PAYLAŞ
PDF'e AktarYazdır


MEKTÛBÂTI RABBÂNÎ’DEN 63. MEKTUB
 
اَعُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم
اَلْحَمْدُ الِلّهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَأَلِه اَجْمَعِينَ
 
İmam-ı Rabbânî Kuddise sirruhu
Tercüme: Muhammed YELKENCİ
 
Mevzûsu; Peygamberân-ı İzâm (salavatullâhi alâ Nebiyyinâ ve aleyhim ecmaîn) Din-i Mübin-i İslam’ın asıllarında ittifak halindedirler. İhtilafları (aynı mevzuda farklı hüküm vermeleri) dinin fer’i meselelerindedir…
Allahü Sübhânehü bizleri ve sizleri Resul-ü Ekrem Efendimizin[1] (sallallahü aleyhi ve sellem) caddesi üzere sabit eylesin (amin). Şunu bil ki; Enbiyâ Efendilerimiz (umumen hepsine hususen en faziletlisine Allah-ü Teâlân’ın salâtları, selamları, tahiyyeleri ve bereketleri olsun) Allahü Sübhânehü’nün rahmetleridir. Bu büyüklerin tavassutu/aracılığı ile alem, ebedi kurtuluşu bulup, mesud olmuştur. Sermedi/sonsuz belalardan halas bulmuştur. Şayet onların şerefli olan varlıkları olmasa idi, mutlak Gani olan (hiç bir şeye muhtac olmayan) Hak sübhanehü, alemden hiçbir kimseye, Zatından ve sıfatlarından haber vermez, yol göstermez ve kimseyi marifet sahibi yapmazdı.
Mahza keremi (katıksız iyiliği) ile ,kendi menfaatlerine olmak üzere, kullarına, emirlerine yapışmayı ve yasaklarından kaçmayı teklif etmez, yüklemezdi. Razı olduğu işler, razı olmadığı işlerden asla fark edilemezdi.[2] Bu, en büyük nimetin şükrü hangi lisanla yerine getirilebilir. Bu şükrün uhdesinden gelmeye kimin mecali vardır.
Bizleri Din-i Mübin-i İslam’a hidayet edip, Enbiyâyı (salavatullâhi ala nebiyyinâ ve aleyhim) tasdik edenlerden yapan Allahü Teâlâ’ya hamd olsun.
Bu büyükler, asıllarda (akaidde, inanılması lazım olan meselelerde) müttefiktir. (İmanın şartları ilk Peygamberden son Peygambere (salavatüllâhi aleyhim) kadar aynı kalmıştır.)[3]Kelimeleri; Hak Teâlâ ve Tekaddes hazretlerinin, zatı ve sıfatları hakkında, haşır ve neşir, peygamberlerin gönderilmesi, meleğin inmesi, vahyin gelmesi, ebedilik ve hulud (sonsuzluk) yolu ile cennetin nimetleri ve cehennemin azabının varlığı hususunda aynıdır.İhtilafları, Dinin furuuna (itikadi olmayıp, amelle alakalı meselelerine) taalluk eden bazı hükümlerdir. Hak Sübhanehü, vahiy yolu ile, her bir zamanda, o zamanda yaşayan kimselere münasip olan hususi ahkamı, o zamandaki ulul azim peygamberlere bildirmiştir. Nesh ve tebdil[4], Hak Teâlâ’nın hikmetleri ve maslahatları ile alakalıdır. Ve çoğu kere, müstakil bir şeriat sahibi olan bir peygambere, farklı zamanlarda nesh ve tebdil yolu ile , birbirine zıt hükümler gelmiştir.[5]
 İttifak eden ibarelerinden, ortak olan kelimelerinden bazısı, şunlardır; Hak Sübhanehü’den başkasına ibadeti nefyetmek/kaldırmak, Allahü Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine başkasını ortak koşmayı yasaklamak, mahlukatın, birbirini Allahü Teâlâ’dan başka ilah edinmesini men’ etmek. Bu hüküm peygamberlere aittir. Peygamberlere tabi olanlardan başkası bu devletle şereflenememiştir. Peygamberlerden başka hiçbir kimse bu kelamı söylememiştir.
 Peygamberleri inkar edenler, her ne kadar Allahü Teâlâ’nın birliğini ikrar etseler de, ancak onların halleri iki işin birinden boş değildir; ya Ehl-i İslam’ı taklid etmek. Ya da, Peygamberlerin tabileri olan Ehli İslamın hilafına; ibadeti hak etmek hakkında değil, sadece varlığı vacib olmak hususunda Allahü Teâlâ Hazretlerini birlemek. Enbiyâyı Kirâm’ın (salavatullâhi ve selamuhu aleyhim), tabileri/ onları taklit edenler ise; Allahü Teâlâ Hazretlerini hem varlığı vacib olmak, hem de ibadeti hak etmek hususunda birlemektedir. Çünki, Kelime-i Tevhidi söylemekten murat; asılsız olan ilahları kaldırmak, ibadeti hak eden Zâtın varlığını isbat etmektir.
 Bu büyüklere mahsus olan hallerden bazısı da şunlardır; kendilerinin de diğer insanlar gibi bir beşer olduğuna inanmak. İbadet olunmayı hak eden ilahın Hak Teâlânın olduğuna inanmak. İnsanları Allah’a (celle celaluhü) davet etmek. Şanı yüce olan Allahü Teâlâ’yı mahlukuna yerleşmek ve bitişmekten tenzih etmek.
 Peygamberliği inkar edenler böyle değildir. Bilakis onların reisleri ilahlık iddiasında bulunurlar. Allahü Teâlâ’nın kendilerine hulul ettiğini/yerleştiğini isbat ederler. İbadeti hak etmek davasından ve kendi haklarında ilah ismini kullanmaktan çekinmezler. Şüphe yokki, kulluk yularını boyunlarından çıkarmaya devam ederler ve münker olan/şeriatça tanınmayan fiillere, çirkin kabul edilen amellere düşerler. Mübah olma yolunda yürürler; yanlış olarak Allahü Teâlâ’nın onlara hiçbir şeyi yasaklamadığına inanırlar. Söyledikleri her şeyin doğru olduğunu zannederler.
Yaptıkları her şeyin mübah olduğuna inanırlar. Kendileri sapıttı. (Peşlerinden gidenleri de) saptırdılar.Onlara yazıklar olsun, onlara tabi olanlara da, onların taraftarlarına da..
 Enbiyanın (aleyhimussalâtü ve’s selam) ittifak ettiği, münkirlerinin ise mahrum olup, kendisinden hiçbir nasib elde edemediği bir cihetleri de şudur; Mutlak olarak her türlü günahı işlemekten korunmuş olan ve diğer mahlukatla alakaları olmayıp, kendilerinde kirlenme bulunmayan Melaike-i Kirâm’ın (vahiyle beraber) inmesine ve onların Vahyin eminleri olmasına inanırlar. Onlar Allahü Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin Kelamını, Enbiyâyı İzâm’a (salavatullâhi alâ nebiyyinâ ve aleyhim) taşıyanlardır. Durum böyle olunca bu büyükler, söyledikleri her sözü Hak Sübhanehü ve Teâlâ tarafından söylemiş olurlar. Tebliğ ettikleri her şeyi, Hak Teâlâ tarafından tebliğ etmiş olurlar. Onların içtihada dayalı olan hükümleri de aynı şekilde vahiy ile desteklenmiştir. Eğer onlardan faraza bir zelle sadır olacak olsa, Allahü Teâlâ o zelleyi (en güzel yerine, güzelle iktifa etmeyi) derhal kat’i/kesin olan vahiyle tedarik eder.
 İlahlık iddiasında bulunan, peygamberliği inkar edenlerin reisleri ise, söyledikleri her şeyi, kendi nefislerinden söylerler. Bozuk olan ilahlık inancı vasıtası ile de, onun doğru olduğuna zannederler. İnsaflı olmak lazımdır; bir şahıs aklının son derece azlığından, kendini ibadet olunmayı hak eden bir ilah olarak zannetse ve bu bozuk olan inancı sebebiyle çirkin işleri yapsa; onun konuşmasının ne gibi itibarı/değeri olur? Ona tabi olmanın, peşinden gitmenin sebebi, medarı ne olabilir? Mısra; her kab içindekini sızdırır…
Bu gibi kelimeleri zikretmek, sadece ziyade izah içindir. Yoksa hak batıldan zaten açık seçik ayrıdır. Nur, karanlıkdan başka ve ayrıdır.’ “Hak (olan İslam ve Kur’an) geldi. Batıl (olan şirk ve şeytan) helak oldu. Zaten batıl (bir zaman köpük gibi üstte gözükse de) gerçekten (varlığı sürekli olmayan) sönmeye mahkum (olan) bir şey olmuştur.’’[6]
Ey Allahım, bizleri bu büyüklere mütabaat üzere çokca kararlı eyle (Amin!) Salât ve selam, başta ve sonda onların üzerine olsun.
(Bu mektubu yazmaktaki) maksudumuzun geri kalanı şudur; zâtı âliniz Seyyid Meyan Pir Kemali daha iyi biliyorsunuz. Bu mevzuda yazmaya hacet varmıdır ki. Ancak şu kadar yazayım; Bu fakir bir müddetdir onu sevmekle haz duyuyorum. Kendisinde uzun zamandır, yüksek kapınızın eşiğini öpmek iştiyakı vardır. Ancak şu sıralarda, bedeninde zayıflık arız olmuştur. Bir müddettir yatağından kalkamıyor. Kalktıktan sonra, sizin yüksek tarafınıza teveccüh edecektir. Yardımınızdan ümitvardırlar. (Mektubun mevzusu ile alakalı olmasa da, İmamı Rabbani Hazretlerinin (Kuddise Sirruhu) İctimai cihetine ışık tuttuğundan bu kısmın da tercümesine ihtiyac duyuldu.)
 
وَصَلَّى الله عَلٰى سيدنا محمد وَ عَلٰى اٰلِه وصحبه كلما ذكره الذاكرون وغفل عن ذكره الغافلون  
 وَ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمٖين


[1]Kelam alimlerine göre Nebi; Allahü Teâlâ’nın kendisine “Seni fülan kavme veye bütün insanlara gönderdim. Onlara benim tarafımdan tebliğde bulun’’ dediği zattır. Veya buna benzer ve bu manayı ifade eden; ’’Seni onlara gönderdim, onlara şu haberi ver’’ buyurur. Peygamber olarak gönderilmede her hangi (kesbe ait) bir şart yoktur. Zati bir kabiliyet de şart değildir. Dilediğini fazlı keremi ile seçip, dilediğini yaptığından Risaletini dilediği yere terleştirir. Mucize; Nebinin nebi olmasının değil, tanınmasının şartıdır. (İsbatün Nübüvvet İmamı Rabbani (K.S)-9)
 
[2]İnsanın cevheri ilk fıtratında sade bir şekilde, Allahü Teâlâ’nın alemlerinden habersiz olarak yaratılır.’’Rabbinin Ordularını ancak O (Celle Celaluhü) bilir.’’ (Müddessir-31) ayeti celilesinin mufadınca, o alemleri ancak kendisi bilir.İnsanın bu alemlerden haberdar olması idraki/kavraması ile olur. İnsanın idraklerinden her birisi, mevcudatın alemlerinin her birinden haberdar olması için yaratılmıştır. Alemden mevcudatın cinsini kasdediyoruz.
  İnsanda ilk yaratılan dokunma hissidir. Onunla harareti, soğukluğu, rutubeti kuruluğu yumuşaklık ve sertliği, ve diğer dokunulmakla hissedilenleri idrak eder. Dokunma hissi, renk ve sesleri idrak edemez. Belki de bunlar dokunma hissine nisbetle ‘’yok’’ hükmündedir. Sonra görme hissi yaratılır. Onunla renkleri ve şekilleri idrak eder. Hissedilenler dairelerinde, en geniş olanı budur. Sonra işitmesi açılır. Sesleri ve na’meleri işitir. Sonra, tatma ve diğer hisler, mahsusat alemini aşıncaya kadar peşpeşe yaratılır. Yedi yaşına yakın bir mevsimde kendisine temyiz kabiliyeti verilir. Bu, varlığına ait tavırlardan başka bir tavır, durumdur. Onunla hisler aleminin üzerine zait, bir takım şeyleri idrak eder. O ziyadelikte his aleminden de bir parça bulunur. Sonra başka bir tavra/devreye terakki eder, aklı yaratılır. Onunla, varlığı vacib, caiz ve mümteni (imkansız) olan şeyleri ve ondan önceki devrede bulunmayan işleri idrak eder.
 Aklın ötesinde bir devre daha vardır ki, orada bir göz daha açılır. Onunla gaybı (müşahede edilemeyen alemi) görür. Gelecekte olacak işleri ve daha bir takım başka şeyleri görür. Hislerdeki kuvvetin, temyiz ile idrak edilebilecek şeylerden uzak olması gibi, akıl da, bu devredeki işleri idrak etmekten/kavramaktan çok uzaktır. Nasılki temyiz dairesinde bulunan bir insana, akıl ile idrak edilebilecek şeyler arz edilse onları anlayamaz, uzak sayar.
  Aynı şekilde, bazı akıllılar da nübüvvetle idrak edilebilecek şeyleri kavrayamaz, uzak sayar. Böyle bir durum cehaletin ta kendisidir. Bunun sebebi, bu bazı akıllılar için her hangi bir mesnedin olmamasıdır. Kendisi hakkında bulunmayan ve kendisine ulaşmayan bir tavır söz konusudur. Böyle olunca, bu bazı akıllılar, nübüvvet tavrı ile anlaşılabilecek işleri, haddi zatında yok zannederler.
  Anadan doğma kör olan, tevatür ve işitme ile renkleri ve şekilleri bilmezse, ilk olarak bunlar kendisine anlatılırsa, onları bilemez, renklerin ve şekillerin varlığını kabullenmez. Allahü Azimü’ş-Şan, bu tavrı (nübüvvet tavrını) kullarına yaklaştırmıştır. Onlara uykudan ibaret olan, nübüvvetin hususiyetlerinden bir nümune vermiştir.
  Çünki, uyuyan kişi, ileride olacak şeyi ya açıkca veyabir misal suretinde, tabirle açıklanacak şekilde, rüya vasıtası ile idrak edebilir. Böyle bir idrak nevisini, insan binefsihi tecrübe etmedi ise, ona; ’bir insan, ölü gibi bayılarak düşüyor ve hisleri; işitmesi, görmesi ve sair hisleri yok oluyor. Bununla beraber, gaybı idrak ediyor.’ dense, bu haberi inkar eder veşöylece delil getirir; Hissetme kuvvetleri idrak etmenin sebebidir. Bu kuvvetlerin bulunması ile beraber gaybı (his ve akıl ötesini) idrak edemeyen, hislerinin yok olmasıyla hayli hayli idrak edemez.
Fakat bu kişinin bu kıyasını varlık ve müşahade inkar eder, yalanlar. Nasılki akıl, insanın idrak etme /hadiseleri kavrama mertebelerindenbir mertebe olup, onunla bir göz hasıl olur ve makulat nevileri bu göz ile idrak edilir ve hissi kuvvetler bu makulatı idrakten uzaktır; aynı şekilde nübüvvet de bir tavırdır ki, onunla insanda
bir göz hasıl olur. Ve bu göze ait olan bir nur bulunup, gayb ve aklın idrak edemediği işler açığa çıkar. (İsbatün Nübüvvet,12-13)
 
[3]Vahdetül ümmetin manası; Peygamberlerin bu ümmet üzerine ittifakıdır denildi. Şu ümmet(dini)iniz Peygamberler (salavatullahi ve selamuhu aleyhim) arasında muhtelif olmayan; üzerinde ittifak ettikleri ümmetdin)dir. Asırların hiç birisinde değişmemiştir. Ancak furua taalluk edenlerde ise tebdil olmuştur. (Alusi tefsiri, Enbiya-92. Ayetin tefsirinde)
 
[4]Biz her hangi bir ayeti(n lafzını veya hükmünü yahut her ikisinin geçerliliğini kaldırarak onu) nesheder veya (hafızalardan silerek) onu unutturursak, (onun yerine, hem kullara fayda ve kolaylık cihetinden, hemde sevap bakımından) ondan daha iyisini veya (yükümlülük ve sevap cihetinden) onun (bir) benzerini getiririz.
 Bilmez misin? Muhakkakki Allahü Teâlâ (emretme, yasaklama, değiştirme ve hükümsüz kılma dahil) her şeye gücü yetendir. (Bakara-106)
 Biz (neshetmek istediğimiz) bir ayetin yerine başka bir ayeti değiştir(ip getir)diğimizde, (neshin hikmetini bilmeyen) o (kafir) kişiler; Sen ancak (Allah) adına bir uydurucusun derler. Halbuki, Allahü Teâlâ (zamana ve zemine göre ve her ümmetin menfaatleri gözetilmek üzere) neyi indireceğini pek iyi bilmektedir. Doğrusu onların pek çoğu(bir hükmü değiştirmemizde bulunan yüce hikmetleri) bilmezler. (Nahl-101)  
  Nesh, lügatta; Değiştirmek, kaldırmak ve gidermekten ibarettir. Güneş gölgeyi neshetti(giderdi) denilir.
  Şeritta ise; Şeriatın Sahibine göre, şer’i bir hüküm ile amel etme müddetinin sona erdiğini bildirmektir. Allahü
  Teâlâya göre nihayete ermesi malum idi. Bizim ilmimizdeyse bu hüküm devam ediyordu. Nesh edici delil ile nihayete erdiğini bilmiş olduk.Neticede bizim hakkımızda tebdil ve değiştirme oldu. (Tarifat-163)
 
[5]Kiblenin neshi ile ilgili Bakara suresi 144. Ayet-i celile-i cemile.Vasiyete delalet eden ayeti celilenin, miras ayetleri ile nesh edilmesi gibi. (Bakara-180; Nisa—11….12…ve diğer ayeti celileler.) Nesh ile igili ayrıntılar için bkz.Menahilul İrfan ..
 
[6]İsra–81
PDF'e AktarYazdır

BİR CEVAP BIRAK

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen buraya isminizi yazın