PAYLAŞ
PDF'e AktarYazdır
SÜNNET-İ MUTAHHARE ETRAFINDA
ESTİRİLEN VESVESE KASIRGALARI MÜNÂSEBETİYLE(2)
 
Hüseyin AVNİ
 
اَعُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم
اَلْحَمْدُ الِلّهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَأَلِه اَجْمَعِينَ
 
Bundan sonra…
Kırbaşoğlu şâzz görüşlerine devam ediyor. Bu makâlemizi, inşâellâh Yedi Fasıl ve bir Netîce çerçevesinde yazacağız. Birinci Fasıl, İslâm Toplumlarında Bir (Kaynak Bilinci) olup olmadığı, İkinci Fasıl, Hadîsler ve Hadîs İmâmlarıyla Alâkalı Olan Bilgiler Husûsunda Dikkatsizlik ve Gelişi güzellikler olup olmadığı, Üçüncü Fasıl, “Ebdâl”in Var Olup Olmadığı ve Ne Demek Olduğu, Dördüncü Fasıl, Ebdâl Hadîslerinden Birkaçı, Beşinci Fasıl,Ebdâl Hakkında Eserlerinde Haber Rivâyet Edenler veyâ Söz Söyleyenlerden Bir Kısmı, Altıncı Fasıl, Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem Zamânında Mushaf’ın bulunup bulunmadığı, Yedinci Fasıl,Herkesin Allâme Olup Olamayacağı, Yâhud, Kimlerin Allâme Olabileceği, Netîce de mes’elelerin hâsılı hakkında olacaktır. Tevfîk sadece Allah (celle celaluhu’dandır.
———————————————
(Birinci Fasıl)
İslâm Toplumlarında Bir (Kaynak Bilinci)  Yok mudur?
———————————————
İddia: Bugün İslâm toplumlarında bir kaynak bilincinden söz etmek mümkün değildir. Özellikle, ilim çevreleri dışında kalan halk kesiminde bu bilinç âdeta sıfırlanmış durumdadır. Toplumumuzda, bunun birçok göstergesine sıkça rastlanmaktadır. Hepimizin bildiği gibi insanımızın büyük bir kısmı, dînî bilgilerini -buna bağlı olarak hadis kültürünü- ailesinden, câmi’ ve Kur’ân kurslarından, imâm-hatip ve vaizlerden dinlediği sohbet ve vaazlardan edinmektedir. Bunun dışında, ülkemizdeki okuma oranının fevkalade düşük olması yüzünden, çeşitli dînî eserleri okumak sûretiyle bilgilenme yolunu seçenlerin son derece az olduğu söylenebilir. Sözlü kültürün dînî alanda hâlâ hakim olduğu toplumumuzda, yaygınlığına rağmen, bu yollarla insanımıza verilen bilgilerin kaynakları ve güvenilirliği oldukça kuşkuludur.[1]
Cevâb: Burası işte doğru; ama çok eksik. Kanaatimizce esas eksiklik, bu ilimlerin papazlardan yâhud talebelerinden öğrenilmemiş olması!.. Yâhud da yüreğindeki zayıf îmâna rağmen yaşadığı şartlarla aklı ma’lûl hale gelen hastaların rahle-i tedrîsinden geçmemiş olması…
Ümmet’in hemen hemen tamâmı belli otoritelerce, suyu kesilen havuzun susuz kalıp da çırpınan balıkları hâline getirilmiştir. Soracak ve sorulacak olanlarında bu aradığınız nasıl bulunsun? Soracak olan nasıl sorsun, sorulacak olan da nasıl cevâb versin? Sorulduğu farz edilse bile, verilecek cevâblar ne kadar sıhatli olabilecek veya soranlar şu cevâbları ne kadar anlayabileceklerdir?… Sürekli atıfta bulunulan o efsunlu tatlı hayâllerin perisi (eleştirel yöntem)i icad eden ve öğreten, işlerine Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’i karıştırmak istemeyenlerin şu acıklı hâlde hiç mi suçları yok?!.. Kadı efendi!… Hırsızın hiç mi kabâhati yoğidi?…
İddia: Öte yandan Melahat Aktaş, İslâm Toplumunda ve Çağımızda Kadın adlı eserinde (Ölçü Yayınları, s. 175), “Çalgı aletlerini kendi arzusuyla dinlemesi benî âdem için masiyettir. O meclislerde oturmak fasıklıktır. Ve çalgı sesiyle zevklenmek küfran-ı nimettir,” şeklinde bir hadisin varlığından bahsetmiş ve kaynak olarak bir hadîs kitabı dahi olmayan, Multekâ isimli fıkıh kitabının Dâvûd şerhini göstermekte hiçbir sakınca görmemiştir.[2]
Cevâb: Evet, kaynak sunmamak bazı nokta ve makamlarda bir eksikliktir, doğru… Lâkin, bunun misâl verdiğiniz bir kaynağının ne olduğunu, Dâvud değil de Dâmâd olduğunu sizin dahî bilecek bir müktesebâta bile sâhib olmamaklığınız daha mı az bir eksiklikdir? Eğer şu rivâyetleri, zamanın menfî şartlarıyle meflûc hale gelmiş akla benzer yanı kalmamış bir garîbe akılla değil de selîm akıl ve yeterli ilmî ölçülerle safdışı bırakamıyor isek, bu husûsda konuşmamız bir gevezelik olmaz mı?
İddia: Benzer şekilde, Sızıntı dergisinde (no:223, Ağustos 1997) bütün mevzû hadîs kaynaklarının ittifakla uydurma kabûl ettiği, “Kendini bilen rabbini bilir,” rivâyeti, “Tasavvuf kitaplarında kudsî hadîs diye rivâyet edilen şu mübârek sözler,” şeklinde bir nitelemeyle Hazreti Peygamber’in gerçek sözüymüşçesine sunulmakta tereddüt edilmemiştir. Zaten bu hadîsin(!) tasavvuf kitaplarında rivâyet edildiğine işâret eden ifâdelerden, yazarın, ‘hadîs kaynağı’ diye bir mefhûma yabancı olduğu kolayca anlaşılmaktadır.[3]
 
Cevâb:
(Bir): Bu hadîsi nakledenler onun hadîs mecmû’alarında bulunduğunu söylemiyorlar. Onlar, kişinin kendini bağlayacak bir şekilde hadîslerin keşfen de sâbit olabileceğine inanmaktadırlar ve bu hadîsin vâsıtasız olarak keşfen sâbit olduğunu söylemektedirler. Nitekim kendi ifadelerindeki üslûb onun hadis mecmualarında bulunup bulunmaması hususundaki tereddüdlerini açıkça ortaya koymaktadır. Böyle diyen birine sizin i’tirâzınız fuzûlî konuşmaktan başka bir şey olmaz. İsnâd ile gelen rivâyetlerin sübûtunda râvîlerin sikalığına ve senedin bitişikliğine i’timâd edenlerin ben de bu haberi verenin sağlamlığına ve kesiklik bahis mevzûu olmayacak bir vâsıtasızlığına güveniyorum diyecek olanlara söyleyebilecekleri pek fazla bir şey olmaz.
(İki): Belli ki, karşımızda, bu kişinin basit bir Türkçe cümlesini anlayamama seviyesinde olan veya kasden çarpıtma gayretleri içinde bulunan birisi var!.. Sözlerin sâhibinin kim olduğunu bilmiyoruz; ama, ifadelerindeki dikkate bakılırsa, hadîs kaynaklarından sizden çok daha fazla haberinin bulunduğu anlaşılmaktadır. Öyleyse, bırakın bu söze kendini bilmezler değil de, kendini bilenler sâhib çıksın; rivâyet onların olsun…
(Üç): Hâsılı böyle bir rivâyet, Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in rü’yâda görülmesi ve sâlih rü’yâ ile alâkalı vârid olan sahîh rivâyetler çerçevesinde hâsıl olan Nebevî sözlerden aşağı değildir.
———————————————
(İkinci Fasıl)
Hadîsler ve Hadîs İmâmlarıyla Alâkalı Olan Bilgiler Husûsundaki Dikkatsizlik ve Gelişigüzellikler
———————————————
İddia: Sadece hadîsler konusunda değil, hadîs imâmlarının hayatlarıyla ilgili bilgiler konusunda da aynı vurdumduymazlık söz konusudur. “Buhârî, (…) her hadîs için ayrı ayrı gusül abdesti aldı, murâkabeye vardı ve işin tahkikatını Allah’ın sevgilisinden bizzat öğrendi. Her hadîsi ona danıştı, cevâbını aldı ve sımsıkı perçinledi,” şeklinde Necip Fâzıl Kısakürek tarafından da Efendimiz, Kurtarıcımız, Müjdecimizden adlı eserinde (İstanbul 1970, s. 14) tekrarlanan bir iddia -ki bunlar hiçbir kaynakta yer almayan, bilimsel değeri olmayan hayâl ürünü iddialardan başka bir şey değildir- Fethullah Gülen tarafından da sürdürülmüş (Sonsuz Nûr, İzmir 1995, III. 81), güya kaynak olarak verilen Tehzîbu’t-Tehzîb, IX. 49’a bakıldığında, gusül ve namaz dışındaki iddiaların hiçbirinden bahsedilmediği, yani açıkça okuyucunun aldatıldığı, üzülerek müşâhede edilmiştir.[4]
Cevâb: Buhârî hakkında vârid olan şu ifâdenin kaynaksız getirilmesi veya, yarısının kaynağının hepsinin gibi gösterilmesi yerine göre bir kusur ise, bir kısmının kaynağı olmasına rağmen bütünüyle inkar edilmesi de benzer hattâ daha ağır bir kabahat ve aldatmaca değil midir? Sizin açınızdan fark eden nedir? Sözünü ettiğiniz dikkatsizlik ve gelişi güzellik sizde zirve yapmışken böyle bir illetten yakınmanız cidden güldüren ve öldüren bir ğarâbet değil midir?…
İddia: Halk arasında yaygın bir başka tutum ise, ‘dînî kitaplar’a körü körüne ve gözü kapalı bir şekilde itimat etme’ şeklindeki kötü alışkanlıktır. Bu alışkanlık, özellikle hadisler söz konusu olduğunda, daha bir yaygınlık arzetmektedir. “Kitapta var!”Kitapta öyle yazıyor!” veya “Âlimler kitaplarda öyle söylüyor!” ifadeleri bir hadisin sübutu için yeterli olmaktadır. Bu tür bir anlayışa ilim çevrelerinde bile rastlamak pekâlâ mümkündür. Meselâ H. Kamil Yılmaz, bir dergide, kendisine yöneltilen eleştirilere cevap vermek üzere yazdığı bir yazısında, “Oysa ki, bahse konu yazımızın bütününü okuyanlar, ricalu’l-gayb konusunda Ahmed b. Hanbel’in el-Müsned’inde rivâyet ettiği ‘abdal’ hadislerinden hareketle, konuyu tasavvuf ricalinin de değerlendirmeleriyle sunduğumuzu göreceklerdir,”[5] derken sanki hadislerin el-Müsned’de yer alması onların güvenilirliğini göstermek için yeterliymiş gibi davranmaktadır. Hâlbuki hadîs(ler)in bir hadîs kaynağında yer alması hiçbir şekilde güvenilirliklerini göstermeye yeterli değildir, bilakis en güvenilir kaynaklarda bile güvenilmez hadislere rastlamak her zaman mümkündür.[6]
Cevâb:
(Bir): Evet, kitâbda var demek yetmez; yer gösterilmeli… Lâkin, kökünden inkâr edilen bir husûs için, hiçbir ilmî sebeb göstermeden ve toptancı bir inkâr anlayışıyla Müsned’de bulunması veya en güvenilir eserlerde bulunması güvenilirlik için yetmez sözü ne kadar ilmîdir? Dînî kitaplar’a körü körüne ve gözü kapalı bir şekilde i’timâd etmek kötü alışkanlıktır da körü körüne ve gözü kapalı bir şekilde itimat etmemek karşı çıkma çok mu iyi alışkanlıktır?… Kitâbda var demek yetmez; yer gösterilmeli de, kitabda yok demek yeter mi? İlim ve insâf ehlince elbette yetmez… Hatta yok demek var demekten çok daha zordur. Çünki var demek çoğu zaman tek bir bakışla mümkin iken, yok demek tam bir istikrâyı/kuşatıcı araştırmayı îcâb ettirir. Bu ise neredeyse imkânsızdır. O yüzden yoktur diyenler ekseriyâ yanılırlar.
(İki): Kaldı ki, rivâyetlerin belli sahîhlik kıstasları/kriterleri çerçevesinde te’lîf edilen eserlerde yer alması onlarda asl olanın güvenirlik olduğunu gösterir. Bu noktada onlarda muhtemel hatâların bulunması ise ârizîdir ki böyle bir iddiânın isbâta ihtiyâcı vardır. O bakımdan, şu iddiâ hakîkate karşı ayakları yere basamayan zayıf bir mukâvemeti/karşı koyuşu bulundurmaktan ve basit bir vesvese olmaktan öte bir şey değildir.
(Üç): Önceki makâlelerimizde de bir çok defa geçtiği gibi, bir rivâyetin Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde yer alan kendine âid bir rivâyet, ağırlıklı görüşe göre O’nun mezhebidir ve O’na göre güvenilirdir. Bir yanda bütün mü’minlerce kabûl gören büyük bir muhaddis ve müctehidin güvenilir bulması var. Öte yanda da Şarkıyatçı kâfirlerin veya talebelerinin veyehud da talebelerinin talebelerinin vesveseleri var. Bir Mü’minin İslâm muhaddislerinin ve müctehidlerinin kabûllerini teperek kâfirlerin ve kör taklîdçilerinin kanâatlerine kıymet vermesi aslâ düşünülemez.
———————————————
(Üçüncü Fasıl)
“Ebdâl” Var mıdır, Ne Demektir?
———————————————
Şu aptal vezninde olan (abdal) değil de, ensâr kalıbındaki (Ebdâl) hadîsleri hakkında söylenenleri bir bir ortaya koyarak eleştiriye tâbi tutsaydınız ya? Büyük bir Muhaddis ve Müctehid olan Ahmed İbnü Hanbel’in -kuvvetli görüşe göre- makbûl bulduğu ve eserine koyduğu bir rivâyete birilerinin büyüklüğüne güvenerek i’timâd etmesi, sizin mesnedsiz ve körü körüne inkârınızdan daha mı az entelektüel bir tavır ve donanımdır?
Evet, şu hadîsler hakkında İmâm Hâfız Süyûtî, Allâme Fakîh İbnü Âbidîn ve başkalarının müstakil birer eseri, Hâfız Zebîdî’nin de İthâf’daki uzunca tahrîc ve ma’lûmatı bulunmasının yanında, hadîs âlimlerinin başka ince eleyip sık dokumaları da vardır. Ama sizin işiniz ilmî bir tenkîd değil, hezeyân eksenli gelişi güzel bir şübhe uyandırma ameliyesinden ibâret…
Bir başka münasebetle yazdığımız (Ebdâl) bahsinin büyük bir kısmını buraya almak istiyoruz:
Bazı velîlere, (Ricâlü’l-Ğayb) (veya (Ğâib Erenler)) isminin veriliş sebebi, insanların çoğunun onları bilmemesi ve tanımamasıdır.[7] Yoksa rûhânîlere karışıp cisimliklerini kaybetmeleri, latîf ve rûhânî bir vasfa sâhib hâle gelmeleri değildir.
Kutub, Ebdâl, Evtâd, Nücabâ, Nukabâ ismi verilen Allah celle celâlühû’nun bir takım büyük velîlerinin hepsinin veya bir kısmının varlıkları, sayıları, yerleri, vasıfları, vazifeleri ve haklarında gelen rivâyetler husûsunda müstakil eser veren veya eserlerinde söz söyleyen, müfessir, muhaddis, fakih ve akâid âlimlerinden bir nebze bahsedelim:
Benim bildiğim, bu husûsta müstakil olarak, tasnîf edilen ilk eser, müfessir, muhaddis ve -kimilerince- müçtehid imâm Süyûtî’nin Ebdâl hakkındaki el-Haberu’d-Dâll isimli risâlesi, sonra, müfessir, muhaddis, fakih ve akaid âlimi İmam Aliyyu’l-Kârî’nin el-Ma’dinü’l-Adenî fî Uveysi’l-Karenî ile büyük fakih Allâme İbn-i Abidîn’in, İcabetü’l-Ğavs Fî Beyâni Hâli’n-Nükabâ ve’n-Nücebâ ve’l-Evtâd ve’l-Ğavs isimli risaleleridir. Ayrıca büyük Muhaddis, fakîh ve lüğavî/lügatçı Allâme Zebîdî, İhyâ şerhi el-İthâf’da bu husûsu bir hadîsçi olarak tahlîl etmiştir. Biz burada, -inşâellah- İmâm Süyûtî, ve daha çok İbnü Âbidîn’in risalelerinden ve Zebîdî’den istifâde ederek mes’eleyi hulâsa etmeye çalışacağız..
———————————————
(Dördüncü Fasıl)
Ebdâl Hadîslerinden Birkaçı
———————————————
Hâfız Zebîdî şöyle diyor:
Bilesin ki Ebdâl hadîsi Sahâbe radıyellâhu anhum’dan bir cemâattan Merfû’ ve Mevkûf olarak rivâyet edilmiştir. Enes İbnü Mâlik, ‘Ubâde İbnü’s-Sâmit, Abdullâh İbnü Ömer, Alî İbnü Ebî Tâlib, Abdullah ibnü Mes’ûd, Avf İbnü Mâlik, Ebû Hureyre ve Muâz İbnü Cebel radıyellâhu anhum onlardandır.
 
———————————————
Merfû’ Rivâyetler
———————————————
(Bir): Enes Radıyellâhu Anhu’nun Hadîsi
Onun değişik lafızlarla tarîkleri vardır:
Birincisi: Hallâl’in Kerâmâtü’l-Evliyâ ve Deylemî’nin Müsnedü’l-Firdevs’de şu lafızla rivâyet ettikleri hadîs: (Ebdâl kırk adam kırk kadındır. Her ne zamân bir adam ölse Allah onun yerine başka bir adam getirir. Her ne zaman da bir kadın ölse Allah onun yerine bir kadın getirir..)
İkincisi: Taberânî’nin el-Evsat’daki rivâyeti: (Yer yüzü Halîlü’r-Rahmân gibi kırk adamdan asla boş kalmayacaktır. İnsanlara onlar sebebiyle yağmur yağdırılacak ve onlar sebebiyle yar dım edilecektir. Onlardan bir adam ölse Allah onun yerine bir başkasını getirir.)
Bu hadîsin isnâdı Hasen’dir.
Üçüncüsü: İbnü ‘Adiyy’in el-Kâmil’indeki şu lafız ile gelen rivâyeti: (Büdelâ kırk adamdır. Yirmi ikisi Şâm’da, on sekizi de Irâk’dadır. Her ne zamân Onlardan biri ölürse, Allah celle celâlühû bir başkasını O’nun yerine getirir. Emir geldiği zaman da hepsinin rûhu alınır. O za mân da kıyâmet kopar.)
Bunu bir de Hakîm-i Tirmizî Nevâdiru’l-Usûl’de ve Hallâl Kerâmâtü’l-Evliyâ’da rivâyet etmişlerdir.
Dördüncüsü: (Şübheniz olmasın ki, Ümmetimin Büdelâ’sı cennete namazla da girmedi Orucla da girmedi. Lâkin Onlar cennete gönül cömertliği, kalb selâmeti ve mü’minlere nasîhat etmekle girdiler.)
Bunu, Dârekutnî Kitâbu’l-Ecvâd’da, İbnü Lâl, Mekârimu’l-Ahlâk’da rivâyet etmişlerdir. Bunu, Harâitî, Mekârimü’l-Ahlâk’da benzer bir lafızla Ebû Saîd’den rivâyet etti….
(İki): ‘Ubâde İbnü’s-Sâmit Radıyellâhu Anhu’nun Hadîsi
Onun lafzı şudur: (Bu Ümmette Ebdâl kalbleri İbrâhîm Halîlürrahmân’ın kalbi gibi olan otuz adamdır. (Onlardan) her ne zaman bir adam ölürse Allah celle celâlühû Onun yerine bir başka adamı getirir.)
Bunu Ahmed (İbnü Hanbel), Hakîm(-i Tirmizî)ve Hallâl, Kerâmâtü’l-Evliyâ’da rivâyet etmişlerdir ve isnâdı Hasendir. Heysemî şöyle demiştir: Ahmed İbnü Hanbel’in Abdü’l-Vâhid İbnü Kays dışındaki râvîleri Sahîh’in râvîleridirler. Abdü’l-Vâhid’i ‘İclî ve Ebû Zür’a sağlam, diğerleri de zayıf bulmuşlardır….
Ahmed (İbnü Hanbel) ve Hallâl -ki bu Taberânî’nin el-Kebîr’indedir- şu lafız ile rivâyet ettiler: (Ümmetim içinde devâmlı otuz kişi bulunur. Onlarla yeryüzü ayakta durur; onlarla (insanlara) yağmur yağdırılır, onlarla insanlara yardım edilir.)
(Üç): Abdullah İbnü Ömer Radıyallâhu Anhumâ’nın Hadîsi:
Onu Taberânî, el-Kebîr’de ve Ebû Nüaym,el-Hilye’de senedleriyle Abdullah İbnü Ömer radıyellâhu anhumâ yoluyla Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’den rivâyet ettiler: (Her asırda Ümmetimin hayırlıları beş yüz kişidir. Ebdâl kırk kişidir. Ne beş yüz kişi ne de kırk kişi eksilmez. Her ne zamân bir adam ölürse Allah celle celâlühû onun yerine beş yüz kişiden birini getirir.)
Bunu bu şekilde İbnü ‘Asâkir de rivâyet etmiştir. Hallâl’in bir lafzında da şöyle gelmiştir: (Allah celle celâlühû’nun kendileriyle yer yüzünü koruduğu kırk kişi her zaman bulunur. Her ne zaman bir adam ölürse, Allah celle celâlühû onun yerine yer yüzünün tamâmında en sondakilerini getirir.)
(Dört): Alî İbnü Ebî Tâlib Radıyellâhu Anhu Hadîsi
O şu lafızla rivâyet edilmektedir: (Ebdâl mütenattı’, bid’atçı, müteammık (Şerîat’in istemediği bir şekilde meseleleri derinleştiren) ve kendilerini beğenmiş olmayan altmış adamdır. Onlar ulaştıkları(makamlar)a ne namaz, ne oruc ve ne de sadaka çokluğu ile ulaşmadılar. Lâkin onlar, gönül cömertliği, kalb selâmeti ve imâmlarına nasîhatleri yüzünden (o makâmlara) ulaştılar. Ey Ali!.. Onlar Kibrît-i Ahmer’dendirler. (Veya “azdırlar”))
Bunu, İbnü Ebî’d-Dünyâ, Kitâbu’l-Evliyâ’da ve Hallâl, Kerâmâtü’l-Evliyâ’da rivâyet etmişlerdir.
Ahmed İbnü Hanbel, el-Müsned’inde İbnü ‘Ubeyd’den rivâyet ediyor: Irâk’dayken Ali radıyellâhu anhu’nun yanında Şamlılardan söz edildi ve onlara lâ’net et ey Mü’minlerin Emîri dediler. Bunun üzerine O, şöyle dedi: Hayır dedi. Çünki ben kesinlikle Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle demekte olduğunu işittim: (Büdelâ) Başka bir lafızda da, (Ebdâl Şam’da olacaklar. Onlar kırk adamdır. Her ne zaman bir adam ölürse Allah celle celâlühû onun yerine bir adam getirir. Onlarla yağmur yağdırılır. Onlarla düşmanlara karşı yardım edilir. Onlarla Şam halkından azâb defedilir.)
Bu hadîs’in râvîleri -Şüreyh hâric- Sahîh’in râvîleridir. O da sikadır/sağlamdır. Bunu, onu aşan yoldan Taberânî ve Hâkim de rivâyet etmişlerdir.
(Beş): Abdullâh İbnü Mes’ûd Radıyellâhu Anhu’nun Hadîsi:
(Beş): Abdullâh İbnü Mes’ûd Radıyellâhu Anhu’nun Hadîsi:
([Allah celle celâlühû’nun, yaratılmışların arasında kalbleri âdem aleyhisselâmın kalbi gibi üç yüz kulu vardır. Allah celle celâlühû’nun, yaratılmışlar arasında kalbleri Mûsâ aleyhisselâm’ın kalbi gibi kırk tane kulu vardır. Allah celle celâlühû’nun yaratılmışların arasında, kalbleri Mikâil aleyhisselâm’ın kalbi gibi yedi kulu vardır. Allah celle celâlühû’nun, kalbleri Azrâîl aleyhisselâm’ın kalbi gibi beş kulu vardır. Allah celle celâlühû’nun kullar içinde kalbleri Cibrîl aleyhisselâm’ın kalbi gibi olan üç kulu vardır. Allah celle celâlühû’nun kullar içinde kalbi İsrâfîl’in kalbi gibi bir kulu vardır. Bir ölünce Allah celle celâlühû onun yerine Üç(ler)den birini getirir. Üç(ler)den biri ölürse Allah celle celâlühû onun yerine Beş(ler)den birini getirir. Beş(ler)den biri ölürse Allah celle celâlühû onun yerine Yedi(ler)den birini getirir. Yedi(ler)den biri ölürse Allah celle celâlühû onun yerine Kırk(lar)dan birini getirir. Kırk(lar)dan biri ölünce Allah celle celâlühû onun yerine Üç Yüz(ler)den birini getirir. Üçyüz(ler)den biri ölünce de Allah celle celâlühû onun yerine avâmdan/sıradan mü’minlerden birini getirir. Allah celle celâlühû onlarla diriltir onlarla öldürür, onlarla yağmur yağdırır, onlarla (nebâtâtı/biten şeyleri) bitirir ve onlarla belâları savar.] İbnü Mes’ûd radıyellâhu anhu’ya, Onlarla nasıl diriltir ve öldürür? dediler. (O da) şöyle dedi: Çünki onlar Allah celle celâlühû’dan Ümmet’in çoğalmasını isterler de çoğalırlar; zorba idârecilere beddüâ ederler de helâk olurlar; yağmur isterler de onlara yağmur yağdırılır. Onlar isterler de yeryüzü onlara yağmur yağdırır; düâ ederler de onlardan çeşitli belâlar savulur.)[8]
(Altı): Avf İbnü Mâlik Radıyellâhu Anhu’nun Hadîsi:
Onu Taberânî ve İbnü Asâkir şu lafızla rivâyet etmişlerdir: (Ebdâl Şâm halkı içindedir. Onlarla yardım görürler ve onlarla rızıklandırılırlar.)
(Yedi): Ebû Hureyre Radıyellâhu Anhu’nun Hadîsi:
Onu İbnü Hibbân Târîh’nde şu lafızla rivâyet etti: (Yer Yüzüİbrâhîm Halîlürrahmân gibi Otuz kişiden aslâ boş kalmayacaktır. Onlarla âfiyet bulurlar; onlarla rızıklandırılırlar; onlarla kendilerine yağmur yağdırılır.)[9]
İsnâdı Hasendir.
(Sekiz): Muâz İbnü Cebel Radıyellâhu Anhu’nun Hadîsi:
Onu Ebû Abdurrahmân es-Sülemî, Sünenü’s-Sûfiyye’de ve Deylemî şu lafızla rivâyet ettiler: (Üç şey vardır ki onlar kimde bulunursa o, Ebdâl’dendir….)
———————————————
Mevkûf Rivâyetler
———————————————
Ali radıyellâhu anhu’dan Mevkûf olarak şu lafızla bir rivâyet yapılmıştır: (Şam halkının tamâmına hakâret etmeyiniz. Zîrâ içlerinde Ebdâl vardır.) Bunu üç defa söyledi.
Bu haberi Abdurrezzâk rivâyet etti. Onu Abdurrezzâk yoluyla Beyhakî Delâil(ü’n-Nübüvve)’de rivâyet etti. Hattâ onu Hâkim el-Müstedrek’de kendi sözü olarak rivâyet etti ve Sahîh olduğunu söyledi. Hepsi onu Abdullah İbnü Safvân yolundan Ali radıyellâhu anhu’dan rivâyet ettiler. Ziyâ (el-Makdisî) el-Muhtâre’de bu rivâyetin sahîh olduğunu söyledi.
Hâkim’in lafzı şöyledir: (Şâm halkına hakâret etmeyiniz. İçlerinde Ebdâl vardır.) Bunu, Taberânî el-Evsât’da ve İbnü Asâkir Târîh(-i Dimeşk)’de Ali hadîsinden Merfû’ olarak rivâyet etmişlerdir.
———————————————
Mürsel Rivâyetler
———————————————
Bir: Ebû Dâvûd’un el-Merâsîl’inde ve Hâkim’in el-Künâ’sında Atâ İbnü Ebî Rebâh’dan yaptıkları rivâyettir: (Ebdâl Mevâlîdendirler)
Hâkim, (Mevâlî’ye de ancak bir münâfık buğzeder.) Senedinde Ricâl İbnü Sâlim vardır ki, münkeru’l-hadîsdir.
İki: İbnü Ebî’d-Dünyâ’nın Kitâbu’l-Evliyâ’da Bekr İbnü Huneys’den ettikleri rivâyettir: (Ümmetimin Ebdâl’inin alâmeti, hiçbir şeye ebediyyen lâ’net etmemeleridir.)
Sehâvî, o, Mu’dall/ortasından iki râvî düşen Merfû’ bir rivâyettir, dedi.
——————————————-
Eserler
—————————————–
(Hâfız Zebîdî) Bunlar çoktur (dedikten sonra bir çoklarını zikretti ve devâmla şöyle dedi:)
İbnü’l-Cevzî, Ebdâl hadîslerini el-Mevdûât’da getirdi ve onları teker teker cerh etti. O’nu Süyûtî ardınca tenkîd etti ve Ebdâl hadîslerinin Sahîh olduğunu, dilersen Mütevâtir olduğunu da diyebileceğini söyledi ve sözü (faydalı bir şekilde) uzattı. Sonra da şöyle dedi: Böylesi bir haber Ma’nevî Tevâtür haddine varmıştır. Öyle ki, zarûreten Ebdâlin var olduğuna kesin inanılır. (Süyûtî’nin sözü son buldu.)
Hâfız İbnü Hacer rahimehullah, Fetâvâ’sında, Ebdâl birçok haberlerde gelmiştir ki, kimisi Sahîhdir; kimisi de Sahîh değildir. Kutb bazı eserlerde gelmiştir. Ğavs da Sûfiyye arasında söhret bulduğu vasfıyla sâbit değildir, dedi. (İbnü Hacer’in sözü bitti.)
Bununla (bütün bu rivâyetler ve şu fetvâ ile) İbnü Teymiyye’nin Ebdâl lafzı ne sahîh ne de zayif bir haberde gelmemiştir; ancak munkatı’ bir haberde gelmiştir şeklindeki iddiâsının bâtıl olduğu ortaya çıkmıştır. Keşke O, görmediğini söyleseydi. Aksine O, (Bu lafzın) var olduğunu inkâr etti ve var olduğunu iddiâ edenleri yalanladı. Bu haberlerin tamâmının zayıf olduğu farz edilse bile, zayıf hadîsin, yollarının çokluğu ve onu rivâyet edenlerin birden fazla olmakla kuvvetleneceği inkâr edilemez.[10] (Zebîdî’den Nakil Son Buldu)
İbnü Âbidîn de risâlesinde bunlardan bir kaçını zikretti:
Bir: “Ebdâl, bu Ümmet’te otuz adamdır… (Onlardan) her ne zaman bir adam ölürse, Allah celle celâlühû O’nun yerine (başka) bir adam getirir.”[11]
İki: “Ebdâl, bu Ümmet’te otuz adamdır; yeryüzü onlarla ayakta durur, onlarla size yağmur yağdırılır, onlarla yardım görürsünüz.”[12]
Üç: “Ebdâl, Şamlılar arasındadır; onlarla (düşmanlara karşı) yardım görürler, onlarla rızıklanırlar.”[13]
Hepsi oradadır denilmiyor; bir tenâkuz/çelişki yok.
Dört: “Ebdâl Şam’dadır. Kırk adamdırlar, her ne zaman onlardan bir adam ölse Allah celle celâlühû O’nun yerine bir adam getirir. Onlarla kendilerine yağmur yağdırılır.”[14]
Beş: “Şübhesiz ki Allah celle celâlühû, kalbleri Adem aleyhisselâm kalbi üzerine (-aynı nisbette olmasa da- Ondaki hasletlere sâhib) olan üç yüz kişi yarattı. O’nun kırk kulu vardır ki, kalbleri Mûsâ aleyhisselâm’ın kalbine benzer. O’nun yedi kulu vardır ki kalbleri İbrâhîm aleyhisselâm’in kalbine benzer. O’nun beş kulu vardır ki kalbleri Cebrail aleyhisselâm’ın kalbine benzer. O’nun üç kulu vardır ki kalbleri Mikâil aleyhisselâm’ın kalbine benzer. O’nun bir kulu vardır ki kalbi İsrafil aleyhisselâm’in kalbine benzer. Her ne vakit o bir kişi ölürse, Allah Teâlâ onun yerine o üç kişiden birini getirir. Her ne vakit o üç kişiden biri ölür (veya o bir kişinin yerine geçerse), Allah celle celâlühû onun yerine beş kişiden birini getirir. Her ne vakit beş kişiden biri ölür (veya üçlere katılır) ise, Allah celle celâlühû onun yerine o yedi kişiden birini getirir. Her ne vakit o yedi kişiden biri ölürse Allah Teâlâ onun yerine kırk kişiden birini getirir. Her ne zaman kırk kişiden biri ölürse Allah Teâlâ onun yerine, o üç yüz kişiden birini getirir. Her ne zaman o üç yüz kişiden biri ölürse Allah celle celâlühû O’nun yerine avâm(ın sâlih ve kamil olanların)dan birini getirir. Bu Ümmet’ten, belâ, onlarla defedilir.”[15]
İbnü Âbidîn’in nakline göre rivâyetin sonu şöyledir: “(Allah celle celâlühû) onlarla can verir, onlarla öldürür, onlarla (bitkileri) bitirir, onlarla belâyı savar. İbn-i Mes’ûd radıyallâhu anhu’ya, “(Allah celle celâlühû) onlarla nasıl can verir ve öldürür"denildi de, (İbn-i Mesûd), "Zîrâ o, Allah celle celâlühû’dan Ümmet’lerinin çoğalmasını ister de çoğalırlar; zâlim zorbalara beddüâ eder de helâk olurlar; yağmur düâsı ederler de onlara yağmur yağdırılır. İsterler de onlardan belalar savulur" dedi.[16]
Altı:Yeryüzü Halîlürrahmân’a benzeyen kırk kişidenasla boş kalmayacaktır. Onlarla size yağmuryağdırılır, onlarla yardım görürsünüz, onlardan biri ölse Allah celle celâlühû onun yerine bir başkasını getirir.[17]
———————————————
(Beşinci Fasıl)
Ebdâl Hakkında Eserlerinde Haber Rivâyet Edenler Veyâ Söz Söyleyenlerden Bir Kısmı
———————————————
       Bir:Ahmed İbn-i Hanbel (el-Müsned, ez-Zühd.) İki: Taberânî (Mu’cemler: Kebîr, Evsat ve Sağîr) Üç: Ebû Nüaym (Hilyetü’l-Evliyâ) Dört: Hakîm-i Tirmizî (Nevâdirü’l-Usûl) Beş: Hatîb-i Bağdâdî (Târîh-i Bağdât) Altı: İmâm Ğazâlî (İhyâ) Yedi: İbn-i Asâkir (Târîh-i Dimeşk) Sekiz: İmâm Yâfiî (Heytemî’nin nakliyle) Dokuz: İbn-i Hacer-i Askalânî (Fetâvâ. Sehâvî’nin nakliyle.) On: İmâm Sehâvî, (El-Mekâsıdü’l-Hasene) On Bir: Şeyhu’l-İslâm Zekeriyyâ el-Ensârî (İbnü Hacer el-Heytemî’nin nakliyle) On İki: İmâm Süyûtî (El-Haberu’d-Dâll) On Üç: İmâm Şa’rânî On Dört: İbn-i Hacer-i Heytemî (El-Fetâvâ’l-Hadîsiyye) On Beş: Aliyyü’l-Kârî (El-Ma’din) On Altı: Münâvî (Feyzü’l-Kadîr) On Yedi: Hâfız Zebîdî, (İthâfu Sâdeti’l-Müttakîn) On Sekiz: Bürhân el-Lekkânî, (‘Umdetü’l-Murîd li Cevhereti’t-Tevhîd) On Dokuz: İbn-i Abidîn (İcâbetü’l-Ğevs) Hâfız Yirmi: Hâfız Abdullâh el-Ğumârî (El-Haberu’d-Dâll Hâşiyesi.)
Yukarıdaki âlimlerin her birinin yanında bir hiç olan büyüklük hastaları zavallı cücelerin bu mevzû’u inkâr etmeleri neyi ifâde eder ki?… Bizce hiçbir şeyi…
Allâme Burhân İbrâhîm el-Lekkânî, Umdetu’l-Murîd Li Cevhereti’t-Tevhîd isimli eserinde, Şifa-i Şerîf’in Tilmisânî’ye âid Hâşiye’sinden şöyle nakletti: Hatîb-i Bağdâdî, Târîh’inde,Kettânî’den rivâyet edip Onun şöyle dediğini nakletti: Nukabâ yetmiş, Budelâ[18] kırk, Ahyâr yedi, Umûd ve Evtâd dört, Ğavs bir tanedir…
Ebû Bekr el-Mutevvaî, Hızır aleyhisselâm’ı görüp onunla konuşandan hikâye etti ki, Hızır aleyhisselâm O’na şöyle dedi: Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in rûhu kabzedilince yer ağladı ve dedi ki, İlâhî, Seyyidim!.. Kıyâmet’e kadar, üzerimde hiçbir Nebî gezmeyecek halde kaldım. Bunun üzerine Allah celle celâlühû, O’na şöyle vahyetti:
"Bu Ümmet’ten, kalbleri Nebîlerin kalbi gibi olan kimseleri senin sırtında gezdireceğim, Kıyâmet’e kadar onlardan seni boş bırakmayacağım."
Yer, onlar kaç kişi olacak? diye sordu. Allah celle celâlühû şöyle buyurdu:
Üç yüz kişi var, (gerçek) velîler onlardır, yetmiş kişi var Nücebâ onlardır, kırk tane var Evtâd onlardır, on tane de var Nükebâ onlardır, yedi tane de var Urefâ onlardır, üç tane de vardır Muhtârûn ve bir tane de var, O da Ğavs‘dir. O öldüğünde Üçlerden biri, onun yerine getirilir, ve Ğevs yerine konur. Yedilerden Üçlere, onlardan Yedilere, Kırklardan onlara, Yetmişlerden Kırklara, üç Yüzlerden Yetmişlere, sâir yaratılanlardan da üç yüzlere nakledilir. Sûra üflenene kadar böyle olur.
Ben (İbn-i Âbidin) derim ki: Buradaki sayı ta’yîninde geçen(ifâde)lerde biraz zıdlıklar vardır. -Allah celle celâlühû en iyi bilir ya- sanki bulardan çoğu zikreden, tamamını açıkladı; azı zikreden de, o derecedekilerin reisi olanlar ve o dereceye diğerlerinden daha derinliğine adım atanlarla iktifa etti. Bu cevâb, en sahîh görüşe göre, sayıların mefhum-i muhâlifi yoktur[19] şeklindeki cevâbdan daha güzeldir.[20] (İbn-i Âbidîn’in sözü bitti)
Fakir (H.Avnî) de derim ki: Şu kadar velî senin üzerine koyacağım’dan, bir nebî olan Hz. İsa aleyhisselâm’ın Âhir Zamanda yeryüzünde gezmeyeceği ma’nâsı anlaşılmaz. Zîrâ bu husûstaki hadîsler ma’nevî mutevâtirdir. Buradan kalkarak bu müşkile iki şekilde cevâb verebiliriz.
Bir: Hâfız İbnü Hacer’in de el-İsâbe’de dediği[21]gibi, Hz. İsa aleyhisselâm bir Nebî olmasının yanında bir görüşe göre aynı zamanda da Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâb’ındandır. Dolayısıyla bir yönüyle bu Ümmet’tendir.
İki: O’nun gelişi zâten Kıyâmet’in kopmasının hemen hemen dibinde olacağı için, hayır, üzerinde şu nebî, Âhir zamanda gelecektir, denilmedi.
Yine İbnü Abidîn, Allâme Şıhâb el-Menînî’den kısaltılmış olarak naklediyor ve devâm ediyor: İbnü’l-Cezvî, Ebdâl, hadîslerinin uydurma olduğunu söyledi. İmâm Süyûtî, O’nu tenkîd etti ve şöyle dedi: Ebdâl haberi sahîhtir. Mütevâtir olduğu da söylenebilir. Bunun gibi bir haber, ma’nevî tevâtür derecesine ulaşmıştır ki, bununla Ebdâl’in varlığına zarûreten kesin hükmedilir. (Süyûtî’nin sözü bitti.)
Sehâvî, Ebdâl(ın bu Sahâbî yoluyla gelen)[22] haberinin değişik lafızlarla tarîkleri vardır. Hepsi zayıftır, dedi. Sonra, onlar hakkındaki hadîsleri getirdi, daha sonra da geçen rivâyetlerin en Sahîh olanı Ahmed İbnü Hanbel‘in Hz. Ali radıyallâhu anhu’dan merfû’ olarak rivâyet ettiği haberdir, dedi…
Sehâvî şöyle dedi: Râvîleri, Şüreyh İbnü Ubeyd’in dışında Sahîhin râvîleridir; Süreyh de güvenilir biridir. (Sehâvî’nin sözü bitti) (Sehâvî’nin) Şeyhi İbn-i Hacer(-i Askalânî), “Fetâvâ”sında, “Ebdâl, bir çok haberlerde geldi. İçlerinde sahîh olanı da var, sahîh olmayanı da vardır. Kutub ise bazı eserlerde[23] gelmiştir. Sûfîler arasında şöhret bulmuş şekliyle Ğavs ise sâbit değildir," dedi. (Askalânî’nin sözü bitti.)
Lâkin, hem geçti hem de gelecektir ki, İmâm Şâfiî efendimizin kelâmında Kutb, Ğavs sözü ile tefsîr edilmiştir. Bu yüzden (bu tefsîr), Ğavs’in var olduğunu ve Kutb ile aynı şey olduğunu gösterdi. Bunu bil. İbnü Hacer’in (Ğavs sâbit değildir sözünden) murâdı, sanki, sahîh nebevî hadîslerde gelmemiş olduğudur. Halbuki var olduğundaki şöhreti, haberlerinin meşhûr olarak gelmesi ve pak yolun ehli arasında zikredilmiş olması yeterlidir. Allah celle celâlühû en iyisini bilir şübhesiz. (Şihâb elMenînî’nin sözü burada bitti.)
İbnü Hacer el-Heytemî, el-Fetâvâ’l-Hadîsiyye’de, İmâm Yafiî’nin hadîste geçen Bir kişinin Kutb onun da tek Ğavs olduğunu, söylediğini ifâde etti… Sonra İbn-i Hacer(el-Heytemî, devamla şöyle) söyledi: Bazılarında zıdlık bulunduğundan, bu sayıların ıstılah olduğu söylenebilir. Ebdâl, bunlar bu sayının içinde bulunuyorlar, mertebelere baktılar ve onları, Ebdâl, Nükeba, Nüceba, Evtâd ve bunlardan başka geçen ifâdelerle tâ’bîr ettiler, anlattılar. Hadîs ise başka mertebelere baktı. Hepsi bu sayılarda müttefıktiler…
İbnü Hacer (el-Heytemî), hulâsa olarak şöyle dedi: Bir defasında Ezher’in (o zamanki) ileri gelen âlimlerinden üstâdım şeyh Muhammed el-Cüveynî, Ebdâl bahsi geçince, bunların varlığını şiddetli bir şekilde reddetti. Ben, birçok büyük zâtın bunu kabûl ettiğini, onların yalan söylemiş olamayacaklarını söyleyince Şeyh’in inkârı daha da arttı. Sonra onu Şeyhu’l-İslâm Zekeriyyâ el-Ensârî’nin yanına götürdüm. Bu mes’eleyi Şeyhin huzurunda O’na sordum. El-Ensârî, yemin ederek, Evet yavrum, vardır, dedi. Ben de şeyhi işâret ederek, O’nun, bunu inkâr ettiğini söyleyince, Şeyhu’l-İslâm O’na dönerek, öyle mi ey Şeyh Muhammed?.. diye hitâb etti. Bunu tekrar tekrar sordu. Sonunda, Şeyh Muhammed el-Cüveynî, Ey efendimiz, ey Şeyhu’l-İslam! buna îmân ettim ve onu tasdîk ettim. Kesinlikle tevbe ettim,şeklinde cevâb verdi. Zekeriyyâ el-Ensârî de O’na, Senden işte bunu beklerdim, dedi. (Heytemî’nin) ve (İbn-i Âbidîn’in sözlerinden seçtiklerimiz bitti.)
Alana ibretli bir kıssa…
———————————————
(Altıncı Fasıl)
Nebî Zamânında Mushaf Var mıydı?
———————————————
İddia: Kaynak göstermeden, buna lüzum bile görmeden hadîs nakletme alışkanlığı tahminlerimizden çok daha yaygındır. Burada, bu bahse dâir, sadece bir iki örnek vermek bile yeterli olacaktır. Meselâ, İsmail Biçer, Kur’ân Okumak: Mühim Bir Sünnet başlığı altında, kendisiyle yapılan bir röportajda, Ümmetimin yaptığı ibadetlerin en kıymetlisi, Kur’ân-ı Kerîm’i, Mushaf’a bakarak okumaktır, diye bir hadîs nakletmektedir.[24] Ancak hadîsin nerede yer aldığına dâir en küçük bir açıklama yapılmadığı gibi, Hazreti Peygamber döneminde mevcut olmayıp Hazreti Ebû Bekir döneminde Mushaf hâline getirilen Kur’ân’ın yüzünden okunmasını, Hazreti Peygamber’in bizzat tavsiye etmesinin, tarihen mümkün olamayacağını da fark edememiş görünmektedir.[25]
Cevâb: Ölçüsüz itirazların kaynak ve malzemeleri sayılamayacak kadar çok ise de, en önde gelenlerinden biri, ıstılâhların kelime ma’nâları, kelime ma’nâlarının da ıstılâh ma’nâları ile karıştırılmasıdır. Bu, bazen kasıdlı, bazen de kasıdsız olarak yapılır. Evet, mehaz gösterilseydi iyi olurdu. Belki hadîsin erbâbınca bilindiği düşüncesiyle, belki de irticâli bir konuşma olduğundan kaynak gösterilmedi. Bunla berâber şu iddialara birkaç noktada cevâb verilebilir.
Bir:Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem zamanında Kurân bir değil, bir çok yazıcı tarafından yazılmaktaydı. (Benden Kur’ân’dan başka şey yazmayınız. Kim benden Kur’ân’dan başkasını yazarsa, onu silsin) hadisi vardır. [26]
Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem‘in kâtibleri kırk üçe ulaşmıştı.[27] En meşhurlarından bazıları şunlardı: Osmân b. Afvân, Ali b. Ebî Tâlib, Ubeyy b. Ka’b, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Sa’d b. Serh, Hanzala b. Rubeyyi’… Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e Kureyş’den kâtiblik yapanlardan ilki, Abdullah b. Sa’d idi. Sonra mürted olup Mekkeye döndü. Mekkenin Fethi günü yine İslama döndü. Medineye gelişinde, Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e ilk kâtiblik yapan Ubeyy b. Kâ’b el-Ensârî idi. Zeyd b. Sâbit de onunla berâber yazıyordu. Lâkin Zeyd Sahâbe’nin vahiy yazmakta en sürekli olanı idi.[28]
Hazret-i Ömer radıyallâhu anhu’nun Müslüman olması kıssasında, Tâhâ Süresini Ömer radıyellâhu anhu’nun kız kardeşi Fâtıma binti Hattab radıyellâhu anhumâ’nın sahifesinde yazılı olduğu, onu Habbâb b. Eret radıyellâhu anhu’nun, O’na ve kocasına okuduğu (haberleri) vardır.[29] Zeyd b. Sâbit, Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in komşusuydum. Vahiy geldiği zaman bana haber gönderir, vahiy yazardım.[30] Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem vahiy geldiği zaman yanındakine, bana Zeyd’i çağır der. O, Levhi ve hokkayı veya hayvanın kürek kemiğini ve hokkayı getirir; sonra da O’na “yaz” der…. o da âyetleri yazardı.[31] “Ona bir âyet indiğinde yazanlardan birini çağırır ve ona şu ayeti, şunun şunun zikredildiği yere koy, derdi.”[32] “Resülullah sallallâhu aleyhi ve sellem (düşman ona ulaşır korkusuyla[33]) (Mushaf)ı düşman topraklarına götürmeyi yasakladı.”[34] “Zeyd b. Sâbit anlatıyor: Resülullah’ın yanında vahiy yazıyordum. O bana yazdırıyordu. Bitirdiğim zaman “ onu oku” der, ben de onu okurdum. Onda bir (kelime veya harf) düşmüş ise onu düzeltirdi.”[35]
Alimler, Resülullah sallallâhu aleyhi ve sellem zamanında Kurân’ın tamamının sahifelerde, levhalarda düz ve geniş hurma yapraklarında yazılı olduğunu, lâkin bir yerde toplanmadığını ve sürelerin tertîb edilmemiş olarak bulunduğunu açıkça ifâde ettiler.[36]
Taberî, “Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem öldüğünde Kur’ân toplanmamış sadece, hurma yapraklarının köklerinde ve düz ve geniş hurma yapraklarında yazılı idi” dedi.[37] Suyutî, Hattâbî(ö:388)den, (Kur’ân’ın Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem zamanında mushaf’da toplanmamasının sebebinin (âyetlerde henüz) nesh (olunma) ihtimali bulunmasından dolayı olduğu)nu nakletmektedir.[38]
Demek ki Kur’ân, hurma yapraklarında, derilerde, kürek kemiklerinde ve sahîfelerde onlarca kâtib tarafından yazılmış idi. Şu (sahîfeler) topluluğuna, tomarına lüğatta/dilde (suhuf) veya (mushaf) denir. Sonradan toplanması, tamamı ve tertîbi yani bu günkü sıralaması demektir.
İki: Mushaf’dan okumak ile alakalı olarak Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den merfu’, Ashâb’dan da Mevkûf olarak gelen bir çok rivayetler vardır. Bunlardan birkaç tanesini zikredeceğiz: “Kişinin Kur’ânı mushaftan başkasında (ezber) okuması bin derecedir. Mushaftan okuması da buna iki bin derece katlanır.”[39] “Kim Allah ve Resülünün kendini sevmesi sevindirirse, O mushafta okusun.”[40] Yine İbnü Adiy, “bunu Şu’be’den el-Hurr’den başkası rivâyet etmedi; O da, hadisi az olan birisidir; bu (rivâyet), Şu’beden (yapılan) münker(bir rivâyet)dir” dedi.  
İbnü Hacer, Hurr’un hâlinin mechûl olduğunu söylediyse de, İbnü Ebî Hâtim’in babası Ebû Hatem’in Onun hakkında sadûktur, zararsızdır dediğini naklettiği, İbrâhîm b. Câbir’in dışındaki râvilerinin ise Buhârî ve Müslim’in ravilerinden olduğu, İbrahim’den ise Ebû Hatem ve Ebû Zur’a’nin rivâyet ettiği, Ebû Zur’a’nın ise sağlam olmayan râvîden rivâyet etmediği, dolayısıyla hadisin isnadının Hasen olduğu söylenmektedir.[41] Zehebî el-Hurr için bâtıl bir haber rivâyet etti dedi ve şu hadisi zikrettikten sonra, mushaflar ancak Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem den sonra edinildi dedi. (Mîzân). İbnü Hacer ise, Zehebî’nin, bu sözüne i’tirâz ederek, böyle bir sebeb ileri sürmenin doğru olmadığını, Buhârî ve Müslim’de rivâyet edildiğine göre Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in Mushaf’ı -düşman ona ulaşır korkusuyla- düşman topraklarına götürmeyi yasakladığını ve haberin bir mu’cize olmasına mâni’ bulunmadığını söylüyor.[42]
Üstelik Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in bir takım sahîfelerden meydana gelen tomara “Mushaf” ta’bîr ettiği, hadîsin lafzının zâhiridir.
Bu bahisdeki Mevkûf rivâyetler ise çok fazla olup bir nicesi sahîhdir. Hâkim’in el-Müstedrek’inde İbnü Mes’ûd’dan Sahîh bir isnâd ile yaptığı ve Zehebî’nin sahîhliğini tasdîk ettiği rivâyet[43] bunlardan sadece bir tânesidir. Şurası muhakkaktır ki, sözü edilen Mevkûf rivâyetler Merfû’ hükmündedirler. Çünki bunlar, ictihâdla bilinemeyecek hükümleri ihtivâ etmenin yanında İbnü Mes’ûd İsrâiliyyat rivâyeti ile bilinmemektedir.
Üç: Vâkıa, muhâtablar Sahîhayn’in de rivâyetini hiçbir ilmî sebeb göstermeden sırf çarpık bir aklî muhâkemeyle kolayca uydurma i’lân edebilirler ve nitekim ediyorlar; ama bu mühim değildir; Mü’minler de onların ölçüsüz sözlerine zerre mikdârı bir değer vermiyorlar. Hâlbuki biraz akledilmiş olsaydı, ortada muhtemel bir(ma’nâ ile rivâyet)in bulunmuş da olabileceği hesâba katılacak, Hâfız muhaddis ve lüğavî Zebîdî’nin de dediği gibi,[44] (mushafdan okumak)ifâdesinin, (yüzünden okumak) demek olduğu kolayca anlaşılacaktı.
Dört: Hadîsin, ilmî değil de mücerred ve alîl bir aklî mülâhaza ile uydurma ilân edilişindeki şekil cidden ibretliktir.
Öz olarak şöyle deniliyor: “Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, Âhirete göçmesinden sonra ortaya çıkacak olan (Mushaf)dan nasıl bahseder? Bu, imkânsız bir şeydir. Öyleyse hadîs uydurmadır!..”
Muhâkeme tarzı işte bu… Oysa, yukarıda yazdığımız üçüncü maddedeki ihtimâl bulunmasa bile, mes’eleye şöyle de bakılabilir: (Mushaf) ne demektir? Bu hiç akledilmiyor. Biz diyelim: Sahîfelerden bir araya getirilen tomar. Âlimi ve câhili bilir ki, Kur’ân vahiy kâtiblerince ve Sahâbîlerce yazılmaktaydı… Şu sahîfelerin bir araya getirilmesi ile (Mushaf) meydana geliyordu. Hazreti Ebû Bekr, Ömer ve Osman radıyellâhu anhum dönemindeki toplanan (Mushaf) ise şu sahîfelerin tamamının bir araya getirilmesinden hâsıl olan bütün demekti. Şu iki husûsu karıştıracak akıl seviyesine sâhib bir kimsenin en sahîh rivâyetleri bile aklı ile uydurma ilan etmesi ne kadar akıllıca bir iştir? Kimse bugünkü ofset matbaalarda basılan rengârenk, cicili bicili Mushaflardan söz etmemişti. Hakîkatte ciddiyetten son derece uzak olan şu düşünce ve değerlendirmeleri bir an ciddiye alarak soralım: Kur’ân’ın (vahyin) iner inmez yazılmadığını ilmen isbât etmeden o zamanda (Mushaf) olmadığından nasıl bahsedilebilir?.. Bilinen ma’nâda ve bir bakıma ıstılâhlaşmış (Mushaf)’ın varlığına mâni’ olmayabileceğini anlamak için geri zekâlı olmamanın bile yetebileceğini akletmek çok mu zor?.. Kaldı ki, Buhârî ve Müslim’in rivâyet ettikleri Mushaf’ı -düşman ona ulaşır korkusuyla- düşman topraklarına götürmeyi yasakladığına dâir hadîsin zâhir manası da bunu göstermektedir.
Beş: Üstelik Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in mu’cize sâhibi olduğuna inanan mü’minler, İbnü Hacer’in de işâret ettiği gibi, O’nun ileride olacak bir husûsa atıfta bulunarak konuşmasını garibsemez. Nitekim elFiten ve’l-Melâhim’le alâkalı mü’minlerce sâbit rivâyetler ve bunların toplandığı müstakil eserler bunu te’yîd etmektedir. Şu mu’cize husûsunu inkâr eden inkârcıların görüşleri mü’minleri hiçbir şekilde bağlamaz.
———————————————
(Yedinci Fasıl)
Herkes “Allâme” Olabilir mi? Yâhud, Kimler “Allâme” Olamaz?
———————————————
İddia: Bir başka örnek de el-Hâc Ebû Bekr Siracuddîn adını alan mühtedi Martin Lings’ten! Müslüman olunca birden bizlerin nazarında allâme statüsüne yükseliveren bu zat, bir toplantıda, hiçbir kaynak göstermeden birtakım hadisleri delîl olarak kullandığı gibi[45] naklettiği hadislerin gerçekten Hazreti Peygamber’in sözü olup olamayacağını merak dahi etmemiştir. Onun zikrettiği hadislerden özellikle şu rivâyet dikkat çekicidir.
Hazreti Peygamber şöyle demiştir: “Cennet ehli, üzerlerindeki bütün yüksek yerleri görebilecektir. Hatta üzerinde bulunan ufkun doğusundaki veya batısındaki parlak gezegeni de görecektir.” Gördüğünüz gibi o parlak gezegen Venüs gezegenidir.[46]
Burada gerek Martin Lings’e, gerekse onun konuşmasını değerli bulup değerlendiren ve bu hadîs karşısında seslerini çıkarmayan Prof.Dr. Mustafa Tahralı, Prof. Dr. Nazif Şahinoğlu ve Prof.Dr. Süleyman Uludağ’a şu soruyu sormadan geçemeyeceğiz.
Cennet veya cehenneme, ancak Kıyâmet koptuktan sonra girileceğine göre, kıyametten sonra parlak gezegenleri, özellikle de Venüs’ü görmekten nasıl söz edilebilir? Bu durumda bu sözün ‘hadîs’ olması mümkün müdür?[47]
Cevâb: Tabîdir ki herkes allâme olamaz. Oryantalistlerin kanalizasyonundan vâsıtasız veya vâsıtalı olarak beslenmeyen hiçbir kişinin allâme olması elbette ki düşünülemez (!..)
Hadîsin sübûtu ile onun te’vîli ve manalandırılması ayrı ayrı şeylerdir. Câhil olan akıllılar dahî bilirler ki, yanlış bir te’vîl, sâbit bir rivâyeti bâtıl kılmaz. Bizce burada esas mühim olan nokta, şu hadîsin sübûtunun olup olmadığından çok çürüğe çıkarılma mantığıdır. Çünki birincisi bir rivâyeti, ikincisi ise rivâyetlerin hepsini alâkadar eder. Kaldı ki, Kıyâmet’in kopması ile bütün varlıkları bir şekilde yok edecek, sonra da dağılmış zerreleri bir araya toplayarak tekrar var edecek olan Allah celle celâlühû şu kâinatı bir başka şekilde tekrar iade edebilir.
“Yıldızların patır patır düşmesi,”[48] “denizlerin yarılması,”[49] “dağların yerinden yürütülmesi,”[50] “atılmış pamuk hâline getirilmesi,”[51] “öğütülüp toz haline getirilmesi ve saçılması,”[52] “denizlerin tutuşturulması,”[53] “yeryüzünün tekrâr tekrâr sarsılması (saçılan tozlar hâline getirilmesi)”[54]…. Bütün bu hengâmelerden sonra, nasıl olacak da, “o günde yer yüzü (tanıdığınız) yeryüzünden başka yeryüzüne, semâvât da (başka bir semâvâta) çevrilecek”,[55] “kabirlerden çıkacaklar,”[56] “Sûr’a (ikici defa) üflendi (denilebilecek kesinlikte üflenecek); birde ne göresin ki insanların kabirlerden kalkıp Rablerine doğru hızla koşturacak,”[57] “bizi merkadimizden/kabrimizden veya uyuduğumuz yerden kim (hayata) gönderdi/kaldırdı?”[58] diyecekler.
Kim, Allah’a, şu hengâmede kabir mi kalacak ki bunlar olacak? şeklinde i’tiraz edebilir? Evet, biz mü’minler inanıyoruz ki, her şey toz hâline getirilip saçılsa da yeniden hayâta döndürülecek varlıkların yanında, Allah yeni bir yer ve yeni bir semâ da düzenleyecek. Her yan atılmış pamuk gibi de olsa insanlar kabirlerinden kaldırılacaklar. Aklımıza yatsa da yatmasa da böyle olacaktır.
Şu halde, böylesi sakat bir akıl yürütme ile hadîslerin uydurma olduğu isbât edilemez. Bunu etse etse ancak bilerek veya bilmeyerek aklını putlaştıranlar, yahudda Sünnet düşmanları edebilir.
———————————————
Netîce
———————————————
Bu başlık altında yazdığımız geçmiş (1) nolu makalemizin Netîce’sini buraya da alıyoruz:
Dilini bilmediğimiz ve dünyasını tanımadığımız kimselerin sözlerini kullanmak ve onlar üzerine hükümler binâ etmek çoğu zaman bizi maskara hâle düşürür. Şu sözleri kimi zaman vehim ve zann heykellerimizin desteği, kimi zaman da caka ve sükselerimizin malzemesi yapmak işin başında nefsimizin hoşuna gitse de netîcede bizi utandıracaktır. O bakımdan dikkatli ve temkînli olmaya mecbûruz. Unutulmamalıdır ki, aklın, ilmin ve îmânın ışığı altında yer alan ve ayakları yere sağlam basan alabildiğine bir muhakkıklık, inkârın karanlığındaki ilmî ve aklî müşekkiklikten kıyâs kaldırmayacak kadar üstün mertebede doğruya, hakka ve hakîkate götürücüdür. İslâm’ı kabûl ve tasdîk muhtevâlı olan -tâ’bîri câizse- bir pozitif îmân, zannedildiği gibi objektiflikten uzak kılan ve sübjektif netîcelerin âmili olan bir keyfiyyet değildir. Aksine, İslâm’ı peşin inkâr mihverine dayanan bir negatif îmân yani îmânsızlık îmânı şu sübjektivite illetinin illetidir. Mü’minler “Kendi aleyhinize, veya ananızın babanızın aleyhine bile olsa, Allah için şâhidler olarak adâleti en mükemmel ayağa dikenler/gerçekleştirenler olunuz”[59] fermânının gönüllü kurbânlarıdır kültürlülerimiz utanmasın, merak etmesin ve korkmasınlar; müsbet îmân, hakîkatleri örtecek bir tarafgirlik şöyle dursun, onun şâibesini bile taşımaz. Çünki îmân bir nûrdur; hakîkatleri örtmez ve gizlemez. Aksine, olduğu gibi gösterir… İnkâr îmânı olan menfî îmân ise bir zifiri karanlıktır ki, asıl tarafgirlik ondadır; en büyük silâhı bir şey kazandırmayan ama hakîkatlerin üzerini kalın bir şal ile örten ve insanlığa çok şeyleri kaybettiren müşekkikliktir, şübhe uyandırıcılıktır.
 
وَصَلَّى الله عَلٰى سيدنا محمد وَ عَلٰى اٰلِه وصحبه كلما ذكره الذاكرون
وغفل عن ذكره الغافلون   وَ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمٖين
 


[1] A. H. M:61-62
[2] A. H. M:62
[3] A. H. M:63
[4] A. H. M:63
[5] [Altınoluk, (Eylül 1997), sayı: 139, s. 34], Sözü edilen kitâbın dipnotundan alınmıştır.
[6] A. H. M:63
[7] [İbnu Hacer el Heytemi, el-Fetavâ’l-Hadîsiyye], İbnu Abidin, İcâbetü’I-Ğevs, M.R. 2/265
[8] Ebû Nüaym, Hilyetü’l-Evliyâ:1/39-40
İbnü’l-Cevzî, bu rivâyeti el-Mevdûâtü’l-Kübrâ’sında zikrettikten sonra (râvîlerin den bir çoğu mechûl kimseler olup içlerinde tanınan birisi yoktur”) demiştir: 3/152 Lâkin bilinmektedir ki, bu dediği, bil hassa başka yollarla -bunlar zayif bile olsa- güçlendikten sonra bir hadîsin uydurma olmasına yetmez. Bu sebeble olmalı ki, Hâfız Zebîdî senedi verip susmakla yetindi.
[9] İbnü’l-Cevzî, bu rivâyeti el-Mevdûâtü’l-Kübrâ’sındazikrettikten sonra, (Ebû Hureyre hadîsine gelince, isnâdında Abdü’l-Vehhâb İbnü Atâ vardır ki, Ahmed onun hadîsinin Zayıf ve Muztarib olduğunu söyledi. İbnü Hibbân, Ebû Merzûk hadîs uydururdu; isminin kitablarda zikredilmesi ancak onu ayıblamak için helâl olur) dedi:(3/152) Lâkin Seneddeki râvî, uydurmacı olduğu söylenen Ebû merzûk değil, İbnü merzûk’tur. Bu ve benzeri sebeblerden olmalı ki, Hâfız Zebîdî Hâfız İbnü’l-Cevzî’nin bu dediklerine iltifât etmedi ve şu rivâyetin isnâdının Hasen olduğuna hükmetti. Bunların el-Mevdûâtü’l-Kübrâ’daki yerlerini göstermemdeki maksadım, Hadîs ilimlerinden haberi olmayanların bu rivâyetlerin sırf şu yerlerde de bulumalarının onların uydurma olduğu manasına geldiğini iddiâ etme ihtimâli, ismi geçen eserde nice Sahîh ve Hasen hadîslerin geçtiğini bilmemeleri veya bilmezden gelmeleridir.
 
[10] Hâfız Zebîdî, İthâfu Sâdeti’l-Müttakîn:10/322-324
[11] Ahmed b. Hanbel, Ubâde İbn-i Sâmit’den, isnâdı Sahihtir. Munavi, et-Teysîr, 1/420
[12] Taberânî, el-Kebîr Ubâde İbn-i Samit’ten radıyallâhu anh isnâdı Sahihtir. Munavi, et-Teysîr, 1/420
[13] [Taberânî, el-Kebîr, Avf İbn-i Mâlik radıyallâhu anh’dan], İsnâdı Hasendir. Münâvî, et-Teysîr:1/421
[14] [Ahmed b. Hanbel, Hz. Ali radıyallâhu anh’dan]. İsnâdı Hasendir. Munâvî, et-Teysîr: 1/421
[15] [İbnü Asakir], Aliyyul Kari, Mirkatu’l-Mefatih, Şerh-i Mişkat
[16] [ibn-i Asâkir, İbnu Mes’ud radıyallâhu anhdan], İbn-i Abidîn, İcabetü’l-Ğavs, M.R. 2/271
[17] Taberânî, el-Evsat, isnâdı Hasendir. (Said, işittim ki, Küfe’de Hasan-ı Basri’nin onlardan olduğundan şübhe etmedik, dedi.) Munâvi, et-Teysîr 2/302
[18] Yani, Ebdâl, "budala" değil. Olur ki bu zatları aptallar ve budalalar kendilerinden zannaderler.
[19] Şu kadar sayıda şu demenin zıddından ma’nâ çıkarılmaz.
[20] Yani, kırk tane şu kimseleden vardır demek, kırk tanenin dışında o kimselerden yoktur demek olmaz.
[21] Hâfız İbn-i Hacer, Zehebî ve Sübkîye de dayandırarak ‘Îsâ aleyhisselâm’ın Mi’râc da Nebî sallallâhu aleyhi ve sel lem’i görmekle Sahâbî tâ’rîflerinden birine göre Sahabî olacağını ifâde etmiş, bu sebeble de tercüme-i Hâlini el-İ
sâbe ’de yazmıştır:3/51-52
[22] Tashîh, el-Mekâsıdü’l-Hasene’den yapılmışdır.
[23] Sahâbî sözlerinde.
[24] [Altınoluk, (Eylül 1997), sayı: 140, s.8], Söz konusu kitâbın dipnotundan alınmıştır.
[25] A. H. M:64
[26] [Müslim Ebû Sâid-i Hudrî’den], Ğânim Kaddûrî, Resmu’l-Mushaf:96
[27] [Belâzürî, Kitabu’n-Nebî:478-479, İbnu Abdil Berr, el-İstiab:1/68-69, İbnu Abdi Rabihi: 4/161, İbn-i Hazm Ceva miu’s- Siyer:26…], Ğânim Kaddûrî, Resmu’l-Mushaf:61-62
[28] [İbn-i Abdil Berr, 1/186, İbn-i Hazm ;27, İbn-i Kayyım: 1/29], Ğânim Kaddûrî, Resmu’l-Mushaf:97
[29] [İbn-i Sa’d 3/267-268, İbn-i Hişam,Sireti 1/344], Ğânim Kaddûrî, Resmu’l-Mushaf:97
[30] [İbn-i Ebî Dâvûd Mesahif:3, Zehebi, Siyeru A’lâ mi’n-Nübelâ :2/307], Ğânim Kaddûrî, Resmu’l-Mushaf:97
[31] [Buhârî:6/227. Saati, El-Fethurrabbânî;18/29], Ğânim Kaddûrî, Resmu’l-Mushaf:98
[32] [Ebû Ubeyd,Fezâil-i Kur’ân (280, 285-286), Bâkillânî, Nüketül İntizar;256], Ğânim Kaddûrî, Resmu’l-Mushaf:98
[33] [Müslim], El-Fethu’l-Kebîr:1/546
[34] [Buharî, Müslim… ], El-Fethu’l-Kebîr:1/490
[35] [Savlî;165], Ğânim Kaddûrî, Resmu’l-Mushaf:98
[36] [Katsalâni letaiful İşârât;1/51 Mekki b. Ebî Tâlib, el-İbâne 28/122 b. Abdisselâm, El-Fevâid fi Müşküli’l-Kur’ân 27, İbn-i Hacer:1/386, Suyûtî, el-İtkân 1/168], Ğânim Kaddûrî, Resmu’l-Mushaf:99
[37] [Taberî, Tefsîr;1/163], Ğânim Kaddûrî, Resmu’l-Mushaf:99
[38] [Süyûtî, el-İtkân;1/164, Zerkeşî, el-Burhân;1/262 ], Ğânim Kaddûrî, Resmu’l-Mushaf: 99
[39] Bu hadîsin isnâdında Ebû Said b. Avn vardır; ki, İbnu Ma’bed (Allahu a’lem İbnü Ma’în) bir rivayete göre sika/sağlam, başka bir rivâyet te de zayıf olduğunu söylemiştir. Kalan ravileri ise sağlam kimselerdir.. (Mecmau’z-Zevâid.7/165)
[40] Beyhakî;Şuab;5/176… Bunu İmâm Beyhakî, içinde, Şu’be’den rivâyet eden Ebû Sehl el-Hurr b. Mâlik’in bulunduğu
ve rivâyet etmekte tek kaldığı bir isnâd ile merfu’ olarak rivâyet etmiştir ki, bunun Münker olduğunu söylemiştir. İmam Beyhakî hadisin münker olduğunu söylemişse de buradaki münkerlik muhtemelen Ğarîblik” manasındadır. Nitekim, Münkerdir.Onu Şu’be’den rivâyet etmekte Ebû Sehl el-Hurr b. Mâlik tek kaldı” sözü bunu te’yîd etmektedir. (Lemahat ;1/316)
[41] Lemahât, Hamişi:1/318
[42] Aynı yer.
[43] Hâkim, el-Müstedrek: 4/504
[44] [Zebîdî, İthâf:4/467], Lemahât, Hamişi:1/320
[45] [Doğu’dan-Batı’dan Uluslararası Konferanslar Dizisi (Ekim-95-Mayıs, 96), İstanbul Büyükşehir Beld. Kültür İşl.Daire Bşk. Yayınları, İstanbul 1996, s. 224, 228-29] Söz konusu kitâbın dipnotundan alınmıştır.
[46] [Doğu’dan-Batı’dan Uluslararası Konferanslar Dizisi (Ekim-95-Mayıs, 96), İstanbul Büyükşehir Beld. Kültür İşl.Daire Bşk. Yayınları, İstanbul 1996, s. 224] Söz konusu kitâbın dipnotundan alınmıştır.
[47] A. H. M:64
[48] İnfitâr:2
[49] İnfitâr:3
[50] Tekvîr:3
[51] Kari’a:5
[52] Vâkı’a:6
[53] Tekvîr:6
[54] Fecr:21
[55] İbrahim:48
[56] Kamer:7, Meâric:43
[57] Yâsîn:51
[58] Yâsî:52
[59] Nisâ:135
PDF'e AktarYazdır

BİR CEVAP BIRAK

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen buraya isminizi yazın