PAYLAŞ
PDF'e AktarYazdır
Vesîle ve Tevessül (5)
 
Hüseyin AVNİ
اَعُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم
اَلْحَمْدُ الِلّهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَأَلِه اَجْمَعِينَ
 
Bundan sonra…
Daha Önce bu başlık altındaki makâlelerimizde iki Mes’eleyi ele almış idik: Birinci Mes’ele, Tevessül husûsunda Temhîd, umûmî ma’lûmât ve Tevessül’ün Kur’ân’dan Delîlleri, İkinci Mes’ele de Tevessül’ün Sünnet’ten Delîlleri hakkındaydı. Bu makâlemizde ise inşâallâh iki Mes’ele’yi, Üçüncü ve Dödüncü Mes’eleleri işleyeceğiz: Üçüncü Mes’ele Tevessül’ü Meşrû Gören ve Kabûl Eden Âlimler, Dördüncü Mes’ele, Tevesül’ü İnkâr Edenler.
———————————————
(Üçüncü Mes’ele)
Zât İleTevessül’ü Kabûl
Eden Âlimler
———————————————
Büyük müctehid ve muhaddis, (Zehebî’nin de ifâdesiyle) Şeyhu’l-İslâm İmâm Sübkî, Şifâu’s-Sikam isimli eserinde şöyle demiştir: İb-nü Teymiyye’ye gelinceye kadar hiçbir islâm âliminin ve hiçbir dîni olan kimsenin Tevessül’e karşı olmadığını, bu mevzû’da ilk defa İbnü Teymiyye’nin ileri geri konuştuğunu, böylece Selef’e karşı çıktığını, bazı zayıf akıllı câhillerin debu husûsta O’na tâbi’ olduğunu ve sapıttığını ifâde etmiştir.[1]
     Yani, bir avuç şâzz’ın dışında, bütün İslâm âlimleri, Zâtlarla Tevessülü kabûl ediyorlarsa da, biz bir takımlarını buraya alalım:[2]
     Tevessül’ü kabûl edenler, hakkında rivâyet yapanlar, kitâb veya risâle yazanlar ve eserlerinde onun meşrû’ ondan kabûl ile bahseden âlimler olmak üzere üç kısımdır.
———————————————
Tevesülü Kabûl Eden
Âlimlerden Bir Kısmı, Tevessül
Hakkında Kitâblarında Rivâyet
Yapan Muhaddisler
———————————————
     Bunlar çoktur. Nitekim önceki iki makâlemizde getidiğimiz Sünnet delîllerinde her biri gösterildi; bu rivâyetlerin şu zâtların hangi kitabının neresinde geçtiği bildirildi. Bunlar bahsi geçen makâle-lerde dağınık olarak bulunduklarından burada toplu bir şekilde bir daha beyân edileceklerdir:
Ahmed İbnü Hanbel, el-Müsned’inde.//İbnü Ebî Şeybe, el-Musannef’inde.//İbnü Ebî Hay-seme//İmâm Buhârî, es-Sahîh’-inde,el-Edebü’l-Müfred ve etTârîhu’l-Ke-bîr’inde//Tirmîzî, Sünen’inde//İbnü Mâce, es-Sünen’inde//Ebû Ya’lâ el-Mav-silî, el-Müsned’inde//Nesâî, AmelülYevm velLeyle’sinde. //Bezzâr, el-Müsned’inde//İ-mâm Taberânî, Mucemleri el-Kebîr,el-Evsât ve es-Sağîr’inde.// İbnu Huzeyme, es-Sahîh’inde.// İbnü Ebî’d-Dünyâ, Mücâbû’d-Düâ‘sın-da.//İmâm Hâfız Ebû Abdillâh Hâkim en-Neysâbûrî, el-Musted-rek’de Âdem aleyhisselâm’ın Ne-bî sallallâhu aleyhi ve sellem ile tevessülünü rivâyet etti ve sahîh olduğunu söyledi.//İmân Ebû Nü-aym el-İsfehânî, Delâilü’n Nü-büvve’sinde. //İmâm Beyhekî, Delâilü’n-Nübüvve’sinde de tevessül rivâyetlerini yaptı. Kitâbı-nın başında, kitâbına sahîh olmayan rivâyetleri almayıp sahîhleri aldığını, zayıfları alsa bile bunu açıklayacağını ifâde etmiştir.[3]
———————————————
Tevessül’ü Kabûl Eden
İkinci Kısım Âlimler Tevessül
Yapanlar İle Onun Hakkında Kitâblarında Söz Söyleyenler
———————————————
     Bunlar da neredeyse sayılamayacak kadar çoktur; biz bir kısmını zikretmekle iktifâ edeceğiz:
İmâm Şâfiî.[4]//Hâfız Hatîb el-Bağdâdî, Târih’inde Şâfiî’den bunu rivâyet etti. İbnu Abdi’ll-Berr. //Hâfız Ziya el-Makdisî.[5]// İmâm, müfessir, Muhaddis Beğevi, Tef-sîr’inde[6] İmâm Kutrubî, Tefsîr’-inde.[7] Kırk Bir: Fahruddin er-Râzî[8]//İmâm, Hâfız, Kadı Iyaz, es-Şifâ da.//İmâm, Hâfız, İbnü’l-Cevzi, el-Vefâ’da Adem aley-hisselâm’ın tevessülünün hadîsini ve diğer tevessül hadîsini zikretti.//Şeyhu’l-İslâm, İmâm Nevevî, el-İzâh’da.[9] //İ-mâm, Muhaddis Ebû’l-Vefâ İbnu Ukayl/Abdül-ğanî el-Makdisî//İ-mâm, Hâfız Munzirî//Hâfız İbnu Kudâme el-Muğnî//Hâfız Iraki[10]//Hâfız Veli-yuddin el-Irâkî[11]//Hâfız Şihâbud-din el-Cezerî, el-Hısnu’l-Hasîn’-de.[12]//Hâfız Alauddin Muğultay, İbnü Mâce Şerhi’nde.//İmâm Mu-haddis fakîh müfessir İbnü Kesîr, Tefsîru Kur’ani’l-Azîm[13] ve el-Bidâye[14]de. O, el-Bidâye’de Â-dem aleyhisselâm’in tevessülünü zikretti ve uydurma olduğunu söylemedi.[15] Aynı eserde, Utbî’nin rivâyetinin isnâdının sahîh olduğunu söyledi[16] ve Müslümanların (Yemâme günündeki) şiârlarının ey Muhammed! yetiş olduğunu, anlattı.[17] //Allâme Taftazani//Seyyid Şerîf Cürcâ-nî.[18]//Hâfız el-Heysemi Mecma-u’z-Zevâid’de//İbnü Hacer el-Askalânî, Fet-hu’l-Bârî’de Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine gelip O’nunla tevessül eden adamın kıssasını zikretti ve isnâdının sahîh olduğunu söyledi ve bu kişinin Sahâbe radıyallahu anhüm’dan Bilâl İbnü Haris olduğunu ifâde etti. Bu hâdiseye karşı da çıkmadı. [19]//Allâme, fakîh, muhaddis İbnu’l-Emîri’l-Hâcc, Şer-hu’l-Münye’de.[20]//Hâfız Sehâvî[21] //İ-mâm Süyûtî, El-Hasâisü’l-Kübrâ’da Âdem aleyhisselâm’ın Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ile tevessülünü nakletti. //Hâfız Münâvî//Hâfız Muhaddis es-Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ da.[22]// İmâm, Hâfız Kastallani, el-Mevahibu’l-Ledünniyye’de.[23] //Kemâlpaşa Zâde, Hadîs-i Erbaîn Şerhinde[24]// Muhaddis, müfessir, fakîh Aliyyu’l-Kârî, Fet-hu Bâbi’l-İnâye’de.[25]// Allâme Şihabuddin el-Hafâcî, Nesimu’r-Rıyâd isimli Şifâ Şerhi’n-de.[26]//İmâm, Hâfız Zürkanî, Şerhu’l-Mevâhib’de.[27] //Hâfız Muhaddis Seyyid Muhammed Murtezâ ezZebîdî, el-Mu’ce-mu’l-Muhtass’ının birçok yerin-de.[28]// Allâme Şevkânî, Tühfe-tü’z-Zâkirîn[29] ve ed-Durrü’n-Na-dîd’de.[30]// Müfessir İmâm Âlûsî, Rûhu’l-Meânî’sinde[31]//İmâm, Mu-haddis Abdü’l-Hayy el-Leknevî, (ölülerin işiteceğine dâir) Tezki-retü’r-Raşid’inde.//-Allâme Yûsuf ed-Dücvî (İmâm Kevserî’nin meşayıhından) Makâlât(ı içinde bir nice makâlede) Tevessül’ün meşrû’ olduğunu ilmi bir üslubla îzâh etmiştir.// Allâme Şeyh Muhammed Bahît, Şifâu’s-Sikam Takdîminde. //İmâm, Muhaddis Zahid el-Kevserî, Mahku’t-Te-kavvul isimli makalesi ve İr-ğamul-Merîd isimli risâlesinde. Ve daha niceleri…
———————————————
Tevessülü Kabûl Eden
Âlimlerden Bir Kısımı, Tevessül
Hakkında Müstakıl Kitâb Veya Risâle Yazanlar
———————————————
Bunlar dahî pek fazladır. Bazıları şunlardır:
İmâm Hâfız Muhaddis Ebû Abdillah Nu’mân İbnü Muhammed İbni Mûsâ et-Tilimsânî el Mâlikî (ö:683), Mısbâhu’z-Za-lâm fil-Müsteğîsîne bi Hayri’l-Enâm isimli mükemmel eseri ile bu mevzû’nun meşrû’luğunu nefis bir şekilde anlatmıştır.[32]
İmâm Muhaddis ve Müctehid Alî İbnü’l-Kâfî es-Sübkî, kıymetli eseri Şifâu’s-Sikâm’da.
Büyük Muhaddis Allâme Âbid es-Sindî’nin de İstiğase ve Tevessül ile kabirdeki velîlerin kerâmetleri hakkında husûsi bir risâlesi vardır.[33]
Allâme Şeyh Cemîl Efendî Sıdkî ez-Zehâvî, el-Fecru’s-Sâdık’da.[34]
Allâme Yûsuf en-Nebhânî, Şevahid-ul-Hakk’da Tevessül ve İstiğase’nin meşrû’luğunu Kur’ân, Sünnet ve âlimlerinin sözleriyle genişçe ortaya koymuştur.
Şeyh, Muhaddis Abdullah Muhammed Sıddîk el-Ğumârî, İthâfu’l-Ezkiyâ, Er-Reddü’l-Muh-kemu’l-Metîn ve İrğamu’l-Müb-tedi’i’l-Ğabî.
Şeyh Allâme Ebû Hâmid İb-nü Merzûk (Selâmet el-Kudâî), Berâetü’l-Hanîfiyyîn. Ayrıca, Berâetü’l-Eş’ariyyîn, el-Berâ-hînü’s-Sâtıa ve Furkânü’l-Kur’ân içinde.  
Şeyh Hasan es-Sekkâf, El-İğâse bi Edilleti’l-İstiğâse.
Şeyh Hamdullâh ed-Dacvî, el-Besâir.
Şeyh, Seyyid Muhammed Alevî el-Mâlikî, Mefâhîm.
Şeyh, Muhaddis Ali İbnü Muhammed el-Alevî, Hidâyetü’l-Mutehabbitîn isimli eserleriyle husûsan tevessülün meşrûiyye-tini âyetler ve hadîslerle isbât etmişlerdir.
Ve daha niceleri…
———————————————
(Dördüncü Mes’ele)
Şahıslarla Tevessül’ü Câiz Görmeyenler
———————————————
     HâfızSübkî’nin de dediği gibi, İbnü Teymiyye’ye gelinceye kadar Zâtlarla Tevessül’ü inkâr eden bir İslâm âlimi bilinmemektedir. Zâtlarla Tevessül’ü İnkâr bid’atını ilk îcâd eden O’dur. Zamânında Onu bu bid’atinde körü körüne taklîd eden iki talebesi, İbnü’l-Kayyim ve İbnü Abd’l-Hâdî’dir. Talebelerinden olan Zehebî, bazı Tevessül rivâyetle-rinde isâbetsiz i’tirazlar yaptıysa da bir çoklarını kabûl etmiş, şu inkâr bid’atında şeyhine her bakımdan tâbi’ olmamıştır. İbnü Receb ve İbnü Kesîr’de ise bu bid’at bulunmamaktadır. Aksine İbnü Kesîr Zât ile tevessül ve İstiğâse hakkındaki rivâyetleri Tefsîri ve Târihine almış, kimilerini Sahîh bulmuş, kimileri hakkında da susmuş bir şey dememiş, dolayısıyla onları ikrâr etmiştir. Hâsılı, bahsi geçen bid’atın ilk mümessilleri şu üç şövalyedir. Sonraki, İbnü Ebîl-‘İzz, Muhammed İbnü Abdi’l-Vehhâb ve izlerini tâ’kîb eden zamânımızdaki sürü-ler hep onların kör taklîdçileridir. Şu bid’atçıların bir takımını buraya alalım:
Bir: İbnü Teymiyye, Kaide-tün Celîle’sinde, el-Fetâvâ’sında ve diğer eserlerinde. 
İbnü Teymiyye, sâlih amellerle ve Allah celle celâlühû’nun güzel isimleriyle tevessül etmeyi kabûl etmekle beraber, sâlih zâtlarla tevessülü kabûl etmeyip İcmâ’a muhâlefet etmiştir. Mecmûul-Fetâvâ’sının ilk cildleri ve Kâidetün Celile isimli bu mevzû’-daki husûsi eseri ile bu düşüncesini, zaman zaman bazı sahîh rivâyetleri zayıf hattâ asılsız kabûl ederek, zaman zaman bazılarını hevâsı doğrultusunda te’vîl ederek, zaman zaman bazı rivâyetlerin Sahîhliğini kabûl etmekle beraber Sahâbe’yi yanılmakla ve murâdı anlamamakla ithâm ederek pekiştirmeye çalışmıştır.
Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e îmân, O’nu sevmek, O’na itâat, O’na salat ve selâm, O’nun duâsı ve şefaati ile ve bunların benzeri olan onun işleri ve kulların onun hakkında emir olunan işleri ile tevessül etmek mü’minlerin ittifakıyle meşrû’dur.[35]
(Osman İbnü Huneyf radı-yallahu anh hadîsindeki) Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ile tevessül, güzeldir.[36]
(Yukarıdaki hadîsi kastederek)
Nebîmiz sallallâhu aleyhi ve sellem’den başkası ile tevessül ister istiğase diye isimlendirilsin, ister isimlendirilmesin, Selef’den hiç kimsenin bunu yaptığını bilmiyoruz. Bunda hiçbir rivâyet de gelmemiştir. Şeyh (İbnü Abdis-selâm)’ın câiz değildir fetvâsından başkasını da bilmiyoruz. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ile tevessül hakkında ise (Osman bin Huneyf radıllahu anh) hadîsi vardır. Bundan dolayı Şeyh (İbnu Abdisselâm) Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ile tevessülü diğer kimselerle tevessül etmekten ayrı tuttu.[37]İşte bunun için Ahmed İbnü Hanbel, arkadaşı (talebesi) Mervezî‘ye yazdığı Mensekinde, duâsında Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ile tevessül ettiğini söyledi. Ancak Ahmed İbnü Han-bel’den başkası, bunun Resûl-ullah sallallâhu aleyhi ve sellem ile Allah celle celâlühû’ya yemîn etmek olduğunu, ona göre bir mahlûk ile Allah celle celâlühû’ya yemîn edilmeyeceğini söyledi. Ahmed İbnü Hanbel ise iki rivâyetten birinde Resûlullah sallal-lâhu aleyhi ve sellem ile yemîn edilmesini câiz gördü. Onun için Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem ile tevessülü câiz gördü.[38]
———————————————
İbnü Teymiyye’ye
Sorulan Suâl ve Ona Cevâbı
———————————————
Hâfız Ğumârî şöyle diyor:
Mecmâtü’r-Resâili’l-Kübrâ’da şu ifâdeler bulunmaktadır: Şey-hu’l-İslâm Takıyyuddîn İbnü Tey-miyye radıyallâhu anhu’ya soruldu:
(Suâl🙂 Din imâmları ulemâ efendiler -Allah celle celâlühû onları tâatine muvaffak kılsın- Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem ile istiğâse edilmez diyen hakkında ne derler? Bu söz, ona haram olur mu? Şu söz küfür müdür, değil midir? Şâyet Allah celle celâlühû’nun Kitâbından bir takım âyetlerle ve Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in hadîsleriyle delîl getirse delîli ona fayda verir mi vermez mi? Kitâb’dan ve Sünnet’ten delîl kâim olursa buna muhâlif olana ne lâzım gelir? Allah celle celâlühû ecrinizi versin bize fetvâ veriniz:
Cevâb:[39] Elhamdülillâh. Nebîmiz sallallâhu aleyhi ve sel-lem’in Kıyâmet gününde yaratılanlar için şefâat edeceği ve şefâatinin kabûl edileceği, insanların O’nunla şefâat talebinde bulunacağı ve O’ndan kendileri için Rablerine şefâat etmesini isteyecekleri, O’nun da onlar için şefâat edeceği Müstefîz/Meşhûr, hattâ Mütevâtir Sünnet ile ve imâmların söz birliğiyle, sâbittir. Sonra, Ehl-i Sünnet ve Cemâat, O’nun büyük günâh işleyenler hakkında da şefâat edeceğinde ve tevhîd/îmân sâhibi hiçbir kimsenin cehennem’de ebediyyen kalmayacağında ittifâk etmiştir. Hâricîler ve Mu’tezile ise, O’nun büyük günâh işleyenlere şefâat edecek olmasını inkâr ettiler; ama (büyük günâh sâhibi olmayan) mü’minler için olacak şefâatini inkâr etmemişlerdir. Şunlar bid’atçılar ve sapıklardır. Kâfirlikle suçlanmaları husû-sunda da tartışma ve tafsîl vardır. Tevâtür ile sâbit olanı/şefâat istemeyi ve şefâat etmeyi, inkâr eden kimse, -bu ma’nâya ister istiğâse ismi versin isterse vermesin aynıdır- hüccet kâim olduktan sonra,[40] kâfirdir.
O’nun Şefâatini kabûl edip de Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aley-him’in yapmakta olduğu onunla tevessül etmek ve O’nunla istişfâ’ı inkâr edene gelince… O sapıktır, hatâlıdır ve bid’atçidir. Kâfirlikle suçlanmasında da tartışma ile uzunca ve etraflıca bir söz vardır.
Nitekim, İmâm Buhârî, Sahîh‘inde Enes radıyallâhu an-hu’dan şöyle rivâyet etmiştir:Ömer İbn-i Hattâb radıyallâhu anhu, kuraklığa maruz kaldıklarında, Abbâs İbn-i Abdilmuttalib ile (Allah celle celâlühû’dan) yağmur ister ve Ey Allahım! Şurası (bizce) kesindir ki, biz sana Nebîn ile tevessül ediyorduk da sen bize yağmur yağdırıyordun. Muhakkak ki biz sana (şimdi de) Nebî’nin amcası ile tevessül ediyoruz; bize yağmur yağdır, derdi de onlara yağmur yağdırılırdı.
Ebû Dâvûd‘un Sünen‘inde ve başka eserlerde, bir bedevînin Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e, İnsanlar meşakkatlere düştü; çoluk çocuk aç kaldı; mallar telef oldu; bizim için Allah celle celâ-lühû’ya duâ et. Zîrâ biz seni, Allah celle celâlühû’ya, Allah celle celâ-lühûyu da sana vesîle kılıp şefâat talebinde bulunuyoruz. Bunun üzerine Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem, ‘sübhânellâh‘ dedi. Bu (kızgınlık) Ashâbı’nın yüzlerinde belli oldu ve Yazıklar olsun sana!.. Kesinlikle, Allah celle celâlühû vâsıtasıyla yarattıklarından hiçbir kimseden şefâat istenmez. Allah celle celâlühû’nun şânı bundan yüksektir dedi. (Ebû Dâvûd) hadîsin tamâmını zikretti.
(Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah celle celâlühû’yu sana vesîle ederek şefâat istiyoruz sözünü derhal inkâr etti; ama, seni Allah celle celâ-lühû’ya vesîle ederek şefâat istiyoruz sözünü inkâr etmeyip ikrâr etti. O sebeble bu sözün câiz olduğu bilinmiş oldu. Bu sebeble kim bu sözü inkâr ederse o, sapıktır, hatâlıdır ve bid’atçidir. Tekfîrinde de tartışma ve tafsîl vardır.
Kim de Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in Kitâb, Sünnet ve İcmâ ile sâbit olan şefâat‘ini ve O’nunla tevessül etmeyi ve benzeri şeyleri kabûl eder de ‘Ancak Allah celle celâlühû’ya duâ edilir (veya seslenilir), günahların bağışlanması, kalblerin hidâyeti, yağmur yağdırmak, ot bitirmek ve benzeri sâdece Allah celle celâlühû’nun güç yetireceği şeyler, ancak O’ndan istenir, derse, bu kimse şu ifâdelerinde isâbet eden bir kimsedir. Hattâ bu husûsta da yine Müslümânlar arasında hiçbir tartışma yoktur.
Nitekim, Allah Teâlâ şöyle buyurdu: (Günahları Allah celle celâlühû’dan başka kim bağışlayacak ki?)’[41] (Şübhe yok ki sen sevdiğine hidâyet edemezsin),[42] (Ey insanlar! Allah celle celâlü-hû’nun üzerinize olan ni’metini hatırlayın. Hiç, Allahdan başka, gökten ve yerden sizi rızıklandıracak bir yaratıcı mı olurmuş!),[43] (Allah celle celâlühû, onu sizin için ancak bir müjde ve kalblerinizin itmi’nâna kavuşması için yapmıştır; yardım sâdece Allah celle celâlühû katındandır),[44] (Şâyet siz, O’na yardım etmezseniz, şübhesiz Allah celle celâlühû O’na yardım etmiştir; hani kâfirler O’nu, ikinin ikincisi olarak (yurdundan) çıkarmışlardı; hani o ikisi mağaradaydılar; hani arkadaşına, [üzülme, çünki hiç şübhen olmasın ki, Allah celle celâlühû bizimle beraberdir] diyordu.)[45]
Kitâb ve Sünnet ile sâbit olan ma’nâların isbâtı, Kitâb ve Sünnet’in inkâr ettiği ma’nâların da inkâr edilmesi gerekir. Kur’ân ve Sünnet’in kabûl ve red cidetiyle delâlet ettiği ma’nâlar şâyet Allah celle celâlühû’nun ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in sözünde bulunursa, bunların olduğu gibi kabullenilmesi lâzımdır. Herhangi birisinin sözünde bulunur da ne demek istediği ortaya çıkarsa, üzerine hükmü terettüb eder; aksi takdîrde ona dönülür (ve murâdı öğrenilir.)
Bazen da olur ki, Allah celle celâlühû’nun ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in sözünde, doğru bir ma’nâsı olan bir ibâre bulunur, ama insanlardan kimisi ondan Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in murâdından başka bir şey anlar; bu (anladığı) ona geri çevrilir (kabûl edilmez).
Nitekim, Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr‘inde şöyle bir rivâyet yaptı: Nebî sallallâhu aley-hi ve sellem zamânında mü’min-lere eziyet eden bir münâfık vardı. Ebû Bekir radıyallâhu anhu şöyle dedi: ‘Kalkın gidelim, bu münâfık hakkında Resûlüllah sallallâhu a-leyhi ve sellemden meded iste-yelim’. Bunun üzerine Nebî sallal-lâhu aleyhi ve sellem, ‘Hiç şüb-heniz olmasın ki, benden me-ded istenmez; meded ancak Allah celle celâlühû’dan istenir‘ buyurdu. 
Bununla Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem ancak ikinci ma’nâyı murâd etmiştir ki o da, ancak Allah celle celâlühû’nun güç yetireceği şeylerin O’ndan istenmesidir. Aksi halde, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim O’ndan düâ istiyor ve Onu nla yağmur istiyorlardı. Nitekim, Buhârî‘nin Sahîh‘inde İbnü Ömer radıyallâhu anhumâ’nın şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Çoğu kez, Nebî sallal-lâhu aleyhi ve sellem’in yağmur isterken yüzüne bakarak şâirin şu sözünü hatırlarım: Yüzüyle yağmur istenen, yetimlerin melce’i ve ğiyâsı/sığınağı ve onlara me-ded eden[46]yoksuldullar için (mükemmel) bir koruma (sâhibi) bir beyaz(zât)ı da (hiçbir kavim geri bırakmadı)
Bu, Ebû Tâlib’in sözüdür.
İşte bu sebeble, Allah Teâlâ’-nın isimleri hakkında kitab yazan âlimler, ‘her bir mükellefe mutlak ma’nâda Allah celle celâlühû’dan başka hiçbir meded etmek ve meded edici olmadığını ve dahî her bir meded edişin Allah celle celâlühû katından olduğunu bilmek vâcibdir. Şâyet şu meded ediş başkasının elinde meydana getirildiyse, bu Allah celle celâlühû için hakîkat, başkası için de mecâzdır’ demişlerdir.(İbnü Teymiyye’nin Sözü Bitti.)
    (Ğumârî devamla şöyle diyor:)
İbnü Teymiyye, sonra bu ma’nânın takrîri için (sözüne) devâm etti ve nihâyet şöyle dedi:
———————————————
İbnü Teymiyye’nin
Verdiği Cevâbın Devâmı
———————————————
Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’den, O’nun makâmına yakışır bir İstiğâse/meded istemek husûsunda hiçbir mü’mi-nin tartışması bulunamaz. Şu husûsda tartışan, ya -kendisiyle tekfîr edileceği bir şeyi inkâr eder-se- bir kâfir, ya da bir hataya düşen ve sapık kimsedir. Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabullenmediği ma’nâ ile ise bu da aynı şekilde inkâr edilmesi vâcib olan şeylerdendir. Kim de sâdece Allah celle celâlühû’ya âid bir şeyi Allah celle celâlühû’dan başkası için isbât ederse, o da aleyhinde -eğer terk edeni tekfîr edilecek- bir hüccet kâim olursa, o da kâfirdir. Ebû Yezîd-i Bistâmî‘nin yaratılanın yaratılandan meded istemesi, boğulmakta olanın boğulmakta olandan meded istemesi gibidir sözü ile Mısır memleketlerinde meşhûr olan Şeyh Ebû Abdillâh el-Kuraşî‘nin, yaratılanın yaratılandan istiğâse-si, hapisteki bir kimsenin hapisteki bir kimseden istiğâsesi gibidir sözü bu babdan sözlerdir.
Mûsâ aleyhisselâm‘ın duâ-sında (şunlar da) vardır: ‘Ey Allahım!.. Hamdler sâdece sana âiddir. Şikâyet sâdece sanadır. Yardım istenen sâdece sensin. Meded sâdece senden istenir. Tevekkül sâdece sana yapılır. (Günahlardan) dönmek ile (ibâdetlere) güç ve kudret sâdece senin (tevfîkın) iledir.’ Mutlak/sı-nırlamasız kullanıldığında, ondan (istiğâseden) anlaşılan ma’nâ, başkası değil de bu ma’nâ olunca ve Allah celle celâlühû’ya hâs olunca, başkasından nefyedilmesinin ıtlâkı doğru olmuştur. İşte bu yüzden Müslümanların imâmları-nın hiç birinden Allah celle celâlühû’dan başkasından mutlak istiğâseyi/meded istemeyi câiz gördüğü ve Allah celle celâlü-hû’dan başkasından mutlak is-tiğâseyi reddene karşı çıktığı bilinmemektedir. İstiâne/yardım isteme de böyledir. Onda, ancak Allah celle celâlühû için münâsib olanı vardır. Allah teâlâ’nın sâdece sana ibâdet eder ve sâdece senden yardım isteriz sözüyle işâret edilen işte bu(istiâne)dir. Zîrâ, ibâdete, mutlak yardımla yardım edecek olan sâdece Allah celle celâlühû’dur. Yaratılan birinden, gücü yetebileceği hususlarda bazen yardım istenir. İstinsâr/yardım istemek dahi böyledir. Allah teâlâ buyurdu: ‘Eğer sizden dînde (ibâdette ve kullukta) istinsâr ederlerse/ nusret, yardım isterlerse, o zaman (onlara) yardım etmek size vâcibdir.’[47] (Halbuki öte yanda da, (Nusret/yardım etmek ancak Allah katındandır) buyrulmaktadır.)[48]
Mutlak yardım kendisiyle düşmanın mağlûb edileceği şeyleri (şartları, sebebleri ve netîcele-ri) yaratmaktır. Buna da Allah’dan başkası güç yetiremez.
Kim de Kitâb’a ve Sünnet’e muhâlefet ederse, şübhesiz ki o, ya kâfir, ya fâsık, yâhud da âsî olur. Ancak, hatâ eden mü’min bir müctehid olursa, o, bundan müstesnâdır. O zaman o, ictihâ-dından dolayı sevablandırılır ve hatâsı ona bağışlanır. (İbnü Teymiyye’nin Sözü Bitti.)
———————————————
Hâfız Ğumârî’nin İbnü Teymiyye’nin Cevablarına
Getirdiği Tenkîd
———————————————
Bir: (İbnü Teymiyye burada) Şefâat isteme ve benzeri ma’nâ-lardaki İstiğâsenin Nebî sall-allâhu aleyhi ve sellem’e lâyık o-lan şeyler cümlesinden olduğunu ve bu husûsta hiçbir mü’minin tartışamayacağını ifâde etti.
Allah celle celâlühû’ya yemîn olsun ki, Nebî sallallâhu aleyhi ve âlihî ve sellem veya ondan başka evliyâdan istiğâse eden/meded isteyen kimselerin kasdettikleri ma’nâ işte bu ma’nâdır. Müslümanlar arasında, Nebîlerden veya velîlerden birinin mutlak iğâse’ ye/meded etmeye -ki o, (İbnü Teymiyye’ye göre de) meded etmenin ve kurtuluşun kendisiyle olacağı şeyi yaratmaktır- güç yetirebileceğine inanan hiçbir kimse yoktur. Aksine onların hepsi, bunun Allah sübhânehû ve teâlâ’ya hâs olduğuna, bu husûsta O’na hiçbir kimsenin ortak olmayacağına inanmaktadırlar. Âlimleri, câhilleri, büyükleri, küçükleri, takvâ sâhibleri ve günâhkârları bu i’tikâdda bir(ve aynı)dır. Onlardan hangisiyle karşılaştın da onu bu itikaddan uzaklaşır ve onda şüb-he eder olarak buldun? O halde, kendisiyle, sahihliğinde ve câizli-ğinde söz birliği edilen bir ma’nâyı murâd ettikleri bir lafzı/sözü mutlak olarak kullanmalarında onları kâfirlikle suçlamanın hiçbir ma’nâsı yoktur.
İbnü Teymiyye‘nin fetvâsının sonundaki, “Mutlak kullanıldığında, ondan (istiğâseden) anlaşılan bu ma’nâ olunca ve bu sadece Allah celle celâlühû’ya hâs olunca, onu Allah celle celâlühû’dan başkasından nefyetmek/inkâr etmek sahîh olmuştur. İşte bu yüzden, Müslümanların imâmların-dan hiçbir kimsenin Allah celle celâlühû’dan başkasından isti-ğâse etmeyi câiz kabûl ettiği bilinmemektedir” sözü açık bir muğâlatadır.
Zîrâ O, önce Nebî sallallâhu a-leyhi ve sellem’den istiğâse etmenin, hiçbir mü’minin tartışmayacağı sahîh bir ma’nâsının olduğunu ortaya koydu. Bu böyle olunca, nasıl oluyor da, İşte bu yüzden, Müslümanların imâmla-rından hiçbir kimsenin Allah celle celâlühû’dan başkasından istiğâse etmeyi câiz kabûl ettiği bilinmemektedir di(yebili)yor?!.. Müslümanların imamlarından hiçbirisinin câiz görmediği istiğâse ile hangi ma’nâyı kasdediyor? Eğer Allah celle celâlühû’ya hâs olan ma’nâyı kasdetmiş ise, bunu, Müslümanların değil imamları, hiçbirisi câiz görmemektedir. Eğer Nebî sallallâhu aleyhi ve sel-lem’e lâyık olan manada olanı kasdettiyse, önceden bunda hiçbir mü’minin tartışamayacağını söylemişti. İkinci olarak, bunu Müslümanların imâmlarından hiçbirinin câiz bulmadığını nasıl söyler?!.. Bu, muğâlatadan başka bir şey değildir.
Eğer, İstiğâsenin lafzını câiz görmediklerini murâd ettiyse, bunun bir ma’nâsı yoktur. Çünkü, mâdem ki, sahîh bir ma’nâsı vardır, lafza değil, ona bakılır,. Halbuki fetvâsının başında, Şefâatin mütevâtir hadîslerle ve İcmâ’ ile sâbit olduğunu, bunu inkâr edenin hüccet kâim olduktan sonra kâfir olacağınıanlatmış ve bu ma’nânın istiğâse diye i-simledirilse de isimlendirilmese de bir olacağını, söylemiş ve lafızlara değil de ma’nâlara bakılacağını ifâde etmişti. Bu, öyledir; ancak Şerîat sâhibinden bir lafzın mutlak kullanılmasının yasaklığı gelirse o müstesnâdır. O zaman Şâri’in emrine uyulur, yasağı yanında durulur.
Zikri geçen Taberânî hadîsin-de, istiğâse lafzının yasaklığı gelmiştir. Çünkü onda, hiç şüb-hesiz ki benden istiğâse edilmez; sadece Allah’dan is-tiğâse edilir‘ ibâresi vardır da denilmez. Çünki biz diyoruz ki, İbnü Tey-miyye buna geçen sözünde cevâb verdi. O da şudur: Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ikinci ma’nâyı kasdetti. O (ikinci ma’nâ) da, Ondan ancak Allah celle celâlühû’nun güç yetireceği şeyin istenmesidir. Bu cevâb taayyün etmiştir/kesin olarak ortaya çıkmıştır.
İki: Üstelik, hadîs sahîh de değildir. Çünki Taberânî onu İbnü Lehî’a yoluyla rivâyet etmiştir. Öyle ki, El-Mu’cemu’l-Ke-bîr‘inde şöyle demiştir:
Haddesenâ İbnü Lehîa an Hâris İbni Yezîde/Bize İbn-i Lehîa Hâris İbn-i Yezîd’den rivâyet etti… İbnü Lehîa ricâl kitablarında da bilindiği gibi hakkında (cerh ile) konuşulan birisidir. İbnü Hibbân O’nu tedlîs ile vasfetmiştir. Bu hadîsi de mu’an’an’dır/ (falancı)dan lafzıyla yapılan bir rivâyet-tir. Ne biliyoruz, belki de onu ted-lîs etti? Sahîh olduğu var sayıldığı takdîrde de cevâbı bilmiştin.
Üç: İbnü Teymiyye’nin, (İstiğâ-se) mutlak kullanıldığında, ondan (istiğâseden) anlaşılan ma’nâ, başkası değil de bu ma’nâ olunca ve şu sâdece Allah celle celâ-lühû’ya hâs olunca, başkasından nefyedilmesinin ıtlâkı/inkârının mutlak kullanılması doğru olmuştur sözünde de aynı şekilde, muğâlata vardır.
Çünkü, eğer, istiğâseden mutlak/bir şeyle sınırlandırılmadan kullanıldığında anlaşılan, Allah celle celâlühûya hâs olan ise, bu, bundan, kayıdlandırıldığı vakit de şu ma’nânın anlaşılmasını gerektirmez. Aksine mutlak ve mu-kayyed kullanmanın her birinin kendine âid olup diğerinde bulunmayan bir ma’nâ vardır. يا رسول الله اغثنيYâ Resûlellâh eğisnî/ey Allahın Resûlü! Bana meded et, veya  استغيث برسول الله Esteğîsü bi Resûlillâhi/Allahın Resûlü’nden meded istiyorum diyen kimse bununla Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e layık olan istiğâse-den başkasını murâd etmez ve anlamaz ki, bu da şefâat, istiğfâr ve tevâtürle ve icmâ’ ile sâbit olan ve dahî onda hiçbir mü’minin tartışmayacağı bunlara benzeyen ma’nâlardır. Öyleyse, bu ma’nâ-nın mutlak kullanılmasının inkârı, Şer’an ve aklen câiz iken, nasıl doğru olur?!..
Taberânî, Hâfız Heysemî’nin de dediği gibi râvîleri sağlam bir isnâd ile İbnü Abbâs radıyallâhu anhümâ’dan Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivâyet etti:
Hiç şübhesiz ki Allah celle celâlühû’nun yeryüzünde Hafaza meleklerinden başka düşmekte olan ağaç yapraklarını yazan melekleri vardır. Bu yüzden birinizin başına çıplak bir arazide hayvanı hapsolup orada kala kalmak musîbeti gelirse, Ey Allahın kulları, yardım edin!.. diye nidâ etsin/seslensin, çağırsın.
Taberânî yine, Utbe İbnü Ğazvân yoluyla Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den şöyle buyurduğunu rivâyet etti: (Sizden biriniz hiçbir arkadaşın bulunmadığı bir yerdeyken bir şey kaybeder ve yardım murâd ederse, يا عباد الله اعينوني /Yâ ibâdellâh e’înûnî/’Ey Allahın kulları!.. Bana yardım edin.” Başka bir lafızda da,  اغيثونيeğîsûnî‘/’bana ğevs/meded edin” desin. Zîrâ, şübhesiz ki, Allah celle celâlühû’nun göremeyeceğimiz kulları vardır.)
Bu, tecribe edilmiş bir şeydir.
Hâfız Heysemî, râvîleri, kimilerinde bir zayıflık bulunmasına rağmen, sağlam bulunmuşlardır. Yalnız şu kadar var ki, Yezîd İbnü Ali, Utbe’ye yetişmemiştir. (Senedi kesiktir.)
Ebû Ya’lâ ve Taberânî, Abdul-lâh İbnü Mes’ûd radıyallâhu an-hu’dan şöyle dediğini rivâyet etti: (Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdular ki; Sizden birisinin hayvanı sahrada bağından boşanır kurtulursa, ‘Ey Allahın kulları!.. Hapsedin Ey Allahın kulları!.. Hapsedin…’ desin. Zîrâ, Allah’ın yeryüzünde onu size hapsedecek çepe çevre kuşatıcı(memuru) vardır.) Bunun isnâdı zayıfdır.
Bu hadislerde, yaratılan birinden istiğâse edilmesinin ve ondan yardım istemenin câizliği vardır. Bu da zarûrî olarak, ancak onun güç yetirebileceği ve ona lâyık olan husûslarda olur. Mutlak iğâse/meded etmek ve mutlak iâne/ yardım etmek ise[49] bu ikisi sâdece Allah celle celâlühû’ya hâs olup O’ndan başkasından istenmezler. Bu, dinden zarûrî olarak bilinen bilinen bir şeydir.
İmâm Nevevî, el-Ezkâr’da şöyle dedi: Bize, İbnü Sünnî‘nin kitâbında, Abdullah İbnü Mes’ûd radıyallâhu anhu yoluyla Resûlül-lah sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivâyet edildi: (Sizden birinizin hayvanı sahrâda boşanır giderse, ‘Ey Allahın kulları!.. Hapsedin.. Ey Allahın kulları!.. Hapsedin..’ desin. Zîrâ, Allah(celle celâlühû)’nun, yer yüzünde onu hapsedecek çepe çevre kuşatıcı (memuru) vardır.)
Ben (Nevevî) derim ki; İlimde büyük şeyhlerimizden birisi bana, katır olduğunu zannettiğim bir hayvanının bağından boşandığını, bu hadîsi bildiği için o(söz)u dediğini, ve derhal Allah(celle celâlühû)’nun onu onlara hapsettiğini, anlattı. Ben de bir defasında bir toplulukla beraberdim. Bizden bir hayvan boşandı. Onu yakalayamadılar. Bunu dedim. (Boşanıp kaçan hayvan) bu sözün dışında her hangi sebeb olmadan derhal durdu. (Nevevî’nin Sözü Bitti.)
Büyük şeyhlerinden biri sözüyle kasdedilen, Ebû Muhammed İbnü Ebî’l-Yüsr’dur. (Nevevî) bunu O’ndan ŞerhulMühezzeb-de nakletti.
Maksad(ım) şuna tenbîhde bulunmaktır:
Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ile istiğâse etmeyi, ma’nâsı sahîh olmasına rağmen, onun Allah Teâla’ya hâs olan bir başka ma’nâsı olduğunu göz önünde bulundurarak, inkâr etmek doğru değildir. Ancak, Şerîat sâhibinden yasaklamanın gelmesi müstesnâdır ki, o da burada yoktur. Şu hadîslerde buna izin verilmesine rağmen, bu nasıl yasak bulunsun?
Bir de, şunların birincisinin isnâdı ceyyiddir/güzeldir.
———————————————
İbnü Teymiyye’ye Sorulan Bir Suâl ve Ona Verdiği Cevâbı
———————————————
(Suâl🙂[50] İbnü Teymiyye’ye, yine, kabirleri ziyâret eden, kabirde yatandan kendinde veya atında yâhud başkasında bulunan bir hastalık husûsunda yardım isteyen veya sıkıntısını duyduğu (veya onlardaki) hastalığın giderilmesini isteyen kimse hakkında soruldu da O, şöyle cevâb verdi:
 (Cevâb🙂[51] “Elhamdülillâhi Rabbil âlemîn. Allah celle celâlü-hû’nun resüllerini kendisiyle gönderdiği ve bir kitab indirdiği şey, sadece, hiçbir ortağı olmayan Allaha ibâdet/kulluk etmek, ondan yardım istemek, ona tevekkül etmek, faydaların elde edilmesi ve zararların savulması için ona düa etmektir.”
İbnü Teymiyye, sonra bu ma’nâyı takrîr edib hakkında deliller ileri sürmeye başladı ve şöyle dedi: Bir Nebînin, veya sâlih kimsenin veya öyle olmadığı halde bir Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem yâhud sâlih olduğuna inandığı bir zâtın kabrine gelir ondan bir şey ister ve yardım isterse, bu üç derecededir.
Birincisi, O’ndan, hastalığını veya hayvanlarının hastalığını gidermesini veya borcunu ödemesini veya düşmanından kendisi için intikam almasını veya kendisine, âilesine ve hayvanlarına âfiyet vermesini ve benzeri Allah azze ve celle’den başkalarının güç yetiremeyeceği şeyleri istemesi gibi, hâcetini istemesidir. Bu sahîh (veya sarîh/açık) bir şirktir. Bunu yapandan tevbe etmesini istemek lâzımdır. Tevbe ederse ne a’lâ; etmezse öldürülür. Eğer, ben ondan, Allah celle celâlühû’ya benden daha yakın olduğundan, bu işlerde benim için şefâat etmesi maksadıyla istiyorum; ben, sultâna, yakın adamları ve yardımcıları vâsıtasıyla tevessül edil-diği gibi O’nunla Allah celle celâ-lühû’ya tevessül ediyorum, derse, bu, müşriklerin ve Hristiyânların işlerindendir. Zîrâ onlar, papazlarını ve ruhbanlarını, isteklerinde kendileri için şefâat edecek olan şefâatçılar edindiklerini iddia ettiler.
Bu husûsta sözü uzattı ve sonra şöyle dedi:
Eğer dersen ki; ‘bu zât Allah celle celâlühû’ya duâ ederse, Allah celle celâlühû onun duâsını senin duâ ettiğin zamankinden daha fazla kabûl eder’ bu, ikinci kısım(istiğâse)dir. O da, Ondan bir iş istememen ve ona duâ etmemen, lâkin, canlıya, benim i-çin duâ et demen ve Sahâbe rıd-vanullâhi teâlâ aleyhim’in Resûl-üllah sallallâhu aleyhi ve sellem-den duâ istemeleri gibi, ondan senin için duâ etmesini istemendir.
(Şöyle Deriz🙂 Bu, önceden de geçtiği gibi, canlı için meşrû’dur. Nebîler ve sâlihler ve başkalarından ölü olan kimseye gelince; bizim için duâ et demek de bizim için Rabbinden iste dememiz meşrû’ kılınmamıştır. Bunu, Sahâ-be rıdvanullâhi teâlâ aleyhim ve Tâbiîn’den hiçbir kimse yapmamıştır. İmâmlardan hiç birisi de bunu emretmemiştir. Bu husûsta hiçbir hadîs de gelmemiştir.
Aksine Sahîh‘de sâbit olan şudur: Onlar, Ömer radıyallâhu anhu zamanında kuraklığa marûz kaldıklarında, (Ömer radıyallâhu) anhu Abbâs radıyallâhu anhu ile istiskâ etti ve şöyle dedi: Ey Allahım!.. Kuraklığa uğradığımızda sana Nebîn ile tevessül ediyorduk da bize yağmur yağdırıyordun. (Şimdi de) sana Nebîn’in amcası ile tevessül ediyoruz; bize yağmur yağdır. Bunun üzerine kendilerine yağmur yağdırıldı. Yâ resûlellah!.. bizim için düâ et, bizim için yağmur iste, biz, bize isâbet eden musîbetten sana şikâyet ediyoruz ve benzeri sözleri diyen kimseler olarak Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine gitmediler. Bunu, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’den hiçbir kimse asla yapmadı. Aksine bu, (yapılabileceği) hakkında Allah celle celâlühû’nun hiçbir sül-tân/delîl indirmediği bir bid’at-tir…
Üçüncü kısma gelince… O da, ‘Ey Allahım!.. falancının senin yanındakı rütbesi ile‘, veya ‘falancının bereketiyle‘, yâhud ‘falancının senin katındaki hürmetiyle bana şunu şunu yap’ demesidir. Bunu insanlardan bir çoğu yapmaktadır. Lâkin, ne Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’den, ne Tâbiîn’den ne de Ümmet’in Selef’inden böylesi bir duâ ettikleri nakledilmemiştir. Şu husûsta, âlimlerden, fakîh Ebû Muhammd İbnü Abdisselâm’ın fetvâlarında gördüğümün dışında bana hikâye edeceğim bir fetvâ da ulaşmadı. O, -hadîs Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem hakkında sahîhse- bunun ancak Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem için câiz olabileceğine fetvâ verdi. İstisnânın ma’nâsı, Nesâî, Tirmizî ve diğerlerinin rivâ-yet ettikleri (Osman İbn-i Huneyf-in rivâyet ettiği a’mâ) hadîsidir….
Bir tâife, şu hadîsle Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ile hayâtında ve ölümünden sonra da tevessül edilmesinin câiz olduğuna istidlâl ettiler.
Dediler ki; Tevessülde, yaratılanlara düâ etmek de, yaratılandan meded istemek de yoktur. Lâkin onda, (Allah Teâlâ’dan tevessül edilenin O’nun katındaki) rütbesiyle istemek vardır.
Nitekim İbnü Mâce‘nin Süne-n‘inde şu rivâyet gelmiştir: ‘Ey Allahım! Şübhesiz ki ben, isteyenlerin senin üzerinde olan hakkıyla ve şu yürüyüşüm ile senden istiyorum. Zîrâ hiç şübhe yok ki ben, ne böbürlenmek, ne gösteriş yapmak, ne de işittirmek için çıkmadım. Gazabından korunmak ve rızânı elde etmek için çıktım. Senden beni ateşten kurtarmanı ve günahlarımı bana bağışlamanı istiyorum. Zîrâ, hiçbir şübhe(m) yok ki, günahları ancak sen bağışlarsın.’
(Şöyle) dediler: Bu hadîsde, O, isteyenlerin O’nun (Allah celle celâlühû’nun) üzerindeki hakkıyla ve nemaza gitmesi hakkı ile istedi. Allah Teâlâ kendi üzerine bir hakk kabûl etmiştir. Allah Teâlâ, ‘Mü’minlere yardım etmek, üzerimize hakk olmuştur’[52] buyurdu. Bir de Allah Teâlâ’nın (Rabbinin üzerinde, istenecek hakk olan bir va’d olmuştur)[53] sözü gibi.
Sahîh’de, Muâz İbnü Cebel’den, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu gelmiştir: ‘Ey Muâz!.. Bilir misin, Allah celle celâlühû’nun kulları üzerindeki hakkı nedir?’ (Muâz), ‘en çok Allah ve Resûlü bilir,’ dedi.
Allahın kullar üzerindeki hakkı, O’na ibâdet etmeleri ve O’na hiçbir şeyi ortak etmemeleridir. Bilir misin, kulların Allah’ın üzerindeki hakkı nedir? Bunu (ibâdet ve şirk koşmamayı) yaparlarsa, şübhesiz ki, kulların O’nun üzerindeki hakkı, onlara azâb etmemesidir.’
Birçok hadîsde, ‘şu, şu, Allah celle celâlühû’ya hak olmuştur.‘ Şu sözü gibi: ‘Kim de şarab içerse, onun namazı kırk gün kabûl edilmez. Tevbe ederse, Allah (celle celâlühû) da tevbesini kabûl eder. Kim de döner ikinci, üçüncü veya dördüncü defâ da içerse, Ona Tîynetü’l-Habâl‘den içirmesi Allah celle celâlühû’ya hak olur.’ Tîynetü’l-Habâl da nedir? denildi de, O, ‘Cehennemliklerin vücûd-larından çıkan sulardır.’ buyurdu.
(Âlimlerden) bir tâife de şöyle dediler: Şu hadisde, O’nunla, ğıyâbında ve ölümünden sonra tevessül etmenin câizliği yoktur; aksine onda olan, sadece hayâ-tındayken huzûrunda tevessül etmektir. Nitekim, Buhârî’nin Sa-hîh’inde Ömer İbnü’l-Hattâb radı-yallâhu anhu’nun Abbas radı-yallâhu anhumâ ile istiskâ ettiği rivâyet edilmiştir. (İbnü Teymiy-ye’den Nakil Bitti.)
———————————————
Hâfız Ğumârî’nin Bu
Cevâba Verdiği Cevâblar:
———————————————
İbnü Teymiyye (şu) hadîsi (ta-mâmıyla) ve bu ma’nâda başka hadîsler ve eserler zikretti ve sözü uzattı. Kitâblarının çoğunda getirdiği faydasız uzatmalar ile tekrârlardan bir çoğunu hazfettikten/kesip attıktan sonra, üç kısım üzerindeki sözünün özü budur. O’na karşı bunların bir kısmında muâhezeler/ i’tirâzlar ve hesâba çekmeler(imiz) vardır:
———————————————
Birinci Muâheze
(Birinci Hesâba Çekme)
———————————————
Nebîler ve sâlihlerden, ölülere, bizim için Rabbine düâ et) ve (bizim için iste) denilmesi meşrû’ kılınmamıştır sözü hakkındadır.
Bu, bâtıl bir da’vâdır. Aksine, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e nisbetle bu bize meşrû’ kılınmıştır.
Allah celle celâlühû şöyle buyurdu:
(Şâyet onlar zulmettiklerinde sana gelseler, Allah celle celâlühû’dan af dileseler ve Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem de onlar için istiğfâr etseydi, Allah celle celâlühû’yu elbette tevbeleri ziyâde derecede kabûl edici olarak bulacaklardı.) Şu âyet hayât hâlini de ölüm hâlini de içine alacak umûmî/ma’nası genel olan bir âyettir. Onu bunlardan biriyle sınırlandırmak bir delîle muhtâcdır. O da burada yoktur.
Eğer,(âyete, umûmî olmak /genel olmak nereden geldi ki, onu, hayât hâliyle sınırlandırmak delîle muhtâc olsun?) denilse,
Şöyle deriz: Fiilin şart siyâkın-da/şarttan sonra bulunmasından geldi. Usûlde makarrer bir kâide vardır: Fiil şart siyâkında bulunursa umûmî olur. Çünki fiil, kendinde nekire bir masdarı bulundurduğu için nekire ma’nâsındadır. Nefiyden veyâ şarttan sonra gelen nekire ise vaz’ bakımından umûmî/genel olur.
İbnü Kesîr bu âyetin tefsîrinde Bedevî’nin meşhûr hikâyesini zikretti. Onu, Beyhekî Şuab(u’l-Î-mân)da, İbnü’l-Cevzî, Müsîru’l-Ğarâmi’s-Sâkin‘de ve İbnü Asâ-kir, Târîh’de, Muhammed İbnü Harb el-Hilâlî’denrivâyet ettiler. (Utbînin kıssasını anlattı.)
Hâfız İbnü Abdi’l-Hâdî el-Makdisî şöyle dedi: Bu hikâyeyi, ba’zıları Utbî’den isnâdsız olarak rivâyet ettiler. Ba’zıları onu, Muhammed İbnü Harb el-Hilâlî’den, rivâyet etmektedir. Kimileri de onu, Muhammed İbnü Harb’den, O, Ebû’l-Hasen ez-Za’ferânî’den, O dahî Bedevî’den rivâyet etmektedir. Beyhekî bunu, Şuabu’l-Îmân kitabında muzlim/karanlık, râvîleri tanınmayan bir isnâd ile Muhammed İbnü Yezîd el-Basrî’den, O da Ebû Harb el-Hilâlî’den rivâyet etti… (İbnü Abdi’l-Hâdî’den Nakil Bitti.)
Ben (Gumârî) de şöyle derim: İbnü Abdi’l-Hâdî’nin anlattıkları, en fazla, hikâyenin zayıf olmasını gerektirir. Çünkü, râvîle-rinde yalancı veya yalanla ithâm edilen bir kimseyi zikretmedi. Bilhassa, onu, İbnü Kesîr zikredip hakkında bir şey söyleyerek tenkîd etmedi.
Aynı şekilde, önceden de geçtiği gibi onu Beyhekî de rivâyet etti. Şu hikâyeyi Hâfız Sehâvî de el-Kavlü’l-Bedî’de zikretti.
Üstelik biz onu delîl olarak ileri sürmek ve onunla hüccet beyân etmek için zikretmedik. Çünki biz hikâyeleri delîl getirmez ve onları hüccet kabûl etmeyiz. Biz onu sadece istînâs ve önceden getirdiğimiz âyetin umûm bildırdiğini îzâh için getirdik. Şu bakımdan: Bedevî -ki o bir arabdır- âyetten bunu anladı. Bununla beraber, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem rüyâ’da, onun hakkında şefâat etmesiyle, Allah celle celâlühû’ nun Bedevî’yi affettiğini haber verdi.
Sonra bu kıssa için bir şâhid buldum:
İbnü’s-Sem’ânî, ed-Delâil‘de şöyle dedi:
Bize Ebû Bekr Hibetü’llâh ibnü’l-Ferec haber verdi. (O), bize, Ebû’l-Kâsim Yûsuf İbnü Muhammed İbnü Yûsuf el-Hatîb haber verdi (dedi). (O), bize Ebû’l-Kâsim Abdurrahmân İbnü Ömer İbni Temîm el-Müeddebhaber verdi (dedi). (O), bize, İbrâhîm İbnü ‘Allânrivâyet etti (dedi). (O), bize, Ali İbnü Muhammed İbnü Ali haber verdi, (dedi). (O), bize Ahmed İbnü Hey-sem et-Tâî rivâyet etti (dedi). (O), bana babam, babasından, (O), seleme İbnü Küheyl’den, (O), Ebû Sâdık’dan, (O), Ali İbnü Ebî Tâlib radıyallâhu anhu’dan şöyle dediğini rivâyet etti (dedi):
Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’i defnetmemizden sonra bir bedevî geldi ve kendini Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabri üstüne attı, topraklarından başına saçtı ve şöyle dedi:
(Yâ Resûlellah sallallâhu aleyhi ve sellem!.. Söz söyledin/ ve sözünü işittik. Sen Allah celle celâlühû’dan (aldın) anladın, biz de senden (alıp) anladık. Allah celle celâlühû’nun indirdikleri arasında Şâyet onlar kendilerine zulmettiklerinde sana gelseler, Allah celle celâlühû’dan af dileseler ve Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem da onlar için af isteseydi Allah celle celâlü-hû’yu elbette tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı âyeti de vardı. Ben katiyetle, kendime zulmettim ve benim için af istemen maksadıyle geldim.)
Ardından kabirden, ‘affedildin‘ diye seslenildi. (Rivâyet son bul-du)
Hâfız Süyûtî, bunu Tenvîru’l-Halek‘de nakletti.
İbnü Abdi’l-Hâdî, es-Sârimu’l -Münkî‘de bu Eser’e işâret ederek, ‘isnâdını bazı yalancılar uydurdu‘ dedi ise de, bunu delîl ile açıkla(ya)madı. İbnü Abdi’l-Hâdî -hâfızlığına rağmen- kendi görüşü için taassubda müteannit biridir.
Denilse ki, diriden duâ ve şefâat talebi ma’kûldur/akla uyan bir şeydir. Çünki diri dua ve şefâat eder. Nitekim, Nebî sallallâhu aleyhi ve alâ âlihî ve sellem zamânında Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim O’ndan duâ ister, O da onlara duâ ederdi. İstiğfâr isterler, O da onlar için istiğfâr ederdi. Ölüye gelince.. Ondan duâ ve istiğfâr nasıl ma’kul olabilir ki, bunların ondan istenmesinin câiz olduğuna hükmedil(ebil)sin? Aksine o (ölü) oradaki şeylerle meşğûl olup buradaki (dünyadaki) şeylerle uğraşamaz; dünyada olup biten faydalar ve zararlardan haberi olmaz. İşte bu sebeble ölüden duâ ve benzeri şeylerin istenmesinin câiz olmaması, (buna) ehil olmadığındandır. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in Refîk-ı A’lâ’ya intikâlinden sonra bu yurd (dünyâ) ve ondakilerle alâkası kalmadığının kesin olduğundan, geçen âyetin, yaşama hâliyle sınırlandırılması vâcib olur.
Cevâb: İş, bu sözü söyleyenin zannettiği gibi değildir. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in, vefâtından sonra Ümmetiyle alakasının kesildiğinin kesin olduğu iddiası da memnû’dur/merduttur. Çünki, ileride de geleceği gibi, nebîlerin kabirlerinde diri oldukları, tevâtür ve İcmâ’ ile sâbittir.
Nebî’miz sallallâhu aleyhi ve sellem’in, ileride gelecek olan arz-ı a’mâl/Ümmetinin amellerinin O’na bildirilmesi hâdîsinde de geçtiği gibi, kötü amellerimiz için istiğfâr ettiği sâbittir. Bu, sahîh bir hadîs olup, sahîhliğine şâhidlik eden bir hâdise meydana gelmiştir. Şu hâdiseyi Makrizî, İğâse-tü’l-Ümmeh bi Keşfi’l-Ğummeh isimli eserinde anlattı ve aynen şöyle dedi: Kıtlığın sonunda benzeri duyulmamış bir ğarîb hâdise vakı’ oldu. Dimeşk’ın köylerinden biri olan Cübbetü’l-Assâl’daki çiftçilerden bir adam, suya gitmek için öküzünü çıkardı. Bir de baktı ki, çiftçilerden birçoğu suya gelmiş. O da öküzünü suya getirdi. Yetecek kadar içince açık ve anlaşılır bir dille ve oradakilere işittirecek şekilde şöyle dedi: El-hamdü lillâl, şükür O’na olsun. Şübhe yok ki Allah bu Ümmet’e yedi kıtlık senesi va’ detti. Bunun üzerine Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem Ümmet için şefâat etti. (Ö-küz), ona Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in bunu teblîğ etmesini emrettiğini, onun da “ya Resûlellâh sallallâhu aleyhi ve sellem! Onların yanında doğruluğumun alâmeti nedir?” diye sorduğunu, O’nun da “sözü teb-lîğden sonra ölecek olmandır” dediğini, söyledi. Sonra da yüksek bir yere çıktı ve oradan düşüp öldü. Köy halkı bunu birlerinden işitti. Her bir yandan akın akın geldiler, bereketlenmek içün kıllarından ve kemiklerinden aldılar. Sıtmaya tutulanı onunla (kıl veya kemikle) tütsüleyince hastalıktan kurtuluyordu. Belde kadısının yanında kurulan meclisde bununla amel ettiler ve Mısırdaki Sültâna taşındı. Emîrler başında durdu. Haberi insanlar arasında yayıldı. Zikri yayıldı. Bu hikâyeyi “es-Sülûk li Ma’rifeti Düvel’l-Mülûk” isimli eserinde de anlattı. Bu Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ümmetinin hallerini bildiği ve onlar içün şefâat etiğine dâir büyük bir mu’cizedir.
Böyle olunca, önceden de söylediğimiz gibi, âyetin umûmuna/ genelliğine tutunarak O’ndan istiğfâr ve benzerlerini taleb etmemiz bize câiz oldu. (Şu âyetin Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in hayâtıyla) sınırlandırılması iddiâsı hakkında da hiçbir delîl yoktur. Hattâ, mü’minlerin her çeşit ölüleri için, onların kendilerine selâm vermekte olanı, dünyâda tanıdıklarında,[54] bildikleri ve selamlarını aldıkları yanlarında oturduğu müddetçe onunla (selâm verenle) yalnızlığını giderdikleri, sâbittir. Öyleyse şu hâlde onlardan düâ istemek nasıl imkânsız olsun?!.. Aksine bu mümkindir ve câizdir. Bunu, akılda imkânsız, Şeriatta da yasak kılacak hiçbir şey yoktur.
———————————————
İkinci Muâheze
(İkinci Hesâba Çekme)
———————————————
Bunu Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim ve Tâbiîn’den hiç-bir kimse yapmadı; İmâmlardan da hiç birisi şunu emretmedi sözüne dâirdir:
Demek istiyor ki, Onlar, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den, hal-i hayâtında olduğu gibi, ölümünden sonra duâ istemediler. Halbu ki sen biliyorsun ki bunun, iddiâ etmekte olduğu şey için delîl olması sahîh değildir. Bu (delîl olamayış) da birçok bakımdandır.
Birincisi: Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’in bunu yapmamalarının, tevâfuken/kullara nisbetle rast gele bir iş olma ihtimâli vardır. Ya’ni, vefâtından sonra O’ndan bu duâyı istememeleri, öyle denk gelmiş olabilir. Muhtemeldir ki, bu, onlara göre câiz olmamış veyâ câiz olup da ondan duâ istememek, ondan (duâ istemek-den) daha efdal olduğundan onu terk edip efdal olanla amel etmeleri olabilir. Yine muhtemeldir ki, peşine takınılan bir âdet hâline getirilip, onun dışındaki değişik duâ ve ibâdetlerin terk edilmemesi için onu terk ettiler.
Kâidedir: İhtimâl dâhil olan (delîl) ile istidlâl düşer.[55]
İkincisi: Bu bir fiilin terk edilmesidir. Ya’ni Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim ve Tâbiîn Nebî sal-lallâhu aleyhi ve sellem’den düâ istemeyi terk ettiler. Halbuki tek başına terk etmek, onunla, terk edilenin yasaklığına dâir nass bulunmadıkça şu husûsta hüccet olmaz. Aksine en fazla şu fiilin terk edilmesinin meşrû’luğunu ifâde eder. Şu terkedilen filin meşrû’ olup olmadığı ise, bu tek başına terk etmekden faydalanılarak bilinmez. Ancak ona delâlet edecek delîlden anlaşılır.
İşte bunun için, Cuma’nın bir beldede birden fazla yerde kılınmasını yasaklayıp, buna Cuma’nın ne Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, ne Hulefâ-i Râşidîn ne de Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim zamânında birden çok yerde kılınmadığı, çok sonra ortaya çıktığını delîl olarak ileri sürmesi zayıf bulundu. Çünki biz anlatmıştık ki, bir şeyi terk etmek terk edilenin hükmünü göstermez.
Âlimlerden bir topluluk, Cüma’-nın, ihtiyac olsun olmasın, bir beldede birden çok yerde kılınmasının câizliğine hükmetmişlerdir. Atâ, İbn-i Ebî Rebâh, Dâvûd-i Zâhirî, İbn-i Hazm ve İbnü’l-Arabî el-Muâfirî bunlardandır. Ey îmân edenler! Cuma gününde namaza çağırıldığında, Allahın zikrine koşun âyetini delîl getirdiler.
 Dediler ki, Allah celle celâ-lühû, Cuma ezânını işitene, (Cuma’ya) koşmayı farz etmiştir. Bir mescidi bırakıp bir mescide hâs kılmadı. O yüzden bu, birden fazla olma ve olmama hallerine de şâmil bir delîl oldu. Sahâbe rıd-vanullâhi teâlâ aleyhim ve Tâbiîn devrinde birden fazla yerde kılınmadığına iltifât etmediler. İbnü’l-‘Arabî’nin bu husûsta husûsî bir eseri de vardır. Bunu bize, -Allah celle celâlühû O’ndan râzı olsun- Efendimiz Şeyh İmâm Baba(m) anlattı.
Eğer Denilse, İbnü Teymiyye, bunun için sırf Sahâbe rıdva-nullâhi teâlâ aleyhim’in terkine dayanmadı; aksine, Onların iki hâlin arasını ayırmalarına dayandı. Çünkü Onlar, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in hayâtında O’ndan duâ istiyorlar O’nu Allah celle celâlühû’ya şefâatçı yapmak istiyorlardı. Dünyadan (Âhiret’e) intikâl edince de, bunu terk ettiler. Böylece, i’timâd, sırf terke değilde şu ayırd etmeye olmuş oluyor. O bakımdan, (İbnü Teymiyye’ye yapılan) geçmiş i’tirâzlar geçersizdir.
Şöyle Deriz: Bu (İbnü Teymiy-ye müdâfaası), Onun sözüne ters olmakla beraber, bir şey de kazandırmaz. Çünki, Cuma’daki hâl de böyledir. Avâlînin/yüksek yerlerin halkından ve başkalarından olan Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim, cemâatları kendi mes-cidlerinde kılıyorlardı. Cuma olunca da mescidlerini bırakıp Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ile kılıyorlardı. Hulefâ-i Râşidîn devrinde de böyle yapıyorlardı. Birden çok yerde Cumua kılınamayacağını söyleyenlerin şübhesi [56] işte bu olmuştur; ama bu onlara bir şey kazandırmamıştır. Çünki bunu câiz görenler, bunun nihâyet onların birden fazla yerde kılmayı terk etmeleri ve Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ile Hulefâ-i Râşidîn’in onları bu işlerinde takrîr etmeleri demek olacağını, bunun da birden çok yerde kılmanın câizliğini göstermeyeceğini açıkladılar.
Aynı şekilde, biz de burada,
Diyoruz ki, Onun (İbnü Teymiyye’nin) anlattığı, en fazla, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aley-him’in, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in vefâtindan sonra, O’ndan düâ istemeyı bıraktığını gösterir. Terk ise, (O’na) bir fayda getirmeyecek ve hiçbir şey yapmayacaktır.
Üçüncüsü: Sahâbe rıdvanul-lâhi teâlâ aleyhim’in, vefâtından sonra, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den, düâ istemeyi bırakmalarının onun yasaklığının hücceti olduğunu kabûl etsek bile, bunun yeri, şuna/huccete ondan daha kuvvetli bir delîl karşı gelmediği müddetçedir. Halbuki ona Şâyet onlar, kendilerine zulmettiklerinde âyetinin umûmu/ ma’nâ-sının geneli ters düşmektedir. İşte bu yüzden, imâmların ittifâkıyla Şer’î bir delîl olan bu umûm’un/ genelin terk edilip de, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’nin veya bir kısmının âlimlerce râcih/a-ğırlıklı olan[57]görüşe göre delîl ol-mayan amelin’e tutunmak helâl olmaz.
Bununla (şu açıklamalarımızla) geçmiş mutlak ifâdelerinin bâtıl oduğu ortaya çıktı. Tevfîk sâdece Allah celle celâlühû iledir.
Şaşılacak şeylerdendir ki, İbnü Teymiyye’nin, açıkça ortaya çıktığı gibi hiçbir fayda getirmeyeceğine rağmen, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’in terkiyle şu husûs-ta delîl getirmeyi çok yaptığını görmekteyiz. Aynı zamanda, kendi görüşüne ters düştüğünde de, yaptıklarında veya dediklerinde onlara muhâlefet etmektedir. Ö-mer ve Ali gibi, Onların (Sahâbe’-nin) efendilerini ve büyüklerini hatâlı bulmayı açıkça ifâde etmekten de hayâ etmemektedir. Onların dışındaki, Tâbiîn ve i-mâmlardan hiç birisi için, bulundurduğu kanâate veya sâhib olduğu görüşe yardım yolunda hiçbir terâzi kurmamaktadır/hiçbir kıymet vermemektedir. Kitablarını ve seçtiği görüşleri okuyacak olan kimseler, bu dediklerimizden şaşılacak ve akıllara hayret verecek nümûneleri görecektir.
———————————————
Üçüncü Muâheze
(Üçüncü Hesâba Çekme)
———————————————
Bu husûsta hiçbir hadîs de gelmemiştir, sözü üzerinedir.
Bu, korkutma ve tehvîş düşündüğü zaman kullandığı mubâ-lağalar cümlesindendir. Böylesi bir mübâlağa uslûbunda O’na ortak olabilecek hiçbir kimse tanımıyoruz. O, bu husûsta tek ve biricik bir kimsedir. Biz açıklamıştık ki, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den ölümünden sonra düâ istemenin delîl(ler)i(nden bir kısmı) şunlardır:
(Bir🙂 Allah Teâlâ’nın şâyet, onlar kendilerine zulmettikler zamân… âyetinin umûmu/geneli.
(İki🙂 Tevâtür ve icmâ’ ile sâbit olan nebîlerin kabirlerinde diri olmaları.
(Üç🙂 Amellerin Arzedilmesi hadîsinde sahîh olarak gelen Re-fîk-ı A’lâ’ya intikâlinden sonra, Nebî sallallâhu aleyhi ve selem-in bizim için istiğfâr etmesi.
Bundan sonra hangi delîl istenir? Hatta, belki de bir çok fıkhî mes’elenin, bu delîlin kuvvetine denk olabilecek kuvvette delîli yoktur. Nitekim bu, fıkıh kitablarını mutâlaa edecek ve ilmi, fıkhın delîllerinden bir takımını kuşatacak olan kimseye ma’lûmdur.
———————————————
Dördüncü Muâheze
(Dördüncü Hesâba Çekme)
———————————————
Aksine, Sahîh’de sâbit olan, Ömer radıyallâhu anhu zamanında, kıtlığa uğradıklarında, (Ömer) Abbâs radıyallâhu anhu ile istiska etti, sözü üzerinedir.
Eserin kalan yanını da anlattı. Bu eserle çok istidlâl etti ve onu münâsebetli münâsebetsiz birçok kez tekrâr etti. O kadar ki, sanki o, ne tereddüt ve ne de te’vîl kaldırmayacak kesin bir hüccettir. Bu, O’ndan şaşılacak bir şey değildir. O, bazen Sahâbe Rıdvan-ullâhi teâlâ aleyhim’in amelini ve kavlini hüccet olarak görenlerden olur.
Tühaf olan, Ömer’in amelinin burada O’na göre hüccet olması, sonra da Ömer’in Sahâbe Rıdva-nullâhi teâlâ aleyhim’in O’na muvâfakat ettiği bir kelimeyle vâkı’ üç talâk’ın bir talâk sayılması husûsundaki söz ve amelinin hüccet olmamasıdır. Bu, İbnü Teymiyye’nin kitâblarına bakanın aklını hayrete düşürecek bir hu-sûstur. Hakkında neyle hükmedeceğini, oynayan mı, gevşek davranan mı, veya çelişkiye düşen biri mi olduğunu bilemeyecektir. O’nun hakkında en münâsib olan hüküm her ne kadar sonuncusu ise de…
Ömer’in Abbâs’la tevessülünde, İbnü Teymiyye ve kuyruklarının vehmettikleri gibi ölüyle tevessül edilmesinin yasaklanması yoktur. Hattâ şu eserin bu bahisle alâkası bile yoktur…
———————————————
Beşinci Muâheze
(Beşinci Hesâba Çekme)
———————————————
Yâ Resûlellâh! Bizim için düâ et; bizim için yağmur iste; başımıza gelen musîbetten sana şikâyet ediyoruz, diyerek Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine gelmediler. Bunu, Sahâbe rıdvanul-lâhi teâlâ aleyhim’den hiçbir kimse asla yapmadı sözü üzerinedir.
Diyoruz ki, Evet, bunu, Sahâ-be rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’den bir kısmı yaptı.
İmâm Beyhekî, Delâilü’n-Nü-büvve’de, Mâlikü’d-Dâr’dan rivâ-yet etti. Hz. Ömer’in Beytü’l-Mâl bekçisi idi: Ömer zamânında insanlara kıtlık isâbet etti. Bir adam Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine geldi ve şöyle dedi: Yâ Resûlellah sallallâhu aleyhi ve sellem! Ümmetin için yağmur iste. Çünki, onlar helâk oldular. Resûlüllah rüyâda ona geldi ve Ömer’e git, O’na selâm söyle ve onlara yağmur yağdırılacağını haber ver…. Adam Ömer’e geldi ve onu haber verdi. Ömer radıyal-lâhu anhu ağladı ve sonra……. dedi. Bu eserin isnâdı sahîhdir.
Gördüm ki, Hâfız İbnü Hacer, el-Feth’de, onu, Ebû Sâlih yoluyla Mâlikü’d-Dârdan (rivâyet edilmiş olarak) mezkûr lafız ile İbnü Ebî Şeybe’ye nisbet etti ve senedi sahîhdir; adam, Seyf’in el-Fü-tûh’da da rivâyet ettiği gibi, Sahâbeden olan Bilâl İbnü Hâris el-Müzenîdir dedi.[58]
Bu, -görmekte olduğun gibi- İbnü Teymiyye’nin kesin reddettiği şeyi yapan bir Sahâbî’dir. Şimdi bundan sonra O’nun geçen mutlak ifâdesini duvara çalmak lâyık değil midir?
Bundan sonra, sana, aksine o, hakkında Allah celle celâlü-hû’nun delîl idirmediği bir bid’ attir sözünün bâtıl olduğu hakkında tenbîhte bulunmaya ihtiyâc duymuyoruz. Zîrâ onun bâtıllığı tenbîh ve açıklamaya muhtâc değildir…
———————————————
Altıncı Muâheze
(Altıncı Hesâba Çekme)
———————————————
Üçüncü Kısım hakkındaki, lâkin Sahâbe, Tabiîn ve Ümmet’in Selef’inden kimseden böylesi bir düâ ile düâ ettiği nakledilmemiştir sözü hakkındadır.
(Cevâb🙂 Bu da, bâtıl olduğunu açıkladığımız mutlak ifâdeleri cümlesindendir. Şu, bâtıl bir mutlak ifâdedir.
Osmân İbnü Huneyf’den sahîh bir rivâyet gelmiştir: (İbnü Hu-neyf’in, Hz. Osman zamanında bir adama bu düâyı öğretmesini bildiren hadîs)
Osmân İbnü Huneyf, bilinen bir Sahabî’dir. Düâ eden adam da, ya bir Sahâbî veya bir Tâbiî-dir. Her iki halde de, Sahâbe ve Tabiîn’den olan bir kimseden bu düâ ile düâ ettiği nakledilmemiştir sözü bâtıl olmuştur.
İbnü Ebî’d-Dünyâ, MücâbûdDüâ’[59] isimli eserinde, şöyle dedi: Bize Ebû Hişâm Mehemmed İbnü Yezîd İbni Muhammed İbni Kesîr İbni Rifâe rivâyet etti ve dedi ki; Adamın biri, Abdülmelik İbnü Saîd İbni Ebcer’e geldi. (Abdülmelik) adamın karnına dokunup onu yokladı ve sende iyileşmez bir hastalık vardır dedi. Adam, nedir o? dedi. Abdülmelik, Dübeyle (denilen bir musîbettir ki o, karında çıkan ve sâhibini ekseriya öldüren büyük bir çiban ve yaradır)[60] dedi. Muhammed İbnü Kesîr, adam döndü ve şöyle söyledi, dedi: “Allahdır, Allahdır, Allahdır Rabbim. O’na hiçbir şeyi ortak etmem. Ey Allahım!.. Şübhe-siz ben, nebîn rahmet nebîsi Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem ile sana yöneliyorum. Ey Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem! Şübhe yok ki ben, bende bulunan şu hastalıktan dolayı bana rahmet etmesi için senin ve benim Rabbime yöneliyorum.”
Muhammed İbnü Kesîr, Abdül-melik İbnü Saîd, adamın karnına (bir daha) dokundu ve, (O’na) iyileştin, sende hiçbir hastalık yoktur, dediğini söyledi.
Derim ki, İbnü Ebcer sika bir Hâfız, bununla berâber de insanları bedelsiz tedâvî eden mâhir bir tabîb idi. Müslim, Ebû Dâvûd, Tir-mizî ve Nesâî’nin râvîlerinden-di.
Tuhafdır ki, İbnü Teymiyye’nin kendisi bu eseri Kâidetün Celîle (isimli) kitabınde zikretti ve akabinde, şunu söyledi: Bu ve benzeri düâlarla Selef’in düâ ettiği rivâyet edilmiştir. El-Mervezî’-nin el-Mensek’inde Ahmed İb-nü Hanbel’den, düâsında Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ile tevessül ettiği nakledilmiştir. (İbnü Teymiyye’nin Sözü Son Buldu)
Tevessül’e hâs olarak, 711 senesinde, Mısır’da, yazdığı Fetâ-vâsında da şunları söyledi: “El-Mervezî’nin el-Mensek’inde Ah-med’den, içinde Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ile süâl/isteme bulunan bir düâ nakledildi. Bu O’nunla/Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ile yemîn etmenin câizliği hakkında O’ndan/Ahmed’den yapılan iki rivâyetten birine göre çık-mıştır. Âlimlerin çoğu da iki mes’ elede/Onunla istemekde ve O’-nunla yemîn etmekde yasaklık (reyi) üzerindedirler.” (Kendi İfâ-Desiyle Olan Nakil Bitti.)
Bu, O’nun, önceki mutlak ifâdesini bâtıl kılan ve çelişkisini ve dahî (dînî mes’elelerle) oynamasını ortaya koyan açık bir i’tirâfdır. Diğer kitâblarındaki işi de böyledir. Bu da O’nun muvaffak kılınmamış birisi olduğunun açık bir delîlidir.
Âlimlerin çoğunun, Nebî sal-lallâhu aleyhi ve sellem ile tevessül etmenin yasaklığı görüşünde olduğu iddiasına gelince… Ben, O’na ve kuyruklarına meydân okuyorum; yalan ve tahrîfe sığınmamaları şartıyla, bunu açıkça söyleyen tek bir âlim getirsinler. Buna asla yol bulamayacaklardır. Tevfîk, sâdece Allah celle celâlühû iledir.
———————————————
Yedinci Muâheze
(Yedinci Hesâba Çekme)
———————————————
(Fakîh Ebû Mehammed İbnü Abdisselâm’ın Fetâvâ’sında gördüğümün dışında bu husûsda âlimlerden hikâye edeceğim bir şeş bana ulaşmadı. Zîrâ O, bunun Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den başkasına yapılamayacağına dâir fetvâ verdi) sözü üzerinedir.
Derim ki, Bu, İbnü Abdissel-âm’dan yapılan nakilde düşülen bir hatâdır. Zîrâ, O’nun fetvâsı, Allah(celle celâlühû’y)a yaratılanla yapılan yemîn hakkındadır; Allah(celle celâlühû)’dan bir yaratılan kişinini rütbesiyle istemek hakkında değildir. Biz onun bu husûstaki sözünü nakledelim ki, anlatılmak istenen ortaya çıksın.
El-Fetâvâ el-Mavsıliyye’de şu ibâreler gelmiştir:
Elhamdülillâhi Rabbil-âlemîn ve sallellâhu alâ seyyidinâ Mu-hammedin ve âlihî. (Bu) Şeyh İmâm Allâme Şeyhu’l-İslâm İz-zuddîn İbnü Abdisselâm İbn-i Ebî’l-Kasim İbn-i Mühezzeb es-Sülemî’nin cevâb verdiği süallerin bulunduğu bir nüshadır. Allah Ondan razi olsun; bize be herkese bereketlerinden tekrâr versin.
Mes’ele:mâ yeqûlü fî’d-dâî yuksimu alellâhi… Allah celle celâlühû O’nu muvaffak kılsın, duâsında, yarattıklarının, Nebî, veli ve melek gibi büyükleriyle, Allah celle celâ-lühû’ya karşı yemîn ederek duâ eden hakkında ne derler, bu ona mekrûh olur mu olmaz mı? Sonra birçok suâl zikretti ve daha sonra da şöyle dedi:
Şeyh -Allah celle celâlühû O’ndan râzı olsun- şöyle cevâb verdi: “Duâ mes’elesine gelince… Bazı hadîslerde Resûlüllah sallal-lâhu aleyhi ve sellem’in insanlardan birine duâ öğrettiği ve başında, اللهم اني اقسم عليك بنبيك محمد نبي الرحمةAllâhümme innî uksimu aleyke bi nebiyyike Muhammedin nebiyyi’r-rahmeti/”Ey Allahım!… Ben sana karşı Nebîne yemîn ederim” dediği gelmiştir. Bu hadîs sahîhse, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e hâs olması gerekir. Çünkü O, Âdem oğlunun efendisidir. Allah celle celâlühû’ya karşı O’nun dışındakiler olan Nebiler, melekler ve velîlere kasem edilmemesi gerekir. Çünki onlar O’nun derecesinde değillerdir. Bir de bunun, derecesi ve mertebesinin yüksekliği sebebiyle Nebimize hâs olması lâzımdır.”
İzzuddîn’in sözü işte budur. Onu, el-Fetâvâ’l-Mavsıliyye’den kendi harfleriyle naklettik.
Hâfız Süyûtî, Kastalânî ve diğer Hasâis sâhibleri de, Allah’a karşı Nebîye yemîn etmenin O’nun husûsiyyâtından olduğuna delîl ileri sürerek onu böyle naklettiler. Bu, üzerinde durduğumuz mevzûumuzdan başka bir şeydir. O da, Allah celle celâlühû’ya yemîn etmeden, birinin rütbesiyle Allah celle celâlühû’dan istemektir. İki mes’ele arasında, çok büyük bir fark vardır. Nitekim bu (erbâbına) gizli değildir. İbnü Teymiyye iki mes’eleyi karış-tırmışdır. (Mutlak) üstünlük sadece Allah teâlâya âiddir. Üstelik, ben bunun, bir hâlin O’na karışması olmayıp kasıdlı bir tahrîf olduğuna çokça meyletmekteyim.
———————————————
Sekizinci Muâheze
(Sekizinci Hesâba Çekme)
———————————————
(Bu hadîsde, O’nunla ğıyâbın-da ve ölümünden sonra tevessül’ün câizliği yoktur; aksine onda, hayâtında ve huzûrunda tevessül etmek vardır) sözü hakkındadır.
Derim ki, bu, İbnü Teymiyye-den (sâdır olan), değerini küçültecek ve O’nu âlimlerin gözünden düşürecek bir muğâlatadır ve in-sâf kıtlığıdır. Yoksa O, Usûl âlimleri ve başkaları katında iyice oturup yerleşen şu düstûrun câhili değildir:
Bir şeyin câizliği hakkında veya başka husûsta bir hadîs gelirse, bu yerleşen sâbit bir Şerîat olur. Şerîat sâhibi onu, hâllerden bir hâl ile sınırlamadıkça, veyâ bazı zamanlara nisbetle onun hükmünü kaldırmadıkça, bir hâle hâs olup başka bir hâl ile alâkasız olmaz; aksine Kıyâmet kopana kadar devâm etmesi gerekir. Bu sebeble, Şerîat sâhibinin çizdiği çizgide durmak lâzımdır.
İbnü Teymiyye’nin büyüklenme ve inâd îcâbı olarak iddiâ ettiği gibi, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ile, ğıyâbında ve ölümünden sonra tevessül câiz değil ise, hadîsin râvîsi ve geliş sebebine şâhid olan biri olduğu halde, Osmân İbnü Huneyf, Osman İbnü Affân’a ihtiyâcı olan şu adama bununla/şu tevessülle düâ etmesini nasıl emretti?!.. Bunu keşke bir bilebilsem… Osman İbnü Huneyf’in İbnü Teymiyye’den daha az zekâlı ve anlayışlı olduğunu mu zannedersiniz?!… Tallâ-hi bu, hiçbir tereddüd bulunmayan bir yalan ve iftirâdır. Öyleyse, hadîsle olan hüccet kaimdir, hadîs, ğıyabtaki ve öldükten sonraki tevessülün delîlidir. Bunun kaim oluşunu, bir delîle dayanmayan ve bir usûle istınâd etmeyen şu gibi kanâatler def edemez.[61] (Ğumârîden Nakil Bitti.)
Hâsılı, dikkatli bakıldığında İbnü Teymiyye‘nin ifâdelerinde oturmayan muzdarib düşüncelerin ve çelişen görüşlerin bulunduğu görülecektir. Üstelik İmâm, müfessir ve muhaddis İbnü Kesîr, El-Bidâye’de,İbnu Teymiyye’nin Şer’î mahkeme huzûrunda, İsti-ğasenin harâm olduğu görüşünde devam ettiğini, ama Tevessül’ün harâm olduğu görüşünden vazgeçtiğini ve mübâh olduğuna döndüğünü, nakleder. [62]
Şahıslarla Tevessül’ü Kabûl etmeyenlerin birincisi olan İbnü Teymiyye’den sonrakilere devâm ediyoruz:
İki: İbnu’l-Kayyım, İğâsetu’l-Lehfân isimli eserinde
Üç: İbnü Abdi’l-Hâdî, es-Sârimü’l-Münkî’de
Dört: İbnü Ebî’l-İzz, Şerhu Akîdeti’t-Tahâviyye’sinde)
Beş: Muhammed İbnü Abdi’l-Vehhâb, (Tevhîd ve diğer eserlerinde)
Altı: Nâsıruddîn Elbânî (Vesî-lesinde)
Yukarıdaki isimler hep bir kanaldan beslenen kimselerdir. Sonuncusu hâric hepsi şahıslarla tevessülü ve başkasının amelleriyle tevessülü mekrûh kabûl etmiştir. Hepsi başkasından düâ istemek şeklindeki ve kendi amelleriyle ve de esma-i hüsnâ ile yapılacak tevessülü câiz görmüşlerdir.
Bir avuç kendini bilmez şâzz. Bunların zıd görüşlerinin İcmâ’a zarar vermeyeceği bile söylenebilir. Sözün özü, “şahıslarla tevessül’ün meşrû’ olduğunda İcmâ’ vardır” dense yeridir.
وَصَلَّى الله عَلَى سيدنامحمد وَ عَلَى اَلِه وصحبه كلما ذكره الذاِكرون وغفل عن ذكره الغافلون وَ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالمَين


[1] İmâm Sübkî, Şifâu’s-Sikâm.
[2] Bunlardan mühim bir kısmını merhûm Seyyid Muhammed Alevî Mâlikî’nin Mefâhîm’inden aldık. Tevessül’ün şu eserlerin nerelerinde geçtiği önceki makâlelerdeki delîller serd edildiği ve ileride gelecek mahallerde gösterilmiştir. O yüzden burada hepsinin me’hazları gösterilmemiştir.
[3] İmâm Beyhekî, Delâilü’n-Nübüvve 1: 47
[4] Tarih-i Bağdat’ta (1/123 ) Sahîh bir isnâd ile, Makâlâtü’l-Kevserî.
[5] Kevserî, Mahku’t-Tekavvul, Makâlât.
[6] Beğavî, Tefsîr.
[7] İmâm Kurtubî, Tefsîr: 5/265
[8] Et-Tefsîru’l-Kebîr:11/31 (Nâziât:5. âyetin tefsîri), el-Metâlibu’l-Âliyye.7/228, 7/261-262, 7/275-277
[9] İmâm Nevevî, el-Îzâh: 498
[10] İhyâ Hâmiş’i Tahrîci.
[11] Tarhu’t-Tesrîb:3/297
[12] El-Hısnu’l-Hasîn.
[13] İbn-i Kesîr, Tefsîru Kur’anı’l-Azîm.
[14] İbnü Kesîr, el-Bidâye:1/180
[15] İbnü Kesîr, el-Bidâye:1/180
[16] İbnü Kesîr, el-Bidâye:1/191
[17] İbnü Kesîr, el-Bidâye:6/324
[18] Şerh-i Metâli’ Hâşiyesinde.
[19] [İbn-Hacer, Fethul Barî:2/495],
[20] İbn-i Abidîn, Reddü’l-Muhtâr:5/540
[21] El Kavlü’l-Bedî’
[22] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ: 4/1371-1382
[23] Hâfız Kastallani, el-Mevahibu’l-Ledünniyye: 2/392
[24] Şerh-i Hadîs-i Erbaîn Tercümesi:27-30, H:18, Cemâl Efendi Matbaası:1316
[25] Aliyyu’l-Kârî, Fethu Bâbi’l-İnâye:2/236 (Pakistan baskısı) ve Şerhu-Şifa’da
[26] Şıhabuddin el-Hafâcî, Nesimu’r-Rıyâz: 3/398
[27]  Hâfız Zurkani, Şerh-i mevahib:1/44
[28] Hâfız Muhaddis Seyyid Muhammed Murtezâ ez-Zebîdî, el-Mu’cemu’l-Muh tass:145, 158, 315, 451, 474, 704, 730
    Kitabın muhakkıkı (!) zavallı buraların her birine i’tirâz etmiş.
[29] Allâme Şevkânî, Tühfetü’z-Zâkirîn:161
[30] Allâme Şevkânî, ed-Dürrü’n-Nadîd, er-Resâilü’s-Selefiyye: 147-150
[31] Tefsîru Rûhı’l-Meânî.
[32] Kevserî, Makâlât.
[33] Mahku’t-Takavvul, Zeylinde, “Havle’t-Tevessül ve’l-İstiğâse”, Vehbî Süleymân Ğâvci Tâ’likı ile- Dârü’l-Beşâir, Dimeşk-Sûriye
[34] El-Fecru’s-Sâdık: 47-73, Matbaatü’l-Vâ iz, Mısır-1323
[35] El-Fetâvâ el-Kübrâ: 1/140
[36] El-Fetâvâ el-Kübrâ: 3/276
[37] El-Fetâvâ:1/105 Yani sanki Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ile tevessül edilir başkası ile edilmez demeye getiriyor. Ancak ihtimâl ki bu onca müminlerin ittifak ettiğinin dışındaki tevessül olmalıdır. Yoksa istisnanın ne ma’nâsı olurdu.
[38] Fetava:1/140, Bu da ittifak edilen sâlih amelle tevessülün dışında olan zât ile tevessül olmalı.
[39] İbnü Teymiyye’nin cevâbı
[40] Mes’ele, kavrayayacağı bir şekilde kendisine anlatıldıktan sonra.
[41] Âlü ‘İmrân: 135
[42] Kasas: 56
[43] Fâtır: 3
[44] Âlü ‘Imrân: 126
[45] Tevbe: 40
[46] İbnü’l-Esîr, en-Nihâye:1/222, denilmiştir ki, ‘sıkıntı zamanlarında onları yediren’ (Aynı yer)
[47] Enfâl: 72 
[48] Âlü ‘Imrân: 126
[49] Ki İbnü Teymiyye’ye göre bu mutlak  
   olmak onların yaratılmaları demek idi.
[50] İbnü Teymiyye’ye sorulan suâl
[51] İbnü Teymiyye’nin cevâbı
[52] İbnü Mâce, Sünen. Tahrîci önceden Sünnet delîllerinde geçti.
[53] Furkân:16
[54] Hattâ tanımasalar bile. Tanıma kaydı bir hadîsde gelse bile bundan zıdd bir ma’nâ çıkmaz. Yani, şu hadîsden tanımadıklarının selâmı nı duymaz ve almaz ma’nâsı çıkmaz…
[55] Bir delîlin bir değil de muhtemel birbirine zıd bir çok ma’nâları varsa ve bu ihtimâller müsâvî ağırlıkta iseler, o delîl, delîl olmaktan dü şer.
[56] Daha edebli bir ifâde, bizce mercûh olan delîli şeklinde olmalıydı. Yoksa, İmâm Şâfiî gibi büyüklerin delîli için, gerçekte hiçbir delîl oma değeri bulunmayan vehim mertebesindeki bir şübhe kelimesinin kullanılması yanlış bir şeydir.
[57] Doğrusu, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’nin amelinin, burada da olduğu gibi dahâ kuvvetli bir delîlle çelişmedikçe, -râcih olan görüşe göre- Şer’î bir delîl olduğudur.
[58] [Seyf’in rivâyeti sahîh olmasa bile adam kesinlikle bir tâbiîdir. Sonra, bundaki hüccet, Ömer’in O’nu yaptığından menetmeyip ikrâr etmesindedir. Ğumârî]
[59] Veya Mücâbû’d-Da’veh
[60] Parantez arası yer, Kâidetün Celîle Hâşiyesinde/dip notunda yer alan başka bir rivâyetten yapılan nakilden ilâvedir:
[61] Hâfız Abdullâh Sıddîk el-Ğumârî, Er-Reddü’l-Muhkemu’l-Metîn: 36-56
[62] İbnü Kesîr, El-Bidâye’de :14/47
PDF'e AktarYazdır

BİR CEVAP BIRAK

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen buraya isminizi yazın