlâ altında olan âlim pozlarındaki câhillerinin, bu sözü dile dolamalarının, dev aynasındaki şu cücelerin, küfür otoritelerinin okus pokus mercekleriyle kürre olarak gösterilen bu zerrelerin, âlimlerin şu sözünü, canlarının açmak istedikleri her bir şer kapısı için maymuncuk olarak kullanmalarının arka planı nedir? Bunun iyi bilinmesi ve net bir şekilde görülmesi lâzımdır.
Silahlar ve ilaçlar, akıllı, reşîd ve ehil kimselerce, yerinde kullanıldıklarında, lüzumlu ve faydalı iseler de, akılsızlar, çocuklar ve ehil olmayanların elinde lüzumsuzluğun da ötesinde kendine ve çevresine zarar, hatta bazen felâket getiren belâ ve musîbetlerden başka bir şey değildirler.
İslâm âlimlerinin bir kısmının kitâbla-rında, Haber-i Vâhid veya, Haber-i Âhâd’lar akâid’de delîl olmaz veya yeterli delîl değildirler, veya mu’teber delîl değildirler.gibi sözler geçer. Bu tür sözleri, sâhiblerinin, onunla ne demek istediklerini bilir bilmez bir şekilde, insanları Sünnet çizgisinden uzaklaştırmak isteyen, veya neyin nereye varabileceğini hesap edemeyenlerin, canlarının istediği, nefislerinin arzuladığı, veya münasib düştüğünü zannettikleri yerlerde, olur olmaz bir biçimde kullandıklarını görmekteyiz. Şeytanın, nefs-i emmârelerinin, cehalet ve firâsetsizliğin mahkûmu olan çeyrek akıllarını ve azgınlaşan hevâlarını putlaştıran, nâmütenâhî (sonsuz) derinlik ve enginlikte olan ölümsüz mutlak hakîkatları kuş beyinlerine yerleştirmeye çalışan, çoğunlukla sahibinin sesi ve ırgatı olan günümüzün sünnetsiz bid’atçılarının her sıkıştıkları yerde can simidi gibi yapıştıkları her sıkıştırıldıklarında da kalkan olarak kullandıkları bu kendisiyle bâtıl murad edilen (bir çok âlime göre) hak olan sözün ne demek olduğunu, Sünnet çizgisindeki, Rebbânî âlimlerin sözleriyle anlatmaya çalışacağız İnşâellah.
Bu husûsun iyice açığa çıkması gerekir. Zîrâ, bid’atçi sapıklar, âhir zamânda Îsâ aleyhisselâm’ın ineceği, Sihrin aslının olduğu ve Yıldızların şeytanları kovaladığı gibi mes’elelere dâir gelen Kur’ân ve Sünnet haberlerinin ve Ehl-i Sünnet’e âid görüşlerin bir çoğunun inkâr ve ibtâlini hep bu esasa dayandırmaktadırlar.
 
 
Birinci Mes’ele
Mütevâtir olmayan haberlerin, yani Haber-i Vâhidin ilim bildirip bildirmemesi mes’elesine girmeden önce birkaç noktaya açıklık getirelim.
Birinci Nokta
Mütevâtir Haber, râvîleri, çoklukta yalanda birleşmelerini âdetin imkânsız bulacağı bir sayıya varan ve (bu imkânsız bulma) devâm eden, böylece başı sonu gibi, ortası da iki tarafı gibi olan haber demekdir.[2]
Mütevâtir Haber: Yalanda ittifâk etmelerini âdet’in imkânsız bulacağı kalabalığa varan bir topluluğun (baştan sona, en az kendisi gibi bir topluluktan) verdiği, hisler (duyma, görme, dokunma, tadma ve koklama) ile bilinebilecek bir haber, demektir.[3]
Kur’ân-ı Kerîm bir çok âyette tevâtürle hâsıl olan ilmi görmek ve şâhid olmak kelimeleriyle anlatmıştır. Allah celle celâlühû Nebîsi sallallâhu aleyhi ve sellem’e hitâb ederek şöyle buyurdu:
Görmedin mi nasıl yaptı Rabbin Fîl Ashâbı’na?![4]
Görmedin mi nasıl yaptı Rabbin Âd(kavmin)e?![5]
Allah celle celâlühû Mekke halkı hakkında da şöyle buyurdu:
Görmediler mi onlardan önce nice asırlar(ın halkın)ı helâk ettiğimizi?![6]
Şurası apaçık bir şeydir ki, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in bizzât kendisi sözü edilen hâdiseleri görmemişti. Çünki hepsi O’nun pâk doğumundan önce vukû’ bulmuştu.
Âd ve diğer kavimlerin azâbı ise Fîl Vak’ası’ndan binlerce sene evvel meydana gelmişti. Bu sebeble, ne Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in ne de Mekke halkının bu vak’aları görmesi mümkin olamaz. Ancak bunların ilmi asırlar boyu aralarında tevâtürle aktarıla gelmiştir. Sonra Allah celle celâlühû, tevâtürle hâsıl olan bu ilmi, tevâtürle gelen kesinliğine hükmedilen ilmi[7] görmeyle sâbit olan gibi (kesin) olduğuna işâret etmek için fiilî müşâhede/şâhid olma, görme ifâdesiyle haber vermiştir.
Mütevâtir Haber iki çeşittir; Lafzî Mütevâtir ve Ma’nevî Mütevâtir:
Lafzî Mütevâtir:
Tevâtürde aranan kalabalığın aranan şartlarla aynı lafızla verdikleri haber demektir.
Cezâirî şöyle diyor:
Lafzî Mütevâtir haber öyle bir haberdir ki, râvîlerin lafızları onda aynı olur. Falancı falan şehri fethetti demeleri gibi: İsterse bu lafız ile veya onun yerine geçebilecek kastedilen ma’nâyı açıkça anlatacak bir başka lafız ile olsun, değişmez.
Ma’nevî Mütevâtir râvîlerin bir kısmının bir vakıayı, diğerlerinin de başka bir vakıayı rivâyet etmeleriyle değişik lafızlarla rivâyet etmiş oldukları haberdir. Şu kadar var ki, bu vakıalar bir kadri müştereki içinde bulundurmaktadır. Bu ortak miktara ma’nevî tevâtür veya ma’nâ yönüyle tevâtür denilir. Bu bir kimsenin Hâtem’in 100 dinar, başka bir kimsenin 100 deve, başka bir kimsenin 20 at ve başka başka kimselerin ve devam edecek şekilde hibe ettiğini rivâyet etmeleri ve bunun böyle devam etmesi, nihâyet râvîlerin tevâtür sınırına ulaşması gibidir. Bu haberler bir şeyde ortaktır. O da Hâtem’in malından bir şey hibe ettiğidir ki, bu cömertliğinin delîlidir. Bu ma’nevî tevâtür yoluyla sabittir.
Bu şöyle îzâh edilebilir. Bu haberler bir işte müşterektir. O iş de Hâtem’in cömert oluşudur. Zîrâ o haberlerden birini açıkça rivâyet eden bu ortak noktayı îmâ yoluyla rivâyet etmiştir. Tevâtür sınırına ulaşınca da bu ortak nokta -ki bu onun cömertliğidir- tevâtür yoluyla rivâyet edilmiş olur. Şu kadar var ki, bu ma’nevî tevâtür kabîlindendir.
Bazıları da demişlerdir ki bu şöyle îzâh edilmelidir: Şu râvîlerin tamamı yalan söylememişlerdir. Aksine onlardan bir tanesi mutlaka doğru söylemiştir. İş böyle olunca bu haberlerden bir haber doğru olmuştur. Onlardan birisi doğru olunca onun cömert olduğu sâbit olmuştur. Ama birinci îzâh tarzı daha kuvvetlidir. Çünki cömertlik bir defa da sâbit olmamıştır.
Bazı usûl âlimleri şöyle demiştir:
İlim ifâde etmeyen haberler bazen bir küllî ma’nâda ortak olurlar. Râvîlerin tamamı tevâtür haddine ulaşınca da şu küllî, tevâtürle rivâyet edilmiş olur. Bu şuna benzer. Bir cemaat Hazreti Ali radıyallahu anh’ın bir vak’a da şu kadar düşman öldürdüğünü nakleder, başka bir cemaat de başka bir vak’ada şu kadar düşman öldürdüğünü nakleder ve bu böyle devam eder gider. Râvîler tamamı itibarıyle tevâtür haddine ulaşınca, bu haberler arasında olan müşterek ma’nâ -ki o Hazreti Ali’nin yiğitliğidir- tevâtürle yani ma’nâ cihetiyle tevâtürle rivâyet edilmiş olur. Her ne kadar o haberlerin her biri Âhâd yolla rivâyet edilmiş olsa bile. Sen buna, bu hadiselere benzer şeyleri kıyas et. Ahnef’in mülâyimliği, İyas’ın zekası gibi.
İbn-i Hâcib diye tanınan Şeyh Cemaleddîn Ebû Amr Osman Müntehâ’l-Vusûl ve’l-Emel fî İlmeyi’l-Usûl ve’l-Cedel isimli eserinde şöyle demiştir:
Vak’alardaki tevâtürde, haber verenlerin haberleri değişik olduğu ve tezammun yâhud iltizâm cihetiyle müşterek bir küllî ma’nâyı şümûlünde bulundurduğu zamân bununla ilim hâsıl olur. Antere’nin muhârebelerindeki, Hâtem’in cömertliğindeki ve Hazreti Ali’nin yiğitliğindeki vak’alar gibi…
İmâm Ebû İshak İbrâhim Eş-Şîrâzî el-Lüma’ isimli eserinde şöyle demiştir:
Bilesin ki, haber iki çeşittir; Mütevâtir ve Âhâd. Mütevâtir; verdiği bilgi kaçınılmaz olarak bilinen bir haberdir. Bu da iki türlüdür: Lafız yönünden mütevâtir, geçmiş çağlardan ve uzak memleketlerden haber veren söz birliği halindeki haberler gibi. Biri de ma’nâ yoluyla tevâtür, Hâtem’in cömertliğinden, Hazreti Ali’nin yiğitliğinden ve bunlara benzer şeylerden bilgi veren farklı haberler gibi.
Mütevâtirin iki çeşidiyle de ilim hâsıl olur.[8]
Hâsılı Ma’nevî Mütevâtir, tevâtürde aranan sayıya varmış râvîlerin, haber verilenlerin hepsinde değil de parçalarından biri (veya birkaçı) üzerinde birleştikleri bir haberdir.
Her iki Mütevâtir çeşidi de kesin ilim bildirir.
Şu kadar var ki, Lafzî Mütevâtir, Ma’nevî Mütevâtir’den daha kuvvetlidir.
Seyyid Şerîf Cürcânî (Ö: 816) şöyle diyor:
Haber-i Vâhid bir, yâhud iki râvî veya mütevâtirlik ve meşhûrluk haddine varmadıkça, daha çok râvînin rivâyet ettiği hadîstir. Mütevâtir haber de, bir topluluğun bir topluluktan naklettiği hadîstir. Aralarındaki fark, Mütevâtir haberi inkâr edenin söz birliğiyle kâfir olması, meşhûr haberi inkâr edenin hakkında da ihtilâf edilmesidir, ama sahîh olanın kâfir olacağıdır. Haber-i Vâhid’i(n sübûtünü) inkâr eden ise ittifakla kâfir olmaz.[9]
Sindî (Ö:1140)şöyle dedi:
Meşhûr Haber, Haber-i Âhâd’ların birinci kısmıdır ki, tarîkleri/yolları ikiden fazla ile sınırlı haber demektir.[10]
Yukarıdaki ta’rîf hadîs âlimlerinin cumhûrunun ta’rîfidir. Hanefî usûlcülerine göre ise meşhûrun ta’rîfi değişiktir. Nitekim onlardan biri olan,
Habbâzî (Ö:691)şöyle dedi:
Meşhûr hadîs, aslında Âhâd’dan olup sonra da yayılan ve yalanda birleşmeleri düşünülemeyecek bir (kalabalık) topluluk tarafindan nakledilmeye başlayan haberdir. O topluluk ikinci ve sonraki asırdır. Onlar güvenilir bir topluluk ve ithâm edilmeyecek İmâmlardır. (Sözü edilen haber) şu İmâmların şahidlikleri ve tasdîkleri ile Mütevâtir rütbesine ulaşmıştır. Hatta Cessâs bunun (meşhûrun) Mütevâtirin iki kısmından biri olduğunu söylemiştir.
Îsâ ibn-i Ebân, Meşhûr’u inkâr eden sapıklıkla suçlanır, kâfirlikle suçlanmaz, dedi. Bizce doğru olan da budur.[11]
Şerhu’l-Muğnî’nin muhakkıkı, Muhammed Mazhar Bekâ şöyle dedi:
Cessâs ile İbn-i Ebân arasındaki anlaşmazlığın kısa ifâdesi şudur: Cessâs’a göre Meşhûr’u inkâr eden kâfir olur, İbn-i Ebân’a göre ise kâfir olmaz.[12]
Vâkıa, el-Cezâirî, Cessâs’ın bu taksiminden meşhûr’u inkâr edenin kâfir olacağını anlamanın yanlış olduğunu söylemektedir.[13]
 Hâsılı, Haber-i Vâhid, âlimlerimizin cumhûruna göre Mütevâtir olmayan, Hanefî usûl âlimlerimize göre ise, Mütevâtir ve meşhûr olmayan haber demektir.[14]
İkinci Nokta
İlim, asıl ve hakîkî ma’nâsıyla, olana mutâbık kesin i’tıkâd demektir.[15] Bu, öğrenilip kazanılmayla olursa Nazarî veya İstidlâlî, kazanılmayla olmayıp, herkesin sâhib olacağı, def’ine güç yetiremeyeceği, yani onu defetmek ve ondan ayrılmak hiçbir mahlûkun gücü dâhilinde olmayan ilim ise, Zarûrî ilim[16]/Mecbûrî-kaçınılmaz ilim ismini alır. Bu ilim, her iki kısmıyla da yakîn, yani kesinlik bildirir. Bu tür ilim bildiren delîle, kat’î delîl denir.
Ayrıca zann mertebesinde olup da kesin ilim mertebesinde olmayan, ama bazen, kesin ilmin bulunmadığı yerlerde onun yerinde bulundurulması istenen zann olmasına rağmen bir alt mertebe ve değerde olan, bir bakıma mecâzî olarak ilim sayılan istidlâller (delîl getirmeler), yani nazarlar (görüşler)dahi vardır.
Üçüncü Nokta
İlimolmayan, fakat doğru olma ihtimali, doğru olmama ihtimâlinden yüksek olan bilgilere, zann denir. Zannın yakîn ve şekk için kullanıldığı da olur.[17] Bu çeşit bilgiyi ifâde eden delîllere, zannî delîl (zann bildiren delîl)denir.
Dördüncü Nokta
İslâm âlimlerinin ve mantıkçıların dilindeki zann ve zannî delîl, ğalib zann (ağırlıklı zann) ve bu ğalib zannı bildiren delîl demektir. Şu zann ve zannî delîl, aksine ihtimali az olan bir bilgi ve o bilgiyi bildiren delîl demektir.
Beşinci Nokta
İslâm âlimlerince, ilmin, yani, kesin bilginin elde edilebileceği yerlerde, zann’a ve zann bildiren delîllere tutunulmaz. İlme, yani yakînî (kesin) bilgiye uymayacak, ters düşecek zann ve zann bildiren delîllerin hiçbir kıymeti yoktur. Bunların kesin bilgiye ters olmayanları veya ona müvâzî/paralel olanları, ancak karîne ve ipucu olma mertebesinde, veya kat’î bilgileri destekleyecek ve açıklayacak seviyede değerleri vardır.
Altıncı Nokta
İslâm âlimlerinin, delîl kabûl ettikleri, kıyas ve istinbât gibi zannlar ve zann bildiren delîller vardır. Bunlar, kesin bilginin bulunduğu ve elde edebileceği noktalarda değildir. Yani, yakîn ile mükellef kılındığımız noktalarda, zann ve zanni delîller mu’teber değildir. İslâm’da, uyulması kınanan zann, yakînin istendiği yerdeki, yakînsiz olan veya yakîn’e uymayan, bir de şekk ve vehim mertebesindeki zanndır. Yani, kişiye göre doğru olma ihtimali, doğru olmama ihtimaliyle aynı olan ve doğru olma ihtimali doğru olmama ihtimalinden az olan zanndır. Mantık ıstılâhındaki şekkvevehim, İslâm ıstılâhındaki, fâsid zanna (bozuk ve işe yaramayan zanna) dâhildir.
Yedinci Nokta
İslâm âlimlerinin dilindeki, fâsid ve bâtıl olmayan zannlar, haktan hiçbir şey kazandırmayan zannlar demek değildir. Nasıl öyle olur ki? Onlar hem bir taraftan, ictihâdın mecbûrî bir Şer’î delîl olduğunu söyleyecekler ve ictihâd edecekler, ictihâdlar zann bildirir, bu zanna müctehidlerin kendilerinin ve avâmın uyması vâcibdirdiyecekler, hem Kıyâs(ın bir kısmı icmâ’[18] ile) Şer’î delîllerdendir ve Kıyâs zann bildirir diyecekler, hem de diğer yanda bütün zannları bâtıl (asılsız) ve mezmûm (kınanılacak bir şey) kabûl edecekler. Böyle şey olmaz.
Mümkin midir ki, Haber-i Vâhid zann bildirir, Haber-i Vâhidle amel etmek vâcibtir ve zannların hepsi bâtıldır, haktan hiçbir şey kazandırmazlargibi sözleri aynı anda söyleyecekler. Bu gibi çelişkili tavrı, ancak, akılsız yâhud çocuk, veya zır câhil, yâhud da ard niyyetliler sergileyebilir.
Mütevâtir olmayan haberlerin zann bildirdiğini söyleyen âlimlerin çoğuna göre bu zann, kıyâsın bildirdiği zandan daha kuvvetlidir.
Hatta, İslâm âlimlerinin ittifakı ile zayıf olan Haber-i Vâhid[19], Hanefîlerin ve Hanbelîlerin bir çoğuna göre kıyâstan önce gelir.
İbn-i Hazm şöyle dedi:
Ebû Hanîfe’nin bütün arkadaşları, onun mezhebinin, zayıf hadîsin kıyâstan ve reyden evlâ olduğu şeklindedir.[20]
Sekizinci Nokta
Âlimlerin sözünü ettikleri şu zann câhillerin zannettiği gibi bir zann olmayıp, çok küçük bile olsa, yanılma ve yanlış olma ihtimalinden dolayı kendine zann ismi verilen bir zanndır. Kesin bilgiye, yani ilme göre zanndır. Kesin bilgiye dayanmayan, ondan kalkarak varılmayan veya elle tutulabilir hiçbir mesnedi olmayan mücerred reye ve görüşe göre kesinlik mertebesine yakın olan yüce bir zanndır.
İmâm-ı Rebbânî kuddise sirruhû ne güzel demiş (veya nakletmiş):
Gökleri, arşa kıyaslarsak, çok aşağılarda kalır.
Yere kıyaslarsak şaşırtacak yükseklikte olur.[21]
Şu mübârek sözü bizim mevzû’muza tatbik edecek olursak, âlimlerin naklî delîllerden dayanağı olan bu zannını, kesin bilgiye kıyaslarsak aşağılarda kalırsa da, delîl ve dayanağı olmayan görüşlere, hatta zanna kıyaslarsak, gökyüzünün yerden yüksekliği kadar ondan yükseklerde olur.
Dokuzuncu Nokta
Haber-i Âhâd’la amel etmek, bunlar zayıf olmadıkça, -sapık Mu’tezile âlimlerinden Cübbâî’nin (ve yolundan gidenlerin) dışında- Ümmet’in âlimlerinin icmâı (söz birliği) ile vâcibdir/farzdır. Cübbâî’nin hilâfı (icmâ’’a karşı çıkışı) ise, muhakkık âlimlerce, bu icmâ’’a zarar vermez. Mütevâtir olmayan haberlerin zann bildirdiğini söyleyenler de bu görüştedir.
Şimdi asıl mes’elemize gelebiliriz.
Mütevâtir Olmayan
Haber İlim mi Bildirir Zann mı?
İslâm âlimlerinin bu husûsta birkaç görüşü vardır;
Bir: Haber-i Vâhid karîneyle birlikte dahi olsa ilim bildirmez, zann bildirir. Bu, âlimlerin çoğunun görüşüdür.
İki: Bazı karînelerle[22] Haber-i Vâhidler ilim bildirir.
Bu görüşte olanlar da birkaç tâifeye ayrılırlar:
Birinci Tâife:
Meşhur olan Haber-i Vâhidler ilim, meşhûr olmayanlar da zann bildirirler.[23]
İkinci Tâife:
Ümmetin telakki bi’l-kabûlünü (i’tirâzsız ve istisnasız kabûlünü) kazananlar ilim, diğerleri de zann bildirirler.
Üçüncü Tâife:
Buhârî ve Müslim’in beraberce rivâyet ettikleri Haber-i Vâhidler ilim, diğerleri(nin tenkîd edilmeyenleri) ise zann bildirir.
Üç: Haber-i Vâhid karîneli de olsa, ilim değil, zann bildirir, diyenlerin görüşü ile, bir takım karînelerle ilim, o karîneler olmazsa zann bildirir diyenlerin görüşlerindeki ayrılık ma’nâda değil lafızdadır. Karîneli dahi olsa Haber-i Vâhid ilim bildirmez diyenlerzarûrî ilmi, bildirir diyenler ise istidlâlî ilmi kastetmişlerdir.[24]
Dört: Zayıf olmadıktan sonra, Haber-i Vâhid ilim bildirir.
Şimdi yukarıdaki dört görüşü etraflıca anlatmaya çalışalım:
Birinci görüş üzerinde durmayacağız. Zîrâ bu, âlimlerin çoğunluğunun görüşü olup hâinlerin anlamak istemedikleri, câhillerin de duymadıkları, yâhud duyduğu halde anlayamadıkları bir görüştür. Kimin bu görüşte olduğunu uzun uzun anlatmak gerekmez.
Diğer görüşlere gelince
Buhârî ve Müslim tarafından rivâyet edilen Haber-i Âhâd’ların ilim ifâde edeceğini söyleyen hadîs, fıkıh ve akâid âlimlerinden bazısı şunlardır: Humeydî, İbn-i Tâhir, Üstâz Ebû İshâk, Şeyh Ebû Hâmid, Kâdı Ebû’t Tayyib, talebesi Ebû İshâk Şîrâzî, Şemsü’l-Eimme Serahsî, Kâdı Abdülvehhâb, Ebû Ya’lâ, Ebû’l-Hattâb, İbn-i Zâğûnî, İbn-i Fûrek, İbn-i Nasr Abdürrahîm, İbn-i Teymiyye, İbn-i Salâh, İbn-i Kayyîm, İbn-i Kesîr, İbn-i Hacer, Bulkînî, Süyûtî.
Bazı hadîs âlimlerine göre bu görüş, Eş’arî akâid âlimlerinin çoğunun, hadîs âlimlerinin ve Selef’in âmmesinin (mezheb İmâmları ve onlardan yukarısının çoğunun) mezhebidir. İbn-i Salâh, bu tür Haber-i Vâhidlerinnazarî olan yakîn (kesin) ilimi ifâde ettiğini ve kesin doğru olduğunu söylüyor.[25]
Bir takım karînelerle, Haber-i Vâhidin ilim bildireceğini İbn-i Sübkî de Cem’u’l Cevâmi’de seçiyor.[26]
İbn-i Hümâm (Ö: 861) et-Tahrîr’de şöyle diyor:
Seçilen görüş şudur:[27] (Haber-i Vâhid, habere, haber verene ve haber verilene. Ş) lâzım olmayan (onlardan ayrılan, onlarla alâkalı olmayan) karînelerle -haber veren adaletli olmasa da- bazen ilim ifâde eder. Karîne olmadığında ise etmez.
Denilmiştir ki;Eğer haberi veren adaletli ise, karîne yoksa da (Haber-i Vâhid) ilim ifâde edebilir. (Lâkin her adaletli kimsenin haberi için şu geçerli değildir. Bu görüş bazı hadîs âlimlerinden rivâyet edilmiştir. Ş.)
Ahmed b.Hanbel’den yapılan bir rivâyette, âdil olan her râvînin her haberi, (karîne olmasa da) ilim bildirir. Bu her sahîh rivâyetin ilim bildireceği, amelin vâcib olması ilmima’nâsına geldiğiile te’vîl edildiyse de, İbn-i Salâh’ın, Buhârî ve Müslim tarafından yapılan rivâyetlerin doğruluğunun kesin olduğunun kabûlüne dâir, -her ne kadar zanndan doğsa da- Ümmetin icmâ’ını delîl getirerek açıkça ifâde etmesi, bu te’vîli ibtal eder (geçersiz kılar). Bu, masum bir zanndır. (Ümmet yanlışta icmâ’ etmeyeceği için) (Fakih ve hadîsçi. Şerh.) âlimlerin çoğunluğu (karîneli olsun olmasın) Haber-i Vâhidin ilim bildirmeyeceği görüşündedir.[28] (Bitti.)
Ğumârî, -yukarıdaki ifâdeleri İbn-i Humâm’dan naklettikten sonra-şöyle diyor:
Bu görüşü aynı zamânda İmâmü’l-Harameyn, Ğazâlî, Râzî, Âmidî, İbn-i Hâcib, İbn-i Sübkî, Beydâvî, Adud, Cürcânî ve İbn-i Hacer dahî seçmiştir, ki, doğrusu da budur… Aksi görüşte olanların, tutunabilecekleri ve delîl olarak ileri sürebilecekleri hiçbir şeyleri yoktur. Hatta buna muhalif olmak yanlışlığı biline biline yapılan bir karşı çıkıştır.[29]
El-Bâcî (Ö: 494),
Haber-i Vâhid’i Ümmet kabûl ettiyse (ve ona ehlinden i’tirâz gelmediyse) onun ilim bildireceği görüşündedir.[30]
İmâm Zâhid-i Kevserî şöyle diyor:
Haber-i Âhâd ilim bildirmez diyenler, bir topluluğun görüşüne uyan, (başka âlimlerin görüşüne uymayan) Haber-i Âhâd’ı kastetmişlerdir; yoksa, Ümmet’in kabûl ettiği Haber-i Âhâd’ın doğruluğunun kesinliğine inanılır.
Nitekim Ebû’l-Muzaffer es-Sem’ânî (Ö: 489), El-Kavâtı’da bunu açıkça ifâde etti. Sehâvî Fethu’l-Muğîsde, muhakkıklardan bir topluluktan, Haber-i Vâhidin karîneli olduğunda ilim ifâde edeceğini anlattı. Hattâ,
Bir cemâat,
Buhârî ve Müslim’in ittifak ettikleri Haber-i Vâhidin, tenkid edilenlerin dışındakilerin karînelerle olduklarında ilim ifâde ettiğini söyledi. Ğazâlî onlardandır.(Kevseri’nin sözü bitti)
Ğumârî şöyle diyor:
Her çeşit sahîh olan, (ki kanaatimizce hasen de buna dâhildir) Haber-i Vâhidin kesin ilim bildireceğini söyleyenlerden bazısı şunlardır: (Bir rivâyette) Ahmed b. Hanbel, Dâvud-i Zâhirî, Hâris-i Muhâsibî, Kerâbisî ve İbn-i Hazm. İbn-i Huveyzimendâd, bunu İmâm Mâlik’ten rivâyet etti ve seçti. İbn-i Sebbâğ, bunu hadîs âlimlerinden bir topluluktan hikâye etti.
İbn-i Hazm (Ö: 456), en-Nübez’de,[31] uzun bir girişten sonra şöyle dedi:
Güvenilir râvînin, kendisi gibi güvenilir bir kimseden, Resûlûllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e dayandırarak verdiği haber, bütün râvîleri, adaletlerinde söz birliği edilen, veya bazılarında i’tirâzı geçersiz kimselerce i’tirâz edildiyse veya i’tirâz edilmeyecek bir şeyle kendilerine i’tirâz geldiyse bile, adaleti geçerli olan kimselerse, Allah katında hak olduğu husûsunda kesindir. Kendisiyle hüküm vermenin doğruluğunu gerektiricidir.[32]
İbn-i Hazm, El-İhkâm’da (1/124),
Kesin olarak sübût buldu ki, adil bir kimsenin kendisi gibi âdil birisinden Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e ulaştırdığı haber haktır, kesindir; ilim ve ameli beraberce gerektirir dedikten sonra, bu görüşü, Ahmed b. Hanbel, Dâvud-i-Zâhirî, Hâris-i Muhâsibî ve Hüseyin Kerâbisî’den nakletti.
Abdü’l-Azîz el-Buhârî, Şerh-i Usûl-i Pezdevî‘de şöyle dedi:
Hadîs âlimlerinin çoğu, hadîs ve hadîs usûlü ilmi sâhiblerince sahîh olduğuna hükmedilen haberlerin ‘ilm-i yakîn’i mecbûrî olarak gerektireceği görüşündedirler. (Ğumârî’nin sözü bitti)
İbn-i Kudâme el-Makdisî, Haber-i Vâhid’in ilim bildireceğini söyleyenlerin delîllerini sıralarken şöyle diyor:
İşte bu yüzden, Ümmet, sıfat hadîslerini[33] rivâyet etmekte ittifak etmiştir. Halbuki sıfat hadîslerinde amel yoktur. Onların faydası ancak tasdîklerinin vâcib oluşu ve onlardaki (ma’nâ)lara i’tikâd etmektir.[34]
Usûl kitâblarından nakilleri daha da çoğaltmak mümkindir. Lâkin buna lüzûm yoktur. İlim ve insâf ehli olanlar ve samîmî câhiller için bu kadarı yeterlidir. Hem, maksadımız burada, delîlleri her yönüyle münakaşa etmek de değildir.
Allâme Kevserî, dikkatlerimizi mühim bir başka noktaya çekiyor ve şöyle diyor:
Sonra, Haber-i Âhâd ile amel etmek (yani onun îcâbını yapmak) ilim ifâde eden kat’î delîlle sâbittir. Nitekim bunu, Ebû’l-Hasen el-Kerhî ve Sem’ânî el-Kavâtıda, Ğazâlî, el-Müstasfâda, Abdü’l-Azîz el-Buhârî Şerh-i Usûl-i Pezdevî’de açıkça ifâde etmişlerdir.[35]
İ’tikâd, Haber-i Âhâd’dan da alınan kalble alâkalı bir ameldir. Nitekim bu, Fahrü’l-İslâm‘dan (Pezdevî’den) geçmişti. Bu yüzden, Haber-i Âhâd’dan i’tikâd almayı inkâr etmek, Haber-i Âhâd’la amel etmeyi gerektirecek ilim ifâde eden kesin ilmi inkâr etmek olur.
Vâkıa, bir tâife, Haber-i Âhâd ancak amel ifâde eder, dediler ki, bu, Cumhûr’un görüşüdür. Lâkin kalbin i’tikâdı ameldendir.
Bir tâife, kalbin i’tikâdı, şartsız olarak ilmi ve ameli ifâde eder dediler. İbn-i Hazm gibi.
Bir tâife de, karînelerle beraber olduğunda ilmi ve ameli ifâde ederdediler.
…Bütün âlimler, Haber-i Vâhidin kalb ameli ifâde edeceğinde müttefiktirler, ki, kalb ameli i’tikâddır. Haber-i Vâhid’in amel ifâde etmesi kesindir.[36]
Kevserî, yine diyor ki;
Gerçek şu ki, Haber-i Âhâd sadece amel ifâde eder diyen, (uzuvların) organların ve kalbin amelini içine alan (geniş ma’nâda) ameli kastediyor ki, bu, i’tikâddır. Nitekim,
Pezdevî’nin kendisi, Haber-i Âhâd bahsinin sonunda şöyle diyor;
Âhiret ahkâmı hakkındaki Haber-i Âhâd’a gelince, bunlardan bazıları meşhûr,[37] bazıları da daha aşağı mertebededirler. Lâkin bu, dediğimiz gibi, bir tür ilim bildirir. Onda bir tür amel de vardır ki, bu, kalbi ona bağlamaktır. Zîrâ, kalbi (bir şeye) bağlamak, bilmeye ve ma’rifete üstün tutulmuştur. Halbuki, kalbi (bir şeye) bağlamak, o şeyi bilmenin zarûrâtından değildir. Allah Teâlâ, Onu, çocuklarını tanımakta oldukları gibi tanımaktadırlar, Kendileri onları kesin bilmelerine rağmen, onları bilerek inkâr ettiler. buyurdu. O sebeble, nasıl bedenle amel etmek sûretiyle imtihan sahîh oluyorsa (kalbi) bağlamakla da ibtilâ (sınama deneme) sahîh olur.[38]
Burada akla şöyle bir soru gelebilir:
Haber-i Vâhid amel bildirir sözünü, amel bedenle (organla) ve kalble yapılan amel diye ikiye ayrılır, dolayısıyla amelin içine i’tikâd da girer şeklinde anlarsak, ilim ifâde edenlerine yapacağız, onlar i’tikâd ifâde etmez mi, şâyet ederse, aralarındaki fark nedir?
Cevâben deriz ki,
Kat’î delîller temel ve tâlî akîdevî noktalarda, amel bildiren delîller de, organla yapılan amelin yanında bir takım tâlî inanç sahalarında ve temel inançları te’yîd ve takviye husûsunda delîl olurlar. Dolayısıyla ortada bir çelişki yoktur.
İkinci Mes’ele
Haber-i Vâhid akîdede (inanılacak husûslarda) delîl olur mu, olmaz mı? Bu mes’ele, üzerinde, âlimlerce ittifak edilen bir mes’ele midir, değil midir? sorularına gelince…
Bunu da birkaç fâide ile îzâh edelim:
Birinci Fâide
İlm-i Kelâm kitâblarında, Haber-i Vâhid akâidde mu’teber delîl olmaz diye bir söz geçer. Bu hüküm, Haber-i Vâhidin ilim mi yoksa zann mı, yâhud, ilim mi, amel mi? bildireceğindeki ihtilafta, zann veya ameltarafını seçmeye dayanıyor.
İkinci Fâide
Tabiidir ki, sahîh olan Haber-i Âhâd’ın ilim bildireceğini söyleyenler ile, Ümmet’in (avâmı ve sapık ilim sâhibleri müstesnâ) i’tirâzsız kabûlünü kazanma veya Buhârî ve Müslimtarafından ittifakla rivâyet edilmiş olma, gibi, bir takım karîneler ile ilim ifâde eder diyenlerce, bu söz, çizdikleri dâirede geçerli değildir. Halbuki sünnetsiz bid’atçılar bu sözü, sanki üzerinde icmâ’ edilmiş mutlak bir sözmüş gibi dillerine dolayıp bid’atlerine alet etmektedirler.
Üçüncü Fâide
Bu hüküm tartışmalı bir hüküm olmanın yanında, câhillerce anlaşılmayan, ard niyyetli bilgi sâhiblerince de bilmezden gelinen ve Sünnet sarayının temellerini dinamitlemek isteyenlerin her zamân silah olarak kullandığı bir sözdür..[39]
Dördüncü Fâide
Diğer âlimlerce Haber-i Vâhidden sayılan Meşhûr haber, Hanefî usûlcülerinin çoğuna göre, Haber-i Vâhidden olmayıp, Mütevâtirle Haber-i Vâhid arasındadır. Hanefîlerden Cessâs, Seyyid Şerîf Cürcânî ve başka bir takım kimselere göre ise Mütevâtirin bir çeşididir.
Üçüncü Mes’ele
Bu, Haber-i Âhâd’lar akâid’de delîl olmaz hükmü, şu hükmün sahiblerine göre mutlak mıdır? Yani bütün akîde mes’elelerini içine alır mı?
Bu mes’eleyi de birkaç makamda ele alacağız.
Birinci makam
Bazı Kelâm âlimlerinin ifâdelerinden, mutlaklık anlaşılıyorsa da, muhakkıklara göre bu kesinlikle yanlıştır. Bu hüküm asla mutlakdeğildir. Bütün akâid mes’elelerine şâmil değildir. Aksini iddia etmek, akla, ilme ve icmâ’a karşı çıkmaktır. Hatta, âhâd haberlerzan bildirir, ilim bildirmez diyen âlimlere göre de bunlar akâid’de delîl olmaz görüşü akâid mes’elelerinin tamamı için geçerli değildir. Bazılarına hasdır. Halbuki, Müslümanları bilerek veya bilmeyerek Sünnet çizgisinden uzaklaştırmak isteyen şu sünnetsizler, âlimlerin bir kısmının bu sözünü sanki bütün âlimlerin sözüymüş gibi anlayıp anlatmanın ötesinde bütün inanç mes’elelerine teşmil etmekle ayrı bir cehalet veya hıyânet sergilemektedirler.
İkinci Makam
Zann ile akîde sâbit olur mu? denilse,
Deriz ki, Olur. Bu, îmânda zannı ve tereddüdü gerektirmez. Kişi, o zannî delîlin haberine kesin inanır, olur biter. Nitekim,
Allâme Kevserî bu noktayı şöyle açıklıyor:[40]
Mükellef olan kişi, inanç mes’elesinde işitmekte olduğu Haber-i Vâhid’e kesin inanırsa, Âhiret’te onu kurtaracak îmânı tamamlamış olur. Çünki ondan istenen kesin inanmaktır. O kesin inanmanın hâsıl oluşunun yolu ne olursa olsun.[41] (Kevserî’nin sözü bitti)
İmâm Kevserî devamla şöyle diyor:
Şâyet, (amel mes’elesi olmayıp îmân mes’elesi olan) ğayb mes’elelerinde Haber-i Vâhid’e i’timâd olmasaydı, Ümmet’in hadîs hafızları, bu husûslarla alâkalı hadîsleri toplayıp kitâblaştırmakla, oynayan kimseler olmuş olurlardı. Ve elbette akâid âlimlerinin, kitâblarındaki ğayb mes’ele-lerinde, bu husûsta ma’sûm (günahsız ve kusursuz) Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den sahîh hadîs gelmiştir. Bunu açık ma’nâsında anlamaya da (akli) imkânsızlık yoktur derlerken dalga geçen kimseler olurlardı.[42]
İlimle i’tikâd arasında telâzüm-i küllî[43] yoktur. Bazen ilimsiz i’tikâd, bazen de i’tikadsız ilim bulunur.[44]
Üçüncü Makam
Bazı akîde mevzû’larının Haber-i Vâhid ile de sâbit olabileceğini bir çok âlim bildirmiştir.
Allâme Ğumârî şöyle diyor:
(Mahmûd Şeltût’un) Haber-i Âhâd hadîslere ğayb mes’elelerinde i’timâd edilmeyeceğinde icmâ’ olduğunu iddia etmesi, önceki iddiasından daha açık bir yalan, daha görünür bir bâtıldır. Şâyet, sâdece azâb tehdîdi bahsinde, bu hükmü veren bir bölük fakîhi bir yana koyarsak, dünyada bu görüşte olan hiçbir âlim yoktur. Nerde kaldı icmâ’ olsun. Hattâ ulemâ, ğayb ile alâkalı mes’elelerde i’timâdın, Kitâb’a, sahîh ve hasen Sünnet’e olduğunda karar kıldılar. Nitekim onların bir çok kitâbında da bu vardır. Beyhakî’nin el-Esmâ ve’s-Sıfâtı,Kâdî İyâd’ın Eş-Şifâsı, Hâfız İbn-i Kesîr’in elBidâye ve’n-Nihâye’si,Sehâvi’nin el-İ’lân vet-Tevbîhigibi… (Ğumârî’nin sözü bitti)
İbn-i Hümâm, el-Müsâyeresinde, Kelâm İlmini ta’rîf ederken şöyle diyor:
Kelâm,kişinin inanma vazifesiyle vazifeli olduğu, uhdesinde bulunan, İslâm dinine âid inançları, delîllerden (bazılarında kesin) ilim ve bazılarında (da) zannolarak etraflıca bilmesidir. Allah teâlâ’yı (zâtını) ve zâtı ile alâkalı sıfatları bilmek gibi ilmin farz olduğu yerleri, ve nübüvvetin bir takım şartları, yok edilenin tekrar nasıl hayata çevrileceği ve kabirdeki süâl gibi zannın yerinin belirlenmesi dıştandır. (İlm-i Kelâm’ın ta’rîfinden değildir.)[45]
Ubbî, Müslim Şerhi’nin bir çok yerindeşöyle demiştir:
Zât ve sıfatlarla alâkalı olmayan inanç mes’elelerinde Haber-i Vâhid-lere tutunmak doğru olur.[46]
Allâme Teftâzânî şöyle diyor:
Eğer i’tikâdlar bahsinde zann bildiren delîllere i’tibâr edilmez sözü ile, ondan kesin i’tikad hâsıl olmaz, kat’î hüküm (çıkarmak) doğru olmaz, denilmek istendi ise, bunda tartışma yoktur.[47] Eğer bu hükme dâir bir zann hâsıl olmaz denilmek istendiyse, bu, asılsızlığı açık bir iddiadır.[48]
Şerh-i Akâid’e, en-Nibrâs isimli nefîs bir şerh yazan Allâme Hâfız Muhammed Abdü’l-Azîz b. Ahmed Ferîhârî el-Mültâni, Teftâzânî‘nin akâidin bilinmesi, (akâid) delîllerinin bilinmesinden sâdır olur/doğar sözünü şerh ederken şöyle diyor: Akâid’de, zanna uymak kınanan bir şey olduğundan, Cumhûr (âlimlerin çoğu) bu (inançlara dâir) delîlleri, kat’î delîller olmakla kayıtlandırmıştır. Lâkin, Cumhûr’un bu kabûlünde iki noktada iyi düşünmek lâzımdır:
Birincisi:
Bazen zann bildiren delîller bir araya toplanır ve hads/sür’atle intikal vasıtası ile kesinlik ifâde edebilirler. Böylece, bu maksatla zann bildiren delîllerin getirilmesi zanna uymak babından olmaz.
İkincisi: Akâid/inançlar iki kısımdır. Bir kısmı, mutlaka yakînin/kesinliğin elde edilmesi gereken kısımdır. Allah celle celâlühû’nun varlığı ve birliği gibi. Diğer kısmı da zannîdir. Onda kesin bilginin elde edilmesi imkânsızdır. Peyğamberlerin meleklere üstünlüğü gibi. Bu husûsta zann(bildiren delîl)’e uymakta bir beis yoktur. Çünki İslâm âlimleri bu kısım delîlleri akâid kitâblarına almakda icmâ’ etmişlerdir. Bu yüzden, bazı kelâmcıların, zannî delîlleri i’tibardan düşürmeleri doğru değildir.[49]
En-Nibrâs sahibi, Teftâzânî’nin, i’tikâdiyyât bâbında zanna i’tibâr edilmez sözünü açıklarken de şöyle diyor:
Bizce, i’tibâr edilmez ifâdesini sınırlamasız söylemek, söz kaldırır. Zîrâ İslâm âlimleri, zannî delîlleri akâidlerinde zikrettiler. Selef, amelle alâkalı olmamasına rağmen, ferd(ğarib haber)leri, mi’râc, kabir, cennet ve cehennem halleri mevzû’unda nakledegeldi. Eğer (selef) bunlara i’tikâd etmeseydi, bunları rivâyet etmek abes, ve olup olmamaları bir olurdu. Bu ise bâtıldır. Aksine hak olan, kınanan (zanna tabi olma), fâsid zann ve yakîn ile mükellef kılınmış olmaya rağmen istidlâl ile yakînin mümkin olabileceği yerdeki zanndır. Allah celle celâlühû’nun varlığı ve birliği, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in doğruluğu gibi. Zannî delîlin hükmündeki zann ise kınanan bir şey değildir.[50]
Bu bizim dediğimizi Ebû’l-Berekât en-Nesefî’nin (aşağıda getireceği) süâli ve ona verdiği cevâbı te’yîd etmektedir.
Süâl şu:
Haber-i Vâhidyakîn/kesinlik ifâde etmez.[51]Takrîri şudur: Âhiret hükümleri ile ilgili ferd/ğarîb hadîslerde sadece ilim vardır (amel yoktur). Nasıl olacak?[52]
Sonra, buna şöyle bir cevâb verdi:Kalbi, o ğarîb (râvîleri tek kalmış) hadîslere bağlamak bir tür ameldir. Zîrâ akd (kalbi bir şeye bağlamak) ilimden ayrı bir şeydir. Birinci olarak, mukallid ilimsiz inanır. Çünki ilim ya zarûrî (kazanılmadan elde edilen) veya istidlâlîdir (nazarîdir, kazanılarak sâhib olunandır). Mukallidde bu ikisi de yoktur. İkinci olarak, inadçı kâfirlerde ilim var ama, inanç yoktur.[53]
Şârih yine, Teftâzânî’nin Bu mes’ele, Resûllerin meleklere üstünlüğü, zannî mes’ele olduğundan ve onda zannî delîllerle yetinebileceğinde hiçbir gizlilik kapalılık yoktur sözünü îzâh ederken hülâsa olarak şöyle diyor: Allah teâlâ şübhesiz ki zann, haktan hiçbir şey kazandırmaz buyuruyor. Kelâmcılar bu âyetle, akâidde zannın mahzûrlu olduğu’na delîl getirmişlerdir. Derim ki, ayıblanan ve mahzûrlu olan, yakîn istenen yerde yakîn ifâde eden doğru nazarı elde etmekden üşenip geri durarak zann ile yetinmektir. Ancak, bir hükme dâir zannî bir delîl bulunursa, zanna göre ona i’tikâd etmekte bir mahzûr yoktur. Aksine, delîle zıt olduğundan onun inkârı mahzûrlu olur.[54]
Allâme Leknevî (Ö: 1304),
Cürcânî’nin, zayıf hadîslerin vaazlarda ve kıssalarda zayıf olduklarını açıklamadan rivâyet edilebilecekleri ama Allah’ın sıfatlarında bunun câiz olmadığı(na) dâir olan sözünü açıklarken şöyle diyor: Eğer Allah’ın sıfatlarından bir sıfata delalet eden, zayıf bir hadîs bulunsa ve bu (sıfat) mu’teber (başka) bir delîl ile sabit değilse o zayıf hadîs mu’teber olmaz.[55] Zîrâ Allah’ın sıfatları ve isimlerinde i’timâd edilir delîl olmadıkça, cüretkar davranılmaz. Çünki, bunlar amel değil de, akâid babındadırlar. Bunlara bütün dînî akâid katılır. Bu yüzden, akâid ancak, Sahîh ve Hasen li-zâtihî veya hasen li-ğayrihî hadîslerle sâbit olur. Nasıl olur da zayıf hadîsler akâidde delîl olur? Âlimler sahîh bile olsa Haber-i Âhâd’ların akâidde yetmeyeceğini açık açık söylediler. Yeterli olmayacakları ile anlatılmak istenen, kat’ıyyet bildirmeyecekleri ve bu yüzden insanların kesin inanmakla mükellef oldukları inançlar husûsunda hiç bir şekilde geçerli olmayacaklarıdır. Yoksa, asrımızın adamlarının vehmettikleri gibi zann da bildirmeyecekleri ve akâidde hiçbir şekilde onlara kesinlikle i’tibâr edilmeyeceği değil..Baksana,
Kurtubî,
Nebî aleyhisselâm’ın Mi’râc’ta Rabbini görmesi mes’elesinde mes’ele, amelle alâkalı mes’ele değildir ki onda zannî delîller ile yetinilsin. Bu mes’ele ancak i’tikâdî mes’elelerdendir. Bu yüzden onda ancak kat’î delîl yeterli olabilir derken,
Sübkî, Kurtubî‘ye, es-Seyfü’l-Meslûl isimli eserinde cevâb verdi ve şöyle dedi:
Bunda, kesin ve Mütevâtir olma şartı yoktur. Aksine hadîs, zâhiren bile olsa, sahîh ve Haber-i Âhâd rivâyetlerden olunca bu husûsta ona i’timâd etmek câiz olur. Zîrâ bu, kesinlik şartı koşulan i’tikâdlardan değildir…. (Sübkî’nin sözü son buldu)[56]
Dördüncü Makam
Selef’ten ve Halef’ten birçok Hadîs, Hasâis[57], Târih ve Akâid âlimi, imânî mevzû’lar olan Kıyâmet Alametleri, Fiten ve Melâhim, Kıyâmet’in kopuşu halleri, Kabir halleri, Kıyâmet günü halleri, Cennet, Cehennem, Rü’yetü’llah, Mîzân, Havz, Haşr, Neşr, Hesâb, Azâb ve benzeri husûslarda yazdıkları nice başlı başına kitâblarda birçok Haber-i Âhâd’ı rivâyet ettiler.
İbn-i Mende’nin el-Îmân’ı, Lâlikâî’nin es-Sünne’si İbnü Ebî Âsım’ın es-Sünne’si, Beyhakî’nin el-Ba’s ve’n-Nuşûr’u, El-İ’tikâd’ı ve el-Esmâ ve’s-Sıfât’ı, İbn-i Hüzeyme’nin et-Tevhid’i,[58] Kurtûbî’nin et-Tezkire’si, İbn-i Receb’in Ehvâl-i Kubûr’u, İbn-i Kesîr’in Sıfetü’l-Cenne’si, en-Nihâye fi’l-Fiten ve’l-Melâhim’i, İbn-i Kayyim’in er-Rûh’u, Hâdi’l-Ervâh’ı ve Kasîde-i Nûniyye’si, İbnü Ebî’l-İzz’in Şerh-i Akîde-i Tahâviyye’si, Süyûtî’nin el-Budûrü’s-Sâfîre’si, Şerh-u’s-Sudûr’u ve Cem’uş-Şetît’i, Berzencî’nin el-İşâ’e’si, Kannûcî’nin[59] el-İzâ’e’si, Keşmîrî’nin et-Tasrîh’i, baştan sona, Kütüb-i Sitte, diğer Sahîhler, Sünenler, Mu’cemler, Müsnedler ve diğerleri, Kıyâmet alâmetleri, Kabir ve Âhiret halleri mevzû’larında binlerce hatta on binlerce Sahîh ve Hasen Haber-i Âhâd’ları bulundurmaktadır. Bu rivâyetlerin -bilinen ma’nâda- amelle de alâkası yoktur. Bunun yanında bir de akîde ile alâkaları yoksa, bunlar boşuna ve eğlence olsun diye mi rivâyet edildiler ve kitâblaştırıldılar? Hâşâ… Binlerce hâşâ…
Netîce
Kısacası, Haber-i Vâhid akâid’in bazı kısımlarında İslâm âlimlerin söz birliği ile kesin olarak delîldir. Bu, çok küçük bir şâz gürûh dışında İslâm âlimlerinin tamamının görüşüdür. Haber-i Vâhid akâidde delîl olmaz sözünün sahibleri, bunu sınırlı akîde/îmân noktaları için söylemişlerdir. Allah celle celâlühû’nun zâtı ve sıfatları için hüküm isbât etmekte Haber-i Vâhid delîl olmazsa da, kat’î delîllerle sâbit olan hükümleri te’yîd, takviye ve tefsîr olarak ve temel îmân esaslarının isbâtı dışındaki akîde mes’elelerinde âlimlerin icmâ‘ı ile delîldir. Hanefî olmanın yanında aynı zamanda bir Mu’tezile âlimi olan Zemahşerî’nin Keşşâf’ına varıncaya kadar, Ümmet’in tefsîr, hadîs, fıkıh ve akâid kitâblarının bu husûslardaki Haber-i Vâhid nev’inden olan hadîslerle dolu olması söylediğimizin en kestirme, kat’î ve açık delîlidir.
Haber-i Vâhid akâidde delîl olmazsözünü günümüzde diline dolayanların hemen hemen hepsi, aslında on binlerce hadîsi çürütmek, onların yer aldığı rivâyet kaynaklarına olan i’timâdı sarsmak, tefsîr ve akâid kitâblarına olan güveni yok etmek, kendi bid’atlarının önünü iyice açmak ve Ümmet’in sahîh îmânını sarsmaktan başka bir niyet ve amele sâhib değillerdir. Buhârî, Müslim ve diğer hadîs mecmualarında -hâşâ- aslı olmayan ve işe yaramayan hatta aykırı ve zararlı rivâyetler varsa, onlar Ümmet’i yanlış bir inanışa sahib kılıyorsa, Mü’minler şu eserlerin nesine güvenecek? Tefsîrlerde ve akâidlerde Mü’minlere yanlış îmân kazandıran binlerce hatta on binlerce Haber-i Vâhid varsa, onlara kim nasıl güvenecek?
Hülâgü’nün ve asrımızın Hülâgü’lerinin yaka yaka yok edemedikleri İslâmî eserleri, onların yolundakiler ve vazifelerini üstlenenler, âlim kılığına bürünerek veya büründürülerek usta bir şekilde, Mü’minler’in gözünde, gönlünde ve dünyasında yok etmenin yolunu gördünüz mü nasıl da buldular?!.. Bütün benliğinizle inanabilirsiniz ki bunlar, Hülâgü’nün ve sâir Hülâgü’lerin beceremediğini ve yapamadığını yaptılar ve yapmaya da devam etmektedirler.
Sapmışlar gürûhu Efğânî,[60] Abduh, Reşîd Rızâ, Merâğî ve çömezlerinden Mahmûd Şeltût, bir de onların izinden giden, Haber-i Vâhid akîdede delîl olmaz, dolayısı ile, Îsâ aleyhisselâm’ın Âhir Zamân’da ineceğine, sihrin hakîkat’înin sabit olduğuna, yıldızların şeytanları kovaladığına, Recm cezâsına, Mürted’in öldürülmesine, Nüzûl-i ‘Îsâ aleyyhisselâm’a ve benzeri -sahîh hadîslerin bildirdiği ve Ehl-i Sünnet’in kabûl ettiği- mes’elelere dâir olan haberler yanlış ve asılsızdırlar, diyenler bir tarafta… Allah celle celâlühû, Rasülü sallallahü aleyhi ve sellem, Ashâb radıyallahü anhüm, günümüze kadar gelen İslâm âlimleri ve Mü’minler diğer tarafta…
Ehl-i Sünnet âlimleri ittifakla, sihrin hakîkat’î vardır, sihir sâbittir, mevcûddur, derlerken âyetleri ve hadîsleri akıllarının kurbanı eden sapık Mu’tezile, yoktur diyor. Bu husûstaki âyetleri Ehl-i Sünnet âlimleri anlayamıyor ama Mu’tezile anlıyor(!). Günümüzün turfanda müctehid ve müceddidleri(!) ise Mu’tezileyi haklı, Ehl-i Sünnet’i haksız buluyor ve bu vatandaşlar, çok değerli, hocalar hocası ve eşi bulunmaz Hind kumaşı kimseler oluyorlar. Âdeta totemleştirilen bu kimselere hakîkatten yana olarak birazcık karşı çıkmak ve dik durmak, utana utana, sıkıla sıkıla Ehl-i Sünnet’ten yana olmak zilleti bile çok görülecek, ayıb ve bağnazca bir tavır olacak ve affedilmez bir taassub şeklinde kabûl edilecek!…. Serçeler aslanlara kükreyecek, karıncalar fillere harb i’lân edecek, yel değirmenine mukavva kılıç ve miğferiyle saldıran Donkişot’u gölgede bırakacak maskaralıkla, Kevserî de kim oluyor? denilecek ve kimse kalkıp da, dünyanın tanıdığı bir dev’i senin gibi bir cüce tanımazsa ne olur, seni kim tanıyor, adam olabilmek için illa da müsteşrik, yâhud onun çömezi ve uşağı, veya kendini küfür otoritelerine satmış birileri mi olmak gerekir? diyemeyecek!…
Siz, kulağının üzerine yatıp uyuyan, ara sıra da gözlerini mahmûr bir şekilde açtığında esneyip ensesini kaşıyan, Ehl-i Sünnet’e bağlı olmayı kimselere bırakmayan, nâzik, kibar ve çelebi Mü’minler ve âlimler topluluğu!.. Uyumaya ve kaşınmaya devam edin. Ay bacayı aştıktan, Basrâ harâb olduktan ve iş işten geçtikten sonra… Erişilmez akıl, ilim ve firâsetleriyle(!) zamânlarında, İttihâd ve Terakkî‘yi haklı bulup sonuna kadar destekleyen ve ona yardım eden, dolayısıyla cinâyetlerine ortak olan ve nihâyet her şey tükendikten, saray vîrâne olup üzerinde baykuşlar tüneyip ötmeye başladıktan sonra da, artık tevbe eden âlimler(!)gibi tevbe etseniz, Ümmet’in felâketi noktasında bu tevbeniz neye yarar?!…
 

وصلى الله  سيدنا مُحمد و  اله وصحبه

 كلما ذكره الذاكرون وغفل عن ذكره الغافلون

والْحمد لله رب العالِمين

Hüseyin AVNİ

[1]       M.Hayri Kırbaşoğlu, Alternatif Hadîs Metodolojisi:56
[2]     İmâm Leknevî, Zaferu’l-Emânî: 30
[3]     Nühbetü’l-Fiker, (İm’ânü’n-Nazar şerhiyle): 15-16
[4]     Fîl:1
[5]     Fecr:5
[6]     En’âm:6
[7]     [Fethu’l-Mülhim (5/1)], Müftî Muhammed Refî,’ Mekânetü’l-İcmâ’ ve Hücciyyetühû: 23-24, Mektebetü Dâr’l-Ulûm, 1. bsk. 2001, Karaçi-Pâkistân
[8]     Şeyh Tâhir el-Cezaîrî ed-Dimeşkî, Tevcîhu’n-Nazar: 1/133-135
[9]     Seyyîd Şerîf Cürcânî, Ta’rîfât: 56.
[10]    İm’ânü’n-Nazar: 25.
[11]    Şerhu’l-Muğnî: 325-326.
[12]    Aynı yer.
[13]    El-Cezâirî, Tevcîhu’n-Nazar: 1/114
[14]    Sindî, İm’ânü’n-Nazar: 31, Leknevî, Zaferu’l-Emânî: 32-33.
[15]    Seyyîd Şerîf Cürcânî, Ta’rîfât: 93
[16]    Geniş bilgi için bknz. İbn-i Hacer ve Sindî, İm’ânü’n-Nazar:22-23
[17]    Seyyîd Şerîf Cürcânî, Ta’rîfât: 85
[18]    Kıyâs’ın bir kısmında icmâ vardır. Zâhirîlerin bu husustaki zıd görüşleri kıyâsın bazısındadır. (Kâsimî, Fıkhu’l-Müşkilât: 88, İdâretü’l-Kurân, Karaçi-Pâkistân, 1. bsk. 1421 h.)
[19]    İbn-i Teymiyye’ye göre, bu zayıf, hasenin bir kısmıdır. Zîrâ, O’na göre, hasen sonraki âlimlerin ıstılâhıdır. Önceki âlimlerin katında Hadîsler sahîh ve zayîf diye ikiye ayrılır. Sonrakilerin hasen dediklerini öncekiler zayıf kabûl ederlerdi. O, bu hasen olan zayıf hadîsin, zayıf hadîslerin kabûl edilebilir kısmı olduğunu iddia etmiştir. Merhûm Ebû Ğudde önceleri bu görüşü kabûl etmiş ve kitâblarına almıştır. (El- Ecvibetü’l-Fâzıla: 47,48,49)
Lâkin, daha sonra, bunun yanlış olduğunu, talebesi Muhammed Avvâme, nefîs bir ilmî tahkîkle ortaya koyup hocasına arzetmiş, O da ilmî kemâlin bahşettiği tevâzuyla, inâd etmeyip yanlışını kabûl ve i’tiraf edebilmiş ve ondan dönme fazîletini gösterebilmiş ve de kitâbının sonraki baskılarında i’lân edebilmiştir. (Tânevî, Kavâid Fî Ulûmi’l-Hadîs ve Hâşiyesi:1/59-66)
[20]    Zehebî, Menâkıbu Ebî Hanîfe: 21.
[21]    Mektûbât:1/144, Fazîlet Neşriyât-İstanbul
[22]    Haberin dışında bulunup da onu kuvvetlendirecek olan alâmet ve işâretler ile. Buhârî ve Müslim tarafından rivâyet edilmiş olmak gibi.
[23]    Bu görüş Hanefîlerin taksimine göre değildir.
[24]    İbnu Hacer el-Askalânî, Nüzhe Şerhu’n-Nühbe:217. (Aliyyü’l-Kârî şerhi ile birlikte.)
[25]    Zürkânî; Şerh-i Beykûniyye (Kenarı: Haşiye-i Echûrî): 18 ve el-Ğumârî’nin Akîdetü ehli’l-İslâm (52-53) isimli eserlerinden seçerek.
[26]    Hâşiyetü’l-Bennânî: 2/88-89 veya, 2/130 (başka bir baskı).
[27]    İmâmu’l-Harameyn, Ğazâlî, Âmidî, Râzî ve İbn-i Hâcib, bir rivâyette Ahmed ve diğerleri.
[28]    [Teysîrü’t-Tahrîr: 3/76.] Metinde yer alan parantezlerdeki ayrıca yazılı Ş harfleri, o parantezlerdeki sözlerin, Tahrîr’in Şerhi demek olduğunu gösterir.
[29]    Ğumârî, Akîdetü Ehli’l-İslâm: 50 / 51 Ğumârî, buradaki son iki cümlesiyle söz isrâfında bulunuyorsa da bizce burada mühim olan, O’nun mes’elemizle alâkalı nakilleridir; şu değerlendirmesi değil.
[30]    İhkâmu’l-Fusûl: 2/4/8.
[31]    Sahife: 21
[32]    Sh:23
[33]    Mevlâ’nın sıfatlarıyla alâkalı olup açık ma’nâsı cisimi andıran haberleri.
[34]    Ravzatü’n-Nâzır: 1/263.
[35]    İmâm Buhârî, Sahîh‘inin el-İ’tisâm bahsinde, bir takım Haber-i Âhâdı, Haber-i Âhâd’ın huccet olduğuna delîl getirmiş. Allâme Sindî de, Buhârî hâşiyesinde, Haber-i Âhâd’ın hüccet oluşuna Haber-i Âhâd’ı delîl olarak ileri sürmek devir (bir şeyi ikinci bir şeye dayandırıp bağladıktan sonra, o ikinci şeyi de kendisine dayandırılan birinci şeye dayandırmak) olmaz mı? işkâline (altından kalkılması zor olan soruya), şöyle cevâb verdi: Buhârî her mevzû’da bir iki hadîs getirirken burada çok rivâyet getirdi, bunların tamâmı ortak olarak ma’nevî tevâtür bildirir, dolayısıyla devir olmaz.
Oysa Sindî, Buhârî, bunları mevzû’nun başında getirdiği sübûtu kat’î delîller olan mücmel âyetlere tefsîr sadedinde getirdi, (ileride de geleceği üzere) bunda mahzûr yoktur deseydi, -Allahu a’lem- daha güzel olurdu.
[Nitekim bunu, Allâme Muhammed el-Bahît başka bir münâsebetle Nüzûl-i ‘Îsâ fetvâsında, Fevâtihu’r-Rehamût(2/51-53)’tan nakletti: (Ğumârî, Akîdetü Ehli İslâm Zeyli:111-127)]
Zîrâ getirilen şu sayıdaki rivâyetlerin Ma’nevî Mütevâtir olması, Tahâvî, İbn-i Hazm ve diğer bazı âlimlerce mümkin ise de, Cumhûru meydâna getiren diğer âlimler ve muhakkıklarca çok söz kaldırır.
[36]    İmâm Kevserî, Nazratün Âbirah: 112.
[37]    Buradan, hadîslerin taksîminde ve Meşhûr ta’rîfinde, Pezdevî’nin, Hanefîlerin ekserîsinin değil de Cumhûrun görüşünde olduğu anlaşılmaktadır.
[38]    İmâm Kevserî, Nazratün Âbirah: 108.
[39]    Üçüncü Mes’ele bu İkinci Mes’elenin tamamlayıcısı olmakla, âlimlerin bu husustaki sözleri ve delîlleri orada zikredilecek.
[40]    Nazratün Âbirah: 112
[41]    Yani, o kesin inanış, ister kat’î delîle, isterse zann bildiren delîle dayansın
[42]    İmâm Kevserî, Nazratün Âbirah: 114.
[43]    Her yönüyle birbirinin lâzımı olma, yani ilim (kesin bilgi) varsa i’tikâd var, i’tikâd varsa ilim var, diye bir şey.
[44]    İmâm Kevserî, Nazratün Âbirah
[45]    İbn-i Hümâm el-Müsâyere, (İbn-i Ebî Şerîf Şerhi ve Kâsım ibn-i Kutlu Buğâ hâşiyesi ile):11-12.
[46]    Şerh-i Ubbî: 1/103 ve 6/188’den naklen Ğumârî Akîdetü-Ehl-i İslâm hâmişi: 53
[47]    Gerçi bu hususta da ulemânın bir çoğunun tartışması vardır. Ancak maksadımız Allâmenin sözünün burası üzerinde durmak ve münâkaşasını yapmak değil, zannınasıl anladığını göstermektir.
[48]    [Teftâzânî, Şerh-i Makâsıd (5/63)] Leknevî, Zaferü’l-Emânî: 203
[49]    En-Nibrâs: 24.
[50]    Hatta, ictihâd gibi emredilen bir şeydir.
[51]    O, bir Hanefî olduğundan, Ona göre, meşhûr bunun dışındadır.
[52]    Bunlar yakîn bildirmediği için inanç ifâde etmiyorlarsa, zâten amel de bildirmiyorlar. Şu halde ne işe yararlar?
[53]    En-Nibrâs: 449, 450.
[54]    En-Nibrâs :598.
[55]    Ama bu sıfat kat’î delîllerle sübût bulduktan sonra, o zayıf hadîs, bu sabit olanı te’yîd ve takviye veya îzâh için mu’teber olur.
Ahkâm mevzû’undaki zayıf hadîsler de daha evlâ yolla böyledir. Onların delîl olamayacakları mustakil olaraktır. Yoksa, kuvvetlendirici olarak değil. Bu hususta, Hâfız Muhaddis Abdullah b. Sıddîk el-Ğumârî’nin ve kardeşinin nefis tahkîkleri vardır.
Abdullah b. Sıddık el-Ğumârî şöyle diyor:
Âlimlerin, zayıf hadîsler ile ahkâmda amel edilmez şeklindeki sözlerinin yeri, bir hükmü isbât etmekte sadece zayıf hadîs bulunduğu, onu te’yîd eden başka bir delîl bulunmadığı mahaldir. Ancak, onun ma’nâsını başka delîl te’yîd ederse, tartışmasız olarak onun ile amel edilir. O zamân, senedi zayıf da olsa ma’nâsı sahîh bir hadîs olur. (El-İstiksâ: 35)
Hatta, İbn-i Hümâm gibi birçok muhaddis ve fakîh’e göre, zayıf hadîsle müstehablık sâbit olur. (Fethu’l-Kadîr: 1/467)
[56]    Leknevî, Zaferu’l-Emânî:200-204
[57]    Bir kişide bulunup ta başkasında bulunmayan husûsiyetler.
[58]    Maksadım, içindeki kendi görüşleri ve uyduruk rivâyetler değildir.
[59]             Ebû Ğudde merhumun zabtıyla Kınnevcî
[60]             Boğazından veya bağırsağından medya mıntıkasına bağlanan ve öttürülen bir medya kekliği şu Efğânî aleyhinde olanlar için, onun taha                 ret bezi bile olmazlar gibi laflar etmiş. Efğânî aleyhinde olmayı bir İslâmi hamiyyet ve îmânî ğayret olarak gören bizler, Onun ve                 yandaşlarının karşı ve düşman oldukları selefimizin, mezheb imâmlarımızın ve onların yolunda gidenlerin taharetten önce        bıratık                 ları ve taharetle yıkayıp attıları şeyler               bile olmayacaklarını söylersek, bilmem ki ne derler?!… 

 

SÜNNET ANLAYIŞIMIZDA HABER-İ VÂHİD’İN YERİ NEDİR?
PDF'e AktarYazdır

BİR CEVAP BIRAK

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen buraya isminizi yazın