PAYLAŞ
PDF'e AktarYazdır
DİLDE VE KURÂNDA MECÂZ YOK MUDUR?
 
Hüseyin AVNİ
اَعُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم
اَلْحَمْدُ الِلّهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَأَلِه اَجْمَعِينَ
Bundan sonra…
Kimilerinin iddiâ ettiği gibi, sâhiden, dilde ve Kurânda mecâz yok mudur?[1] Yüzlerce, hattâ binlerce dil ve usûl âlimi eserlerinde mecâz vardır derken şu suâlin sorulması bile abes… Ancak, aykırı davran ki, meşhûr olasın sözü îcâbı tavır sergileyenler ile tezâhürâtçılarının şamataları artık can sıkıcı ve son derece rahatsızlık verici hâl alınca, demek ki sorulabiliyormuş. Başta, peşin ve öz olarak söyleyecek olursak, dilde belâğat âlimlerinden -inkâr isnâdının doğruluğu münâkaşalı- bir kişi, Kurân ve Sünnette deİslâm ulemâsından birkaç kişi bir yanabırakılırsa mecâzın bulunduğunuinkâr eden yoktur. Biraz ince bakılırsa, Mücessime ve Müşebbihe tâifeleri veya onlara meyilli kimseler dışında bulunan muhâlif görüş sâhiblerinin dahi şu zıd görüşlerinin manevî değil de lafzî olduğu kolayca anlaşılacaktır. Mevzû’u bir mukaddime, üç mesele ve bir netîcede ele almak istiyoruz. Tevfîk sadece Allah celle celâlühû’dandır.
 
MUKADDİME
 
Mecâz ve Hakîkat Ne Demektir?
Lügatta Hakîkat: Asılda, yani vazı’da fâil ma’nâsında feîldir; bir şey sâbit olduğunda ;حَقَّ الشَّيْئُ=/hakka’ş şey’u denilir. Veyâhud da mef’ûl ma’nâsındadır; (ki o zaman var edilen, mevcûd olan demek olur). Bir şeyi sâbit kıldığım vakit ;حَقَّقْتُهُ=/‘Hakkaktühû derim, yani onu sâbit kıldım, demek olur. Bu vazı’daki şu ma’nâdan (ıstılâhta) aslî (vazı’daki) yerinde sâbit olan, bulunan veyâhud var edilen kelimeye nakledilmiştir. Sonundaki onu vasıf olmaktan isimliğe nakletmek içündür.
Istılâhta Hakîkat: Kendisiyle karşılıklı konuşmanın bulunduğu ıstılâhtaki ma’nâsında kullanılan kelime demektir.[2] Veyâhud; konuşanın ıstılâhında, konulduğu ma’nâda kullanılan lafız demektir.[3]
Lügatta Mecâz: Bir yerden bir yere geçmek demektir. Mecâz’a mecâz denilmesinin sebebi, insanlar o lafzı, konulduğu ma’nâdan geçirdikleri ve başka ma’nâya taşıdıkları içündür.[4] Veya asılda (vazı’da) mekânı aştı geçti ma’nâsında mîmli masdar olan bir kelimedir.
Istılâhta Mecâz, Asıl (ilk îcâd edildiği ma’nâdaki) yerini geç(ip başka bir ma’nâda isti’mâl edil)en kelimeye nakledildi.[5] Hâsılı, asıl yerini geçen her bir şeye/kelimeye lügatta mecâz, asıl konulduğu ma’nâyı geçip başka bir ma’nâda kullanılan kelimeye de ıstılâhta mecâz denir.
Seyyid Şerîf Cürcânî, şöyle dedi: ‘Mecâz, (ıstılâhda) yiğit ve korkusuz birinin aslan diye isimlendirilmesi gibi, ikisinin arasında bulunan bir münâsebet sebebiyle, konulduğu ma’nânın dışındaki ma’nâda kullanılan bir lafzın ismidir. Mecâz’a bu isim, hakîkat mahallinden mecâz mahalline geçen bir kelime olduğu içün verilmiştir.[6]
 
BİRİNCİ MES’ELE
Dilde Mecâz Yok mudur?
Dil âlimlerinden dilde mecâz yokturdiyen kimse bilinmemektedir. Aksini iddiâ edene bunu sağlam yollarla isbât etmek düşer. Dilde mecâz yoktur dediği iddiâ edilen ancak bir kişi gösterilmektedir ki, O’na yapılan bu isnâdın doğru olup olmadığı tartışılmıştır. Şevkânî, Usûl’ünde İbnu Cinnî’den Kur’ân’ın lügatlarının/kelimelerinin çoğu mecâzdır dediğini naklettikten sonra, Ebû Alî el-Fârisî’nin de İsferâînî gibi mecâzı kabûl etmediğinin söylendiğini yazdıktan sonra ‘zannetmem ki, Ebû Ali gibi birisi böyle desin demekle,[7] O’na yapılan bu isnâdın sağlam olmadığına işâret etmiştir. Üstelik doğruluğu kabûl bile edilse diğer sayılamayacak kadar kalabalık olan bir cemâatin yanında bunun ne kıymeti olabilir ki? Aynı zamanda bir dilci de olan muhaddis ve müctehid Ebû Ubeyde’nin Mecâzu’l-Kur’ân’ı her şeyi göstermektedir.
Mecâzın inkârı, dilcilerin dışındaki âlimlerde de yok denecek kadar azdır. Ulemânın hemen hemen tamamı dilde mecâzı kabûl etmektedir. O kadar ki, aksi görüşe sâhib olanlar -kanâatimizce- bu husûstaki icmâ’ı bozmaya yetmeyecek kadar sayı ve kalite bakımından şazz mertebededirler. Üstelik geçmişlerden bu ta’bîri isti’mâl etmeyen yâhud kabûl etmediğini söyleyenlerin hemen hemen hepsi ma’nevî olmayan ve ancak lafzî olan bir hilâf içerisindedirler. Bu yüzden, bilhassa ekseriyyetin ittifâkı ma’nâsında, dilde mecâzın olduğunun üzerinde icmâ’ vardır, demek geçmiş âlimlerin üslûbuna ters düşmez. Çünki, İbnu Teymiyye ve benzeri bir takımlarının bu husûstaki hilâfları/aykırı görüşleri kâle alınmayacak seviyededir. Aşağıda da gelecek olduğu üzere Ahmed İbnu Hanbel’e varıncaya kadar mezheblerin tamamı icmâ’ın bir vâkıa olduğunu kabûl etmişlerdir.
Kimileri de bu kelimenin zâhir/görünür ma’nâsı üzerinde vehmettikleri bir takım mülâhazalar sebebiyle şu ta’bîri kullanmamaktadırlar. Onun yerine üslûb ve benzeri ifâdeleri kullanmak sûretiyle lafızların bilinen ma’nâlarının dışında kullanıldıklarını kabûl etmektedirler. Mezheb ulemâsından bu husûsta yüzlerce kişiden nakiller yapılabilir. Usûl-i Fıkıh kitâbları okunduğu zaman bu dediğimiz açıkça görülecektir. Aksi bir görüş beyânını ve sâhiblerini bulup getirmek, o görüşü iddiâ ve kabûl edenlere düşer. Onlar birkaç kişiden başka kimseyi asla getiremeyeceklerdir. Getirilecek olanların -İbnu Teymiyye’nin dışındakilerin- ifâdeleri yukarıda da söylediğimiz gibi ma’nevî bir hilâf olmayıp, ifâde farklılığından ibârettir.
 
İKİNCİ MES’ELE
Kur’ân’da ve Sünnet’te Mecâz Yok mudur?
Şüzûzun, yani tek kalmanın ve Ümmet’in âlimlerinin tamâmına karşı bir tavır içine girmenin birinci ve baş kahramanı İbnu Teymiyye’den başka kim olabilirdi ki?!.. Evet O, bu husûsta da yani Kur’ân’da, Sünnet’te ve hattâ dilde mecâzın bulunmadığı iddiâ etti.
İbnu Teymiyye, bu mes’eleyi, Kitâbu’l-Îmân isimli eserinde Allah’ın Âdem aleyhisselâm’a isimleri öğretmesi başlığı altında yirmi sayfaya yakın bir bölümde işlemiş ve bir sürü muğâlatalarla mecâzın varlığını inkâr etmesini kendince delîllendirip isbât etmeye çalışmıştır.[8] Bazen alâkasız, bazen de çok uzak alâkalarla sözü uzatmış, aklınca mecâz içün yapılan ta’rîflere ve verilen misâllere cevâblar vermiştir. Böylece akıl almaz zorlamalarla yeni bir lügat îcâd etti, dense yeridir. Aslında O’nun şu sözleri, sizin lafızlar içün mecâz olduğunu iddiâ ettiğiniz ma’nâlar, hakîkat ma’nâlarıdır; o lafızlar başta onlar içün de konulmuştu, (bir bakıma o ma’nâların tamamı içün müşterektiler;) onlardan evvel ayrı bir vaz da yoktu’ şeklinde hulâsa edilebilir. Bu hilâfının/aykırı görüşünün temelde bir hâsılı ve semeresi de yoktur; ancak, başka yerlerde karşılaşılabilecek bazı teşbîh ve temsîl (Allah’ı bir şekilde yarattıklarına benzetmek) noktalarında işine yarayacağını düşünmüş olmalı ki, bu husûsta haddinden ziyâde ısrârcı davranmaktadır.
O, bu sözleri arasında nihâyet şöyle demektedir: ‘…Bu lügatta mecâz olduğu takdîrdedir; ama Kur’ân’da asla bir mecâz yoktur; hatta lügatın mecâz ve hakîkate ayrılması, Selef’in sözünü etmediği uydurma bir taksîmdir. Halef/sonraki âlimler ise bu husûsta iki görüş üzeredir ve bu noktadaki anlaşmazlık lafzî değil(ma’nevî)dir. Aksine bu taksîmin kendisi bâtıl olup, bu (hakîkat) şundan (mecâz’dan) ayrılamaz…’[9]
Sözlerinden burasını aktaran bir şahıs, haklı olarak şöyle söylemiştir: Hâlbuki, Selef’den olan, müctehid, muhaddis ve dil âlimi Ebû Ubeyde Ma’mer İbnu’l-Müsennâ (o meşhûr eseri) Kitâbu’l-Mecâz’ını (Mecâzu’l-Kur’ân’ını) yazmıştır. Selef’in imâmlarının tamamının tıpatıp aynı lafzı kullanmaları şartı da yoktur. Mecâz gerekli bir delîlle lafzın hakîkî ma’nâsının dışında kullanılması demektir. Kalem sûresi 42. âyetteki sâk kelimesinin, bildiğimiz meşhûr olan ayak ma’nâsından uzak olduğu Abdullah İbnu Abbas’ın tefsîrinden de anlaşılmaktadır. İmâm Beyhakî iki hasen isnâdla İbnu Abbâs radıyellâhu anhumâ’dan bir rivâyette bulunmuş ve şu ziyâdeyi yapmıştır: Size Kur’ân’dan bir şey (ma’nâ) gizli kalırsa onu şiirden arayınız; zîrâ şiir Arabın dîvânıdır.’ Bu, mecâzdan başka bir şey değildir. (Nakil Bitti.)
İbnu’l-Kayyim el-Cevziyye ise, el-Kasîdetü’n-Nûniyye’de mecâz’ın varlığını esasta değil de, bazı meselelerde, birkaç yerde reddederken bir yerde de kabûl etmektedir.
Nitekim O, istivâ ile alâkalı bir yerde şöyle dedi: ;لا فيه اجمال و لا هو مفهم   للاشتراك و لا مجاز ثان=/‘(O ‘istivâ’ âyetinde) ne icmâl/mücmellik vardır, o ne müşterekliği anlaştırmaktadır, ne de onda ikinci (mertebede) olan bir mecâz yoktur.’[10] İbnu’l-Kayyim burada kesin kararlı; istevâ kelimesinde ne mücmellik/teferruatı bilinmeyecek şekilde kısalık, ne (bir takım ma’nâlarda) müştereklik/ortaklık, ne de mecâz bulunduğunu hiçbir şekilde kabûl etmemektedir. İstevâ’nın illâ metre hesâbıyla yukarıya çıkmak ve fizîkî olarak Arş’ın üstünde oturmak ma’nâsında olduğunda ısrârlı… Eh, ne diyelim…
Başka bir yerde de te’vîl’den söz ederken şöyle dedi: ;وعلمت ان حقيقة التأويل تب   يين الحقيقة لا المجاز الثانى=/‘Ve bildin ki, te’vîlin hakîkati, ikinci (mertebede) olan mecâzı değil de hakîkati açıklamaktır.[11]
O, bir başka yerde de nihâyet şöyle demektedir: ;واشهد عليهم انهم حملوا النصو    ص على الحقيقة لا المجاز الثانى= /‘(Ey Allah’ın sıfatlarını inkâr eden!) onların (Sünnet yanlılarının) aleyhine şâhidlik et ki, onlar, yordular nassları hakîkat(ma’nâsın)a, ikinci (mertebede) olan mecâza değil.’
;الا اذا ما اضطرهم لمجازها المضطر من حس ومن برهان=/‘Ancak onları mecbûr ettiği zaman (nassları mecâza yorarlar), mecbûr edici bir hisden ve kesin delîlden’[12]
İbnulKayyim bu üç yerde ve bilhassa üçüncü yerde mecâz’ı aslında inkâr etmemekte, aksine onu ikinci (mertebede) olarak’ kabûl etmektedir.Ancak ilk iki yerde, yani istivâ ile, te’vîl bahislerinde ikinci olan mecâzın geçerli ve câiz olamayacağını, üçüncü yerde, yani nassların hakîkat’e yorulması bahsinde ise nassların, ancak mecbûr edici bir his/duyu ve kesin delîl mecbûr bıraktığı zaman mecâza gitmenin câiz olabileceğini söylemektedir. Bunun Türkçesi ise -şu tavırlardan da görüldüğü gibi-, mecâz’ı ben canımın istediği yerde kabûl eder, canımın istemediği yerde ise kabûl etmemdemektir.
Dr. Muhammed Halîl el-Herrâs, İbnu’l-Kayyim’e uyarak Nûniyye Şerhi’nde bunu, iki (belki de bizim görmediğimiz daha çok) yerde reddetti. Lâkin bir yerde de itirâz etmedi ve tasdîk ederek- şöyle dedi: Onlar (Sünnet tâifesi) nassları aslolan hakîkat ma’nâlarına yorarlar; mecâza yormazlar. Ancak, his/duyu ve bürhândan/kesin delîl den olan bir zarûretin onları buna mecbûr bırakması müstesnâdır. Orada nasların korunması içün olan (mecâza yormak) mübâh görülür. Lâkin aşırıya kaçmadan ve haddi aşmadan. Aksine zarûretin gerekli kıldığı mikdârda. Ölünün leş yemesinde olduğu gibi. Ancak bunun (mecâza yormanın) vâcib olduğu nasslar cidden çok azdır ve onlardan her bir nassla beraber onu hakîkatinden çevirecek bir karîne/delîl olacak ipucu vardır…’[13]
Mecâzı kabûl edenler, zaten nassları -bir mâni’ bulunmadıkça- önce hakîkat ma’nâlarına yormayı farz kabûl etmişler, ancak mânî’ bulununca mecâza gitmeyi lüzûmlu görmüşlerdir. Hattâ İmâm Nesefî, Akâid’inde şöyle demiştir: Nasslar, açık ma’nâlarına yorulur; onların zâhirinden (şu zâhir ma’nâlara mânî’ karîne bulunmadıkça) ehl-i bâtın’ın iddiâ ettiği ma’nâlara dönmek küfür ile ilhâddır/dinden çıkmaktır.’[14] Şu hâlde ortada temeldeki bir ayrılık yoktur, diyelim. Öyleyse, geriye bu mecbûr edici mâni karînelerin ne olup olmadıkları kalıyor. Orası da kolay…
İbnulKayyim, el-Fevâidü’l-Müşevvak İlâ Ulûmi’l-Kur’ân ve İlmi’l-Beyân isimli eserinin büyük bir kısmında[15] ise mecâz’ı iyiden iyiye kabûl eder, üzerinde birçok yönüyle konuşulacağını söyler, kısımlarını sayar ve her birine Kur’ân’dan -sayılması zor fazlalıkta- misâller verir. Nasîb olursa eserin bu bölümünü -inşâellah- tercüme edip sevenlerine hediye edeceğiz. Kabûl etmezlerse alıp bir kenara koyacak, tâliblisini bulunca da hemen ona vereceğiz.
Alâuddîn elBuhârî de, Şerhu Usûli’l-Pezdevî Keşfu’lEsrâr’da bu zarûret’i uzunca irdeleyip reddettikten sonra şöyle dedi: (Pezdevî’nin) o kadar ki bu (mecâz), Allah teâlâ’nın kitâbında çoktur sözünde Kur’ân’da mecâz’ın olduğunu inkâr eden Râfizîlerin ve Zâhirîler’in -ki Dâvûd el-Isfehânî, Ebû Bekr el-Isfehânî ve peşlerinden gidenler onlardandır- görüşlerinin reddedilmesine işâret vardır.
Mecâzı inkâr edenler, şunlara tutunmaktadırlar: “(1) Mecâz ‘yalan’dır ve delîli de şudur: (Bir yerde) onun/mecâz’ın (mecâz) olmadığını söyleyen tasdîk edilir/doğrulanır;  olmadığı doğru olunca da, olduğu kaçınılmaz olarak yalan olmuş olur; yalan olunca da Allah’ın kitâbında bulunması imkânsız olur. (2) Mecâz, kelimenin, konulduğu ma’nâdan başka bir ma’nâ içün ödünç alınmasıdır. Bu da ancak ihtiyâc sâhibinden olabilir. Allah da hâcetten münezzehtir. (3) Şâyet Kur’ân’da mecâz bulunsaydı, Allah teâlânın -O’ndan mecâz konuşmak ortaya çıktığı içün- mütecevviz/mecâz kullanıcı, bir yerden başka bir yere geçiren vasfıyla vasfedilmesi sahîh olurdu; hâlbuki iş böyle değildir.” (Bitti.)
 

Bunların/ delîl diye ileri sürülenlerin tamâmı bozuktur; çünki mecâz Kur’ân’da inkârı mümkin olamayacak şekilde vardır. Benzerleri de sayılamayacak kadar çoktur. Onların mecâz yalandır; o yüzden Kur’ânda bulunması imkânsızdır sözleri onlardan sâdır olan bir vehimdir/zayıf bir zanndır. Çünki onun yalan olması ancak, hakîkat ma’nânın hem olmaması, hem de olması takdîrindedir. O, hakîkat ma’nâsıyla hem aslandır hem de aslan değildir dememiz gibi. Çünki bu takdîrde ikisi çelişir. Ancak, o hakîkat ma’nâsıyla aslan değildir, mecâz ma’nâsıyla aslandır sözümüzdeki gibi,  birisi hakîkat ma’nâsıyla, diğeri de mecâz ma’nâsıyla olduğu zaman, aslan değildir sözünün doğruluğundan, aslandır demenin yalan olması lâzım gelmez; çünki bu iki hüküm çelişmez. Allah teâlânın mütecevvizolmakla vasfedilmesinin doğru olmaması, ancak, böyle bir ismin Allah içün kullanılmasının izne bağlı olmasındandır; çünki Allah’ın isimleri tevkîfîdir/Kur’ân veya Sünnet’ten işitilmiş olmaları gerekir.

Abdu’l-Kâhir el-Bağdâdî, Usûl’ünde, bu tâifeyi ve şübhelerini anlattıktan sonra şöyle dedi: Sonra şunlar Kur’ân’da ancak mecâz olabilecek bir takım kelimeler hakkında ayrılığa düştüler: Kimileri, o kelimelerin bazılarını hakîkate te’vîl ettiler ve Allah’ın toprağı nebîlerine konuşturmaya ve duvarda irâde yaratmaya kadir olduğu gerekçesi(ni ileri sürmek sûreti)yleköye sor ve bozulmayı/yıkılmayı murâd eden bir duvar buldular ve onu düzeltti gibi âyetlerin hakîkate yorulacağı yalanını uydurdular. İçlerinden bazısı da Kur’ân’daki mecâzların ondan olmasında şübhe etti ve bu belki ondan değiştirilmiş olanlar cinsindendir dedi. Buna, Râfizîlerin İmâmiyye tâifesinin Sahâbe’nin Kur’ân’ın nazmını değiştirdiği, ondan olmayan şeyleri ona eklediği, Ali ve evlâdının imâmlığına dâir ondan olan şeylerden/âyetlerden eksilttiği görüşleri de bunu göstermektedir. Kur’ân’daki mecâzların onu değiştirenlerin ilâvelerinden olduğunu iddiâ ettiler.
(Abdu’lKâhir elBağdâdî) sonra, bu mes’elenin nihâyetinde şöyle dedi: Kur’ân’da mecâz’ın var olduğunu inkâr eden ve onda mecâz olsaydı, bu elbette bir yalan olurdu iddiâsını yapanlara göre şübhesiz ki biz, biz peyder pey indirdik zikri ve şübhe yok ki sadece biziz onu koruyacak olanlar âyetinin yalan olması lâzım gelir. Çünki, ;انا=/innâ ve;نحن=/nahnu asıl vazı’da tek kişi içün değil, (ikiden) çok olanlar içün îcâd edilmiştir. Eğer, bu, ta’zîm içün doğru olurderlerse, işte bu dedikleri, inkâr ettikleri mecâzdır……..[16](Keşf’den Nakil Bitti.)
Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Mahmûd İbni Abbâd, el-Mahsûl şerhi el-Kâşif’te şöyle söylemektedir: Şurasını bilmelisin ki -Allah teâlâ sana muvaffakiyet versin- Allah’ın ve Resûlünün kelâmına mecâzın girmesi, âlimlerin çoğuna göre câizdir ve seçilen de bu görüştür. Mâlikîlerden İbnu Dâvûd el-İsfahânî ve Muhammed İbnu Huveyzimendad ve Hanbelîler ile Rafızîlerden bazısı bu görüşte değillerdir.
Ahmed İbnu Hanbel’e gelince… Talebelerinden bazıları O’ndan, mecâzı câiz bulduğunu nakletmiştir.
Burada, mecâzın kelâmda bulunmadığı husûsunda Üstâd Ebû İshak el-İsferâînî ve ona tâbi olanların aykırı görüşlerini zikretmek münâsib olacaktır. Çünki O, sözde mecâzın aslı yoktur, demektedir ve bu görüşünden mecâz’ın Kur’ân’da ve Sünnet’te de olmaması lâzım gelir.
Bil ki, Allah’ın kelâmında mecâzın bulunması husûsundaki anlaşmazlık meşhûrdur. Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in kelâmına mecâz girmesinde ise anlaşmazlık meşhûr değildir. En münâsibi bunun (Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in kelâmında da mecâzın bulunmasında anlaşmazlığın var olması) musannifin tek kaldığı ve onu kısaltandan da el-Mahsûl’de naklin bulunması yoluyla naklettiği şeylerdendir.
Bizim bu husûstaki delîllerimizden birisi, Allahu teâlâ’nın bozulmayı murâd eden bir duvar[17] sözüdür. Allah celle celâlühûburada, murâd eden kelimesini kullanmıştır. Murâd ise, olmaya yaklaşmak demektir. ;يُرِيدُ=/Yurîdu lafzı da olmaya yaklaşmak içün va’z edilmemiştir/îcâd edilmemiştir. Bu da benzerlik yoluyla olan mecâz bâbındandır. Çünki bir şeyi yapmak isteyen onu yapmaya yakın olur.
Bu kelimenin bu çeşit mecâzda kullanıldığının delîli, irâdenin cansızlarda bulunmasının imkânsızlığı sebebiyle (burada) hakîkate yorulmasının muhâl olmasıdır.
Eğer dense ki; lafzın hakîkate yorulmasının imkânsız olduğunu biz kabûl etmiyoruz. Böyle olması ancak hayat ve ilmin hitâb anında bulunmaması takdîrindedir. Halbuki bu câizdir. Çünki Allah teâlâ bu hayat ve ilmi onda yaratmaya kâdirdir. Buna göre ilim ve hayat hâlinde duvarda irâdenin bulunmasında hiçbir imkânsızlık yoktur.
Şöyle deriz: Bazıları bu suâle şöyle cevâb vermiştir: Bu, hârikulâde işler bâbındandır. O da Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem zamanından başka zamanlarda ve Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in bununla düşmanlarına meydan okuması vaktinde olur. Bu, her bir vakitte insanların isteklerine uygun olarak bulunmaz.
Bu sâbit olunca, şöyle deriz: Bu, meydan okumak içün değildir; o yüzden şu özür geçersiz olmuştur. Bu, el-İhkam sâhibinin zikretmiş olduğu cevâbtır ki, bazıları bunun peygamberlik zamanında meydan okumak içün olmadığını kabûl etmemişlerdir.
Musannif (Kur’ân’da mecâzın bulunduğuna dâir) bir başka âyeti celîleye tutundu ki, o da, Rabbin geldi’

[18] âyetidir. Bunun îzâhı, hakîkat olarak olsun yâhud adet olarak olsun, gelmek irâdeli olarak cisimlerle kâim olan bir harekette hakîkattir. Bu da, cisim olmak Allah celle celâlühû içün imkânsız olduğundan muhâldir. O halde burada hakîkat ma’nâsı kesinlikle murâd edilmemiştir. O yüzden lafzın mecâza yorulması vâcibtir ki, aranan da budur.

Bilesin ki, Ahmed İbnu Hanbel’in talebelerinden onun iki kavlinden birisinde Allah teâlâ’ya gelmenin câiz olduğuna hükmetmiştir ve O zâtına yakışır bir şekilde gelir demiştir. Başka bir kavilde de te’vîle gitmiştir. Bu (hakîkat ma’nâsında) gelmek bâtıldır. Çünki Allah’ın zâtıyla gelmesinin muhâl olduğuna dâir kesin bürhân ortada bulunmaktadır. Çünki cisimlerin ârızlarından (ona sonradan gelen bir vasıflardan) olan hareket etmek Allah’a muhâldir. Bu da cisim olmaktan pâk edilmiş olması sebebiyledir.
Şurasını da bilesin ki, Ahmed İbnu Hanbel, şübhesiz biz sizinleyiz[19] âyetinin te’vîl edilmesine muvâfakat etmiştir ki, bu bir mecâzdır. Allah teâlâ’nın kelâmını iyice tarayan bir kimse onda inkârı mümkin olmayacak mecâzları bulacaktır. Bunlardan birisi altlarından nehirler akmaktadır[20] âyet-i celîlesidir. Çünki o nehir (kanal) akmaz; (içindeki su akar)[21]. (El-Kâşif’in İbâresi Bitti.)
El-Kâşif muhakkıkı birçok kitâbdan bu husûsta bir hayli nakillerde bulunmuştur. Onlardan bazıları: Kur’ân’da mecâzın bulunmadığı’nı İbnu Burhan, Şerhu’l-İrşâd’da Üstâz(İsferâînî)’den ve İbnu Huveyzimendad’dan hikâye etmiştir ki; o, İbâdî’nin et-Tabakât’ta anlattığına göre arkadaşlarımızdan Ebu’l-Abbâs İbnu’l-Kâsım’ın görüşüdür. Onu, Dâvûd ez-Zâhirî ve oğlundan hikâye etmişlerdir. Ebû’l-Velîd el-Bâcî, bunu, Mâlikîlerden İbnu Huveyzimendad’dan hikâye etmiştir. Münzir İbnu Saîd el-Belûti, Ahkâmu’l-Kur’ân’ında bu görüşü bildirmiştir.
Hanefîlerden Ebû Abdillah es-Saymerî, bunu, usûl hakkında yazdığı kitâbında, Ebû Müslim İbnu Yahyâ el-Esfahânî’denhikâye etmiştir.
Hanbelîlerden Kâdı Ebû Ya’lâ, Ebû’l-Fadl et-Temîmî’den bunu usûl kitâbında arkadaşlarından hikâye ettiğini anlatmıştır. İşte bunun içün Ebû Hâmid, el-Usûl’de, Kur’ân’da mecâz yoktur demiştir. Lâkin Ahmed İbnu Hanbel’den nass olarak gelen bunun hilâfıdır. Denilmiştir ki, Zâhiriyye ancak istiâre[22] mecâzı inkâr etmiştir. Bunu el-Kibrîtu’l-Ahmer sâhibi, İbnulFeth el-Merâğî’den nakletmiştir. İmâm Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Ahmed İbni Saîd ed-Dâvûdî, Usûlu’l-Fetvâ isimli kitâbı hakkında, bu kitâb Zâhiriyye’nin, Dâvûd ve oğlundan gelen meselelerde bir temel eseridirdedi.

(Muhammed b. Ahmed b. Saîd ed-Dâvûdî), şöyle söyledi: İnsanlar mecâzlar ve istiâreler husûsunda ihtilâf etmişler, çoğu, Kur’ân’da zâhir ve hakîkate yorulacak olan âyetler var, mecâz’a ve tevessüa/asıl ma’nâsından genişletilmeye yorulacak âyetler vardır. Onda bulunan mecâz ve tevessü’, zâhir ve hakîkate değil de, bu ikisine (mecâz ve tevessü’a) çevrilir…’ demişlerdir. Bazıları da şöyle demişlerdir: Kur’ân’da kesinlikle ne bir mecâz, ne bir istiâre hiçbir şekilde yoktur. Onun tamamı, olduğu üzeredir. Dâvûd İbnu Âli’den buna yakın bir şey rivâyet edilmiştir. Allah, doğru olduğunu en iyi bilendir. Ona (Dâvud’a) muvâfakat edenlerin çoğu buna hükmetmişler, oğlu Ebû Bekir Muhammed İbnu Dâvûd diğerlerinin arasında bunu söylemiştir. O şöyle derdi: Müsteîr,[23] gerçekte kendisinin olmayan şeyi alana derler. İşte bu yüzden bir adam Kur’ân’da bir lafzı müsteâre diye isimlendirirse açıkça onun kendi yerinden başka bir yere konulduğunu ifâde etmiş olur. Bu da onu söyleyenin bir hatâsıdır. Çünki kendisinden diğeri istiâre edilen aslî kelime olması ya ancak kendisinde bulunan bir husûsiyyetten dolayı olur; yâhud da lügat bunu getirmiştir. Eğer birincisi ise yani kendisinde mevcûd olan bir özellik ile aslî hâline gelmişse buna bu ismi vâcib kılan şu illet, temel sebeb nedir? Bunun sahîh olduğunu iddiâ eden bir kimse buna asla bir yol bulamayacaktır. Şâyet asliye olması Arabların onunla konuşmasından dolayı ise müsteâr olarak isimlendirilende de bu vardır. Bu yüzden bu temel kâide üzere bu istiâre isminin ondan asla ayrılmaması ve onunla kâim olan aslî bir kelime hâline gelmesi gerekecektir. Eğer denilse ki; öyleyse Allah teâlâ’nın, Rabbin, köyleri zâlim olduklarında yakaladığı zaman, işte bu şekilde yakalar[24]ve köye sor[25] âyetlerinin ma’nâları nedir?(Bu süâle) şöyle cevâb verilir: Bunun içün birçok cevâb şekilleri vardır ki, onlardan birisi şudur. Dilciler karye isminin erkekler topluluğu içün olduğunu iddiâ ederler ve Allah teâlâ’nın şu âyeti celîlesini delîl olarak ileri sürerler: İşte köyler, biz onları helâk ettik, zulmettikleri zaman. Ve onların helâkları içün bir zaman ta’yîn ettik.’[26] Aksi takdîrde elbette ;اَهْلَكْنَاهُمْ=/ehleknâhum değil de ;اَهْلَكْنَاهَا=/ehleknâ derdi. Muhtemeldir ki, köye ve binaya sor, o bizim doğruluğumuzu sana haber verecektir denilmektedir. Bu Ya’kûb ve oğlu içün bir mu’cize olur. Yine muhtemeldir ki, iş bizim hasımlarımızın iddiâ ettiği gibi olur ve ma’nâ köye sor demek, köy halkına sor demek olur. Köy kelimesi de binalar ve toprağın ismi olur ve toprağa sormanın imkânsızlığı insanlara sormanın murâd edildiğine delîl olur. Ve bu da kendi ma’nâsında hakîkat olur, istiâre olmaz. [Kısaltılarak Son Buldu.][27]
İbnu Hazm da Kitabu’l-İhkâm’ında şöyle demektedir: İnsanlar mecâz husûsunda ihtilâf etmişlerdir. Bir topluluk onu Kur’ân’da ve Sünnet’te câiz bulmuşlar, bir topluluk da men etmişlerdir. Bizim dediğimiz de şudur: Eğer isim bir nass yâhud icmâ’ veyâhud da tabiat delîliyle bunun lügattaki konulan ma’nâsından bir başka ma’nâya nakledildiğine kesin inanırsak, orada durmak vâcib olur. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Âdem’e isimlerin tamamını öğretti.[28]

Dilediği kadar isim vermek onun elindedir. Şâyet biz, ismin lügattaki konulmuş olduğu ma’nâdan başka bir şeye nakledildiğine dâir bir delîl bulmazsak, o zaman hiçbir Müslüman’a, o, (başka bir ma’nâya) nakledilmiştir’ demesi helâl olmaz. Çünki Allah teâlâ, biz hangi peygamberi gönderdiysek ancak kavminin lîsânıyle gönderdik

[29]buyurmaktadır. Şu hâlde, Allah’ın veyâhud da Resûlünün bize ettiği her hitâb o lügattaki konulan ma’nâsındadır. İşte bu yüzden biz bunu bulursak ona naklederiz.

İbnu Hazm (devamla) şöyle dedi: Bu kendisinden başkası câiz olmayan bir görüştür. O bakımdan, her bir kelimeyi ki Allah onu lügatta konulduğu ma’nâdan bir başka ma’nâya nakletmiştir, şâyet biz onunla kavlen ve amelen ibâdet edersek -namaz, zekat ve onlardan başkası gibi- bu mecâz olmaz; aksine hakîkat(-i Örfiyye-i Şer’iyye) olur. Ancak onu, lügattaki konulduğu ma’nâdan başka bir ma’nâya nakleder de onu bu isimle isimlendirmeksizin biz onunla ibâdet edersek, işte mecâz budur. Allah teâlâ’nın, o ikisine (ana ve babana) merhametten tevâzû kanadını indir[30] âyet-i celîlesinde olduğu gibi. Biz ana babaya mütevâzi davranmak ve o ikisine merhâmet etmekle Allahu teâlâ’ya ibâdet ederiz. Allahu teâlâ bize asla tevâzûnun kanadı vardırsözünü konuşmamızı ve onunla (onu telaffuz etmek ile) ibâdet etmemizi lâzım kılmamıştır. Bu, namaz ve orucun aksine olan bir şeydir. Ve şübhe yoktur ki, Allah teâlâ bize bunları bizzat kendileriyle isimlendirmeyi farz kılmıştır.
İbnu Hazm (devamla şöyle) söyledi: Mecâzın olmadığını söyleyenler, onun yalan olduğunu ve Allah’ın ve Resûlünün bundan uzak olduğunu delîl getirmişlerdir.
 

(İbnu Hazm devamla) ona şöyle denir, dedi: Doğru söyledin. Allah teâlâ’nın herhangi bir yerde onu bağladığı şeyden bir başka yere nakletmesi yalan değildir. Aksine yalan olan, Allah’ın nakletmediği şeydir. Hatta onun naklettiği hak olanın tâ kendisidir.

(İbnu Hazm), köye sor[31]âyeti hakkındaki sözleri içün de şöyle demiştir: Mâlikîler’in Basra âlimlerinden olan İbnu Huveyzimendad diye tanınan bir adam taşın aklının olduğunu söylemiştir. Belki de onun temyîzi/ayırd ediciliği taşın temyîzine yakın bulunmaktadır. Şübhe yok ki, Allah teâlâ haktan uzaklaşan bir kavmi davarlara benzetmiş, Hak sübhânehû ve teâlâ onların davardan daha da şaşkın ve sapık olduğunu doğru söylemiştir. Bu câhil, taşın aklının olduğuna dâir delîllerden biri de Allah teâlâ’nın, hiç şübheniz olmasın ki, taşlardan öyleleri vardır ki, ondan nehirler fışkırır ve öyleleri de vardır ki, elbette paramparça olur[32] buyurduğunu ve bunun taşın aklının olduğunu gösterdiğini söylemektedir.
İbnu Hazm (devâmla) şöyle dedi: Şaşılacak olan şeylerdendir ki, Allah’tan ancak aklı olan korkar delîlini ileri sürmektedir. O taşın nasıl temyîz ve aklı olabilir?!.. Halbuki Allah celle celâlühû, hakkı akletmemek ve anlamamak husûsunda kâfirlerin kalblerini taşa benzetmektedir.[33]

(El-Kâşif Dipnotundan Nakil Bitti.)

Hâsılı, İbnu Hazm’a göre, bir kelimenin konulduğu ma’nâdan bir başka ma’nâya taşındığına dâir âyet veya hadîs varsa ve o ma’nâya konulan şu ismin tarafımızdan kullanılması bizden istenmemişse, mecâz işte budur. Meselâ salât, asıl ma’nâsı olan duâ’dan belli zamanlarda belli bir şekilde yapılacak olan bir ibâdet’e bizzat Şerîat sâhibi tarafından taşınmışsa ve o ibâdet içün şu salât isminin kullanılması istenmişse, bu, mecâz değil hâkîkat olur. Ancak asıl ma’nâsı, belli olan kanat, yine Şâri’ tarafından bu asıl ma’nâsından tevâzu, itâat ve merhâmet ma’nâsına taşınmışsa, tevâzu, itâat ve merhâmetma’nâsı içün kanat kelimesini kullanmak bizden istenmediği ve bize emredilmediği içün kanat’ın buradaki kullanılışına mecâz deriz.
İbnu Kudâme(Ö:620), Ravzatü’n-Nâzır’da, şöyle dedi: “Kur’ân’da mecâzı inkâr eden kimse, doğrunun karşısında bile bile direnmiştir; (mecâzı ma’nâ olarak) kabûl edip de ben ona mecâz ismi vermem derse, bu, ibârede/ta’bîrde bir münâkaşadır ki, onda tartışmakta hiçbir fayda yoktur.”[34]
Ravzatü’n-Nâzır Şârihi Adülkadir Bedrân ise, ikinci ihtimâli (bile bile hakka karşı gelinmediğini, fakat, ortada ancak lafzî hilâf olduğunu) doğru bulmuştur.[35]
Şevkânî, İrşâdü’l-Fuhûl’de şöyle demiştir: “Cumhûr’a göre Arab dilinde mecâz bulunmaktadır: Ebû İshâk el-İsferâînî bu husûsta (Cumhûr’a) muhâlefet etmiştir. Onun bu aykırı davranması, en üst seviyede göstermektedir ki, O, Arab diline muttali değildir; en yüksek sesle bağırmaktadır ki, bu karşı çıkışın sebebi, şu şerefli dilden ve içinde bulundurduğu bilinmesi gereken ve en az bir bilgisi olana bile gizli kalmayacak olan hakîkatlar ve mecâzları bilmekte aşırı bir kusuru vardır; örümcek ağından daha da zayıf deliller ileri sürmüştür…”[36] (Şevkânî’den Nakil Son Buldu.)
 
ÜÇÜNCÜ MES’ELE
Selef’imiz Olan Sahâbe, Tâbiûn ve TebeutTâbiîn’de Mecâz Yok muydu?
Selef’de mecâz kesinlikle vardı. Nitekim biz Selef Te’vîl Yapmamış mıydı?’ başlıklı makâlemizde bunun onlarca misâlini verdik. Yani onların bazı kelimelere ve ifâdelere lügatta bilinen ma’nâlarının dışında ma’nâlar vermekle te’vîle gittiklerini, orada göstermiştik. Evet her te’vîl, mecâz değildir; ancak her mecâzda bir çeşit te’vîl vardır. Bazıları te’vîl ile mecâzı karıştırırlar. Oysa te’vîl, bir lafzı görünürdeki ma’nâsından yeterli bir delîlle daha zayıf (gibi gözüken) başka bir ma’nâya çevirmekti. Mecâz ise, bir lafzın asıl konulduğu ma’nâsına engel teşkil eden karîne/ipucu sebebiyle başka bir ma’nâya nakledilmesine denirdi.
Biz, Sahâbe radıyellâhu anhum’dan ve diğer Selef rahimehumullâh’dan mecâza dayanan te’vîller olan bir takım misaller verelim:
Ebû Mûsâ el-Eş’arî
Ebû Ya’lâ zayıflık bulunan bir senedle Ebu Mûsâ elEşarî’den bu ;يَوْمَ يُكْشَفُ عَنْ سَاقٍ= âyetinin tefsîri hakkında şöyle bir merfû’ rivâyet yapmıştır: ;عَنْ سَاقٍ=/an sâkın/ayaktan demek, an nûrin azîmin’/‘büyük bir nurdan (perdenin kaldırılacağı gün)…’ demektir.[37]
Hattâbî şöyle demektedir: Meşayıhtan birçokları, ;سَاقٍ=/‘sâk’/ayak kelimesinin ma’nâsına dalmaktan korkmuşlardır. İbnu Abbâs radıyallâhu anhumâ’nın sözünün ma’nâsı Allah teâlâ kudretini açığa çıkarır ki, onunla şiddet ortaya çıkar.’[38] Bu te’vîlin geldiği rivâyeti İmâm Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât’ında İbnu Abbâs radıyallâhu anhumâ’dan iki senedle rivâyet etmiştir ki her iki sened de hasen’dir.[39]
Burada, sâk’/‘bacak kelimesinin asıl ma’nâsından bir takım alâkalarla, nûr, veya kudret gibi başka ma’nâlara taşınarak Sahâbe tarafından mecâza dayanan te’vîl yapılmıştır.
İbnu Abbâs radıyellâhu anhumâ, ;اَللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ= Allah göklerin ve yerin nûrudur,’[40] âyeti hakkında şöyle buyuruyor: Allah sübhânehû ve teâla göklerin ve yerin ahâlisine hâdî’dir/yol gösterendir.’[41]

Hafız İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî’de şöyle diyor: Hâkim’in İbnu Abbâs’dan yaptığı rivâyete göre ;سَاقٍ=/‘Sâk’/ayak hakkında İbnu Abbâs radıyellâhu anhumâ’dan haber verilen ;يَوْمَ يُكْشَفُ عَنْ سَاقٍ= ayak açılacağı gün…’[42] âyeti hakkında şöyle dedi: O sıkıntı ve şiddet demektir.’ Hattâbî, ma’na şiddet ve sıkıntıdan meydana gelecek kudretini ortaya çıkaracak demektir, dedi.[43]
Burada da, sâk’/‘bacak kelimesinin asıl ma’nâsından bir takım alâkalarla, sıkıntı ve şiddet, veya şiddet ve sıkıntıdan ortaya çıkacak kudret gibi başka ma’nâlara taşınarak Abdullah İbnu Abbâs radıyallâhu anhumâ ile bir muhaddis tarafından mecâza dayanan te’vîl yapılmıştır.
İmâm Buhârî, İbnu Abbâs radıyallâhu anhumâ’dan ;فَإِذَا قَرَأْنَاهُ فَاتَّبِعْ قُرْآَنَهُ=/ biz onu sana okuduğumuzda okunmasına tâbi ol âyetinin, sana Cebrail aleyhisselâm bizim emrimizle okuduğu zaman, sen onun okuyuşuna tâbi’ ol ma’nâsı ile tefsîr ettiğini rivâyet etmiştir.[44]

İmâm Buhârî burada Biz okuduğumuzda demenin Cebrâîl okuduğunda ma’nâsında olduğunu söylemekle Biz’i asıl ma’nâsından bir başka ma’nâya, Cibrîl ma’nâsına taşımakla mecâz’a dayanan bir te’vîl yapmıştır. Çünki hiçbir akıllı, Allah Cebrâîl’dir’ diyemez.
Enes İbnu Mâlik radıyellâhu anhu, Allah sübhanehû ve teâla’nın göklerin ve yerin nûru olması demek, ahâlisine hidâyet eden olması ma’nâsınadır dedi.[45]
Hasen-i Basrî, Allah’ın ihâta’sını/kuşatmasını, seni insanlardan koruyacak şeklinde ma’nâlandırdı.[46]
Yani, belli bir ma’nâda olan ihâta’/‘kuşatmakkelimesini korumakma’nâsına, ‘muhît’/‘kuşatıcı’ kelimesini de ‘koruyucuma’nâsında mecâz olarak anladı. Hiçbir akıllı, düşmanını kuşatan bir ordu içün, onu korudu demez.
Mücâhid, (âyette geçen) semâvatın ve yerin nûru demenin (İbnu Abbâs radıyellâhu anhumâ’nın dediği gibi) semavat ve yeri tedbir eden ma’nâsında olduğunu söylemiştir.[47]
Hafız Beyhakî şöyle demiştir: ;فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللَّهِ= ‘ne tarafa yüzünüzü döndürürseniz orada Allah’ın vechi vardır’[48] âyetinin tefsîrinde Mücahid, ‘vechullah’ /Allah’ın vechi, kıbletullah/Allah’ın kıblesidir’, diyor. Yani nerde olursan ol, şarkta da olsan, ğarbda da olsan sadece ve sadece kıbleye doğru dön.’[49]
Katâde de, -ki O, Tâbiûn imâmlarındandır- Allâh’ın insanları kuşatmasını, kudret ile te’vîl etmiştir.[50]
Süfyân-i Sevrîde te’vîl etmiştir. Hafız Beyhakî, isnâdıyla rivâyet etti: Mi’dân el-Âbid şöyle diyor: Süfyân-i Sevrî’ye
; وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنْتُمْ= âyeti[51] hakkında sorduğumda, ‘(O’nun beraberliği) ilmi(yle)dir dedi.[52] 
Bütün bunlar, bir alâka sebebiyle bir takım kelimelerin asıl konuldukları ma’nâlardan başka ma’nâlara taşınmak sûretiyle mecâz’a dayanan te’vîllerdir.
İmâm Mâlik
Zürkânî, Ebû Bekir İbnu’l-Arabî’den, O’nun (Mâlik’in), ;ينْزِلُ رَبُّناَ=/‘Yenzilü Rabbuna’/‘Rabbimiz iner hadîsi hakkında şöyle dediğini nakletti: Nüzûl/iniş Allah Teâlâ’nın Zatına değil, fiillerine döner.. Hatta bu, O’nun emri ve nehyini indirecek olan meleğinin inişinden ibarettir.  Şu halde nüzûl/iniş hissîdir/fizîkîdir ve de kendisiyle emrin gönderildiği meleğin sıfatıdır. Veyâhud da ma’nevîdir; yani önce yapmayıp da sonra yaptı ma’nâsında, bunu, nüzûl, yani bir mertebeden bir mertebeye inmek diye isimlendirmiştir.  Bu sahîh bir Arabça ifade tarzıdır.[53]
İmâm Ahmed İbnu Hanbel
İmâm Beyhakî, Menâkıbu Ahmed’de, Hâkim’den, O, Amr İbnu Semmâk’dan, O, Hanbel’den rivâyet etmiştir ki; Ahmed İbnu Hanbel ;وَجَاءَرَبُّكَ=/Rabbın geldiâyetini[54] Rabbının sevâbı geldi şeklinde te’vîll etmiştir.
Sonra Beyhakî şöyle demiştir: Bu üzerinde toz bulunmayan, sağlam bir isnâddır.[55]
Bu, hazif mecâzı kabûl edenlere göre mecâz’a dayanan bir te’vîldir. Zîrâ buna göre kelâmda kabûl edilen takdîr ;وَجَاءَ ثَوَابُ رَبِّكَ=/‘sevâbu Rabbike/Rabbinin sevâbı olmakla muzâf hazfedilmiştir.
Yine İmâm Beyhakî, Menâkıbu Ahmed’de senediyle beraber şöyle rivâyet etmiştir: Hanbel İbnu İshak anlatıyor: Amcamı -Ebu Abdillah Ahmed İbnu Hanbel’i kasdediyor- şöyle derken işittim: Emiru’l-Mü’minîn’in sarayında münâzara edildiği zaman bana karşı hüccet ileri sürüldü ve dediler ki, Kıyamet Günü’nde Bakara ve Tebâreke sûreleri gelecek. Onlara dedim ki; Kıyamet Günü’nde Bakara ve Tebâreke sûrelerinin gelmesi demek, sadece sevâbın gelmesi’dir. Çünki Allah Teâla buyurduki ;وَجَاءَ رَبُّكَ=/Rabbın geldibuyurdu. Burada sadece ve sadece Rabbinin kudreti geldi, Kur’ân ve benzeri şeyler, vaazlar ve nasîhatler geldi’, demektir.
İmâm Beyhakî şöyle dedi: Bunda delil vardır ki, Ahmed İbnu Hanbel, Kitâb’da/Kur’ân’da gelen Allâh’ın gelmesi ve Sünnet’le gelen nüzûl/Allah’ın inmesiile murad edilenin intikal/‘bir yerden bir yere gitmek’, yani cisimlerin zâtlarının intikâli gibi bir mekândan bir mekâna intikâl olmadığına inanmaktadır; O, Allah celle celâlühû’nun âyetlerinin yani kudretinin alâmetlerinin zuhûru ma’nâsından ibârettir. Zira onlar (Bid’at ehli), Kur’ân Allah’ın kelâmı olsaydı, Allah’ın zâtî sıfatlarından bir sıfat olsaydı, gelmek onun içün düşünülemezdi diyorlar. Ahmed İbnu Hanbel de onlara şöyle dedi: Okunmasının sevâbı gelecektirki, o gün bunu açıklamak isteyecektir. İşte bu sebeble, onu ortaya çıkarmasını, gelmek kelimesiyle ifâde etti. (Nakil Bitti.)
Bu da İmâm Ahmed İbnu Hanbel hazretlerinin sıfat âyetleri ve sıfat hadîslerini bir mekânda yer tutmak olarak anlamadığının delîlidir ve burada yine hazife dayanan mecâz vardır; muzâf’dan, muzâfu ileyh’e geçilmiş.
İmâm Beyhakî’nin yineel-Esmâ ve’s-Sıfat’ında senediyle Hasen İbnu Meymûnî’den rivâyet ettiğine göre, (İbnu Meymûnî) şöyle dedi: Bir gün Ahmed İbnu Hanbel yanıma çıktı ve içeri gir dedi. Ben de evine girdim. (O’na) ‘şu insanlarla (Mu’tezile sapıklarıyla) yaptığın tartışmayı ve sana karşı neyi delîl olarak ileri sürdüklerini bana haber ver dedim. O da Kur’ân’dan bir şeyler getirip onları te’vîl ve tefsîr ediyorlar, (مَايَأْتِيهِمْ مِنذِكْر مِنْ رَبِّهِمْ مُحْدَث)ٍ/[kendilerine Rablerinden yeni hangi nasîhat gelirse]

[56] âyetini okuyorlar; ben, sonradan olan muhtemeldir ki onun/Kur’ân’ın indirilişidir; yoksa o zikrin kendisi muhdes/yeni ve sonradan olma değildirdedim, dedi.

Ahmed İbnu Hanbel burada da kadîm olan zikr’in söylenip, ona ârız olan indirilme’sinin kasdedilmekte olduğunu söylemekle mecâza dayanan bir te’vîl yapmaktadır.
İmâm Beyhakî şöyle diyor: Ahmed İbnu Hanbel hazretlerinin (te’vîlinin) doğruluğuna şu rivâyet delâlet etmektedir: Abdullâh İbnu Mes’ûd radıyallâhu anhu şöyle buyurdu: Ben Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e vardım ve O’na selâm verdim. Bana, ve aleykümüsselâm demedi. Kadîm/eski olan da sonradan olan da beni yakaladı (Eski yeni ne varsa hep aklıma geldi.) Hakkımda yeni bir şey mi oldu dedim. Resûlullah sallellâhu aleyhi ve sellem de Allah, Nebîsi içün emrinden istediği şeyi ihdâs eder/sonradan ortaya çıkarır. İhdâs ettiği şeylerden biri de namazda konuşmamanızdır buyurdu.
İmâm Buharî, Sahîh’inde, ;كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ=/O’nun vechi dışında her bir şey helak olacaktır[57] âyetinin tefsîrinde ;وَجْهَهُ= kelimesini ;إِلَّامُلْكَهُ=/illâ mülkehû/mülkü müstesnâ diye tefsîr etmiştir ve şöyle demiştir: Ve yine denilir ki, Kendisiyle sadece Allah’ın vechi, yani mülkü/mülkiyet ve iktidârı murâd edilen müstesnâ.[58] (Buhârî’nin Sözü Bitti.)
İmâm Buhârî burada vech kelimesini kesin bir şekilde mülk ma’nâsına taşımakla yine mecâza dayanan bir te’vîl yapmıştır.
İmâm Buhârî ;مَا مِنْ دَابَّةٍ إِلَّا هُوَ آَخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا=/hiçbir canlı yoktur ki, ancak O, onu nasıyesinden/perçeminden tutmuş olmasın[59] âyetinin tefsîrinde ;فِي مُلْكِهِ=/onu mülkünde ve sultanında tutmuştur’, demiştir.[60] (Buhârî’nin Sözü Bitti.)

İmâm Buhârî Ebû Hureyre’den, ;ِويُؤْثِرُونَ عَلَي أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كاَنَ بِهِمْ خَصاَصَة=/onlarda ihtiyâc bulunsa da (muhâcirleri) kendilerine tercîh ediyorlar[61] âyetinin tefsîrinde şöyle rivâyet etmektedir: Adamın biri Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem efendimiz’e geldi ve efendimiz aleyhissalâtü vesselâm hanımlarına haber gönderdi; onlar da bizim yanımızda sudan başka bir şey yoktur dediler. Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem kim bunu misafir edecek buyurdu. Ensârdan bir adam, ben ederim dedi. Onu karısına götürdü ve Resûlullahın misafirine ikramda bulun dedi. O da yanımda çocuklarımın yiyeceğinden başka bir şey yok dedi. Adam da o yemeği hazırla ve mumunu yak ve çocuklarını uyut dedi. O da yemeği hazırladı, sonra kalkıp mumu düzeltecek gibi yapıp mumu söndürdü. Sonra sanki kendileri ve çocukları yiyormuş gibi yaptılar. Kendileri karınlarına taş bağlayarak gecelediler. Adam sabah olunca Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem’e gitti. O, Allah teâla bu gece güldü veya sizin yaptıklarınıza taaccüb etti ve bunun üzerine Allah celle celâlühû bu âyeti[62] indirdibuyurdu.[63] 
Hâfız İbnu Hacer, Hattâbî’den gülmek ve taaccüb etme’nin Allah’a isnâd edilmesinin imkânsız olduğunu, bununla murâd edilenin ‘Allah’ın bundan râzı olması olacağını, melekleri taaccüb ettirmek veya ‘güldürmek’ de olabileceğini nakletmiştir.
İmâm Buhârî, gülme’yi rahmet olarak te’vîl etmiştir. Bunu O’ndan İmâm Hattâbî nakletmiş ve şöyle demiştir: İmâm Buhârî gülmeyi başka bir yerde rahmet olarak te’vîl etmiştir.[64] Bu da ihtimâle yakın bir şeydir; ama Allah teâlâ’nın razı olması şeklindeki te’vîli (doğruya) daha yakındır.[65]
Nereden bakılırsa bakılsın, gülmek ve teaccub etmek İmâm Buhârî tarafından, bilinen asıl ma’nâlarının ötesine taşınarak ma’nâlandırılmak sûretiyle mecâza dayanan bir te’vîl yapılmıştır.
İbnu Hacer bu sözü Buhârî nüshâlarında göremediğini aynı yerde beyân ettiyse de, İmâm Hattâbî ve Beyhakî gibi büyük hadîs hâfızlarının nakline biz i’timâd ediyoruz.
İmâm Beyhakî gülmek ile alâkalı birçok rivâyeti kendi isnâdları ile yaptıktan ve başkalarından naklettikten sonra mes’eleyi şöyle noktaladı: Önceki arkadaşlarımız (Hadîs âlimleri) bu amellere teşvîk edilmesini ve Allahın lütfuna dâir verilen haberi anlamışlar ve gülme’nin tefsîri ile uğraşmamışlardır. Bununla berâber Allah’ın uzuvların/organların ve mahreclerin sâhibi olmadıklarına, Allah’ın (hâşâ) dişleri ve ağız açmak ile vasfedilmesinin câiz olamayacağına inanırlardı. Allah yaratılanlara benzemekten çok büyük bir yücelikle yücedir.[66] (Beyhakî’den Nakil Bitti.)
Ebû Ca’fer İbnu Cerîr et-Taberî
İbnu Cerîr -Allah ondan razı olsun- âyetü’l-kürsî tefsîrinde şöyle diyor: ;وَهُوَ الْعَلِيُّ= demek, ;وَاللهُ الْعَلِيُّ= /Allah’tır aliyy olan demektir. ;عَلِىٌّ=/Aliyy, ;فَعِيلٌ=/feîl mansındadır. ;عَلَى=/Alâ, ;يَعْلُو=/ya’lû, ;عُلُوًّا=/Uluvven kelimesinden feîl vezninde bir kelimedir. Bir şey yükseldiği zaman böyle denilir. O ;عَالىِ=/Âlî’dir ve ;عَلِىّ=/‘aliyy’dir, yükselendir. ;عَلِىّ=/Aliyy, uluvv ve irtifa’ sahibi, mahlûkâtı üzerine yükselen demektir. Aynı şekilde, Allah teâlâ’nın ;ألْعَظِيمُ=/Azîm kelimesi de böyledir. Azâmet sahibi. Öyle azâmet sahibi ki, her şey onun altındadır. Ondan daha büyük hiçbir şey yoktur.[67] (İbnu Cerîr’in Sözü Bitti.)
İbnu Cerîr Nisâ sûresindeki, ;إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيًّا كَبِيرًا= âyet-i celîlesinin tefsîrinde de şöyle diyor: Allah celle celâlühû her şey üzerine uluvv sâhibidir; öyleyse ey insanlar!.. Kadınlarınız üzerine, ellerinizin onların ellerinin üstünde olması sebebiyle (onlara hâkim olduğunuz ve gücünüz yettiği içün) -Allah sizin içün onlara bir hakkı lâzım kıldığı husûslarda size itâat ettikleri zaman- azgınlık taşkınlık yapmayınız.. Şübhesiz ki Allah, sizden daha üstündür ve her bir şeyden daha a’lâdır ve sizin onlara olan üstünlüğünüzden daha a’lâ ve daha üstün ve her bir şeyden daha büyüktür. Siz onun elinde ve onun kubbesindesiniz. Öyleyse, kadınlar size itâat ederlerken kadınlara zulmetmenizden ve onlara taşkınlık yapmaya yol aramanızdan Allah’tan korkunuz ve Allah’tan sakınınız. Yoksa Allah teâlâ onlar hesâbına sizden intikam alır. Rabbiniz -ki o sizden daha A’lâdır- her şeyden A’lâ’dır, Ekber’dir; her bir şeyden daha büyüktür.[68]
İbnu Cerîr buralarda mecâza dayalı olarak uluvv’u ve âlî olmayı asıl ma’nâlarından bir başka ma’nâya taşıyarak ekber/‘daha büyük, en büyük ma’nâsına te’vîl etmektedir ki, bundaki mecâz bellidir.
İbnu Cerîr ;كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ=/Allahın vechi müstesna, her şey helak olacaktır âyetinin tefsîrinde ; وَجْهَهُ= kelimesini ;إِلَّا هُو=/ sadece O müstesnâ diye tefsîr etmiştir. [69]
İbnu Cerîr burada da Allah’ın vech’ini zât’ı ma’nâsına taşıyarak yine mecâz’a dayanan bir te’vîl yapmaktadır.
İmâm Taberî hazretlerinin, Allah teâlâ ;وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيم= Allah çok geniştir ve çok bilendir âyetine yaptığı tefsîrine bakalım… O şöyle diyor: Allah fazlı geniş olan’dır, lütuf ve ihsânıyla Cevvâddır.[70] Allah yine ;إِنَّ رَبَّكَ أَحَاطَ بِالنَّاسِ=/ hani sana dedik ki, şübhesiz Rabbin insanları ihâta etti/kuşattı buyurdu Bu âyetlerden Selef’den hiçbir kimse ilim ve iktidar kuşatmasından başka bir şeyi mi anlamıştır? Onlar ma’nâyı tayin etmişler ve açıklamışlar.[71]
İbnu Cerîr burada da Allah’ın Allah geniştir’ sözünü fazlı, lütfu geniştir’ı ma’nâsına, Allah’ın kuşatması’nı da, iktidâr kuşatması’na taşıyarak yine mecâz’a dayanan bir te’vîl yapmaktadır.
İmâm Taberî birinci âyeti celîlenin tefsîrinde şöyle dedi: Allah celle senâuhû buyuruyor ki; ‘Hatırla ey Muhammed!.. Hani sana, Rabbin insanları kudretiyle çepeçevre kuşattı. Artık onlar Rabblerinin kabzası içindedirler, oradan çıkmaya Allah’ın dilemesi olmaksızın kaadir olamazlar; biz seni onlardan engellemekteyiz. Onlardan hiç kimseden korkma ve sana risâletini tebliği noktasında neyi emrettiysek onu tatbîk et, dedik.’
Burada da aynı…
Sonra Taberî bu ma’nâyı Tâbiûn müfessirlerin en büyük âlimlerinden olan Mücahid ve Katâde’den nakletti.[72]
Taberî, ;مُحِيطٌ أَلَا إِنَّ اللهَ بِكُلِّ شَيْءٍ=/Hey!… Şübheniz olmasın ki, Allah her bir şeyi hakkıyla kuşatıcıdır âyet-i celîle(si)nin tefsîrinde şöyle diyor: Yani yarattıklarından her bir şeyi ;مُحِيطٌ=/ilmi ve kudreti ile kuşatıcıdır. Onun ilminden hiçbir şey uzak değildir. İrâdesinden hiçbir şey uzak kalmaz ki onu kaybetsin ve kaçırsın. Fakat O’dur her bir şeye muktedir olan ve onun mekânını bilen.[73] (Taberî’den Nakiller Bitti.)
İmâm Taberî burada da, kuşatıcı olma’yı, Onun ilminden hiçbir şey uzak olmamak, iradesinden hiçbir şey uzak kalmamak, bir şeye muktedir olmak ve onun mekânını bilmek ma’nâlarına taşıyarak yine mecâza dayanan bir te’vîl yapmıştır.
Selef’de mecâz yok’muş!… Koca bir yalan!.. İbnu Abbâs, Enes ve başka Sahâbîlerden Hasen-i Basrîlere, Mücâhidlere, Katâdelere, Süfyân-i Sevrîlere ve İmâm Mâliklere, O’nlardan İmâm Buhârîler ve İbnu Cerîrlere kadar, yukarıda nakiller yaptığımız kimseler Selef değilse, Selef kimdir? Yoksa, Selef derken, Harrân mecûsîleri mi kasdedilmektedir? Kimmiş şu mecâz’ı kabûl etmeyen Selef dedikleri?!.. Birkaç isim söylensin… Yalanın dîn edinilmesi artık şunlara göre sıradan işlerden olmuş.. Hayret!.. Hem ne hayret!…
 
NETÎCE
Kimileri mecâzı neden inkâr ederler?
Nakilleri çoğaltmak çok kolay; lâkin ne lüzûmu var?.. Onlarca, hattâ yüzlerce belâğat kitâbının hepsinde Hakîkat ve Mecâz bahisleri onca uzun yer kaplarken, bu mevzûlarda aykırı düşünceyi bildiren ve kabullenen bir tek kitâb gösterilemezken, neredeyse sayılamayacak kadar çok olan dil âliminden tek bir kimse getirilemezken, hangi utanmaz arlanmaz ve hayâsız dilde mecâzın olduğuna dâir icmâ’ın bulunduğuna i’tirâz edebilir?!.. Belâğat fenninin dışında yer alan bir-iki usulcünün lafzî anlaşmazlık mertebesine döndürülebilecek birkaç cılız sözü bu icmâ’a ne nisbette zarar verebilir?!.. Tahkîkte elbette veremez… Bazı, dil bilmez cühelâ gürûhu gözlerini kapatsa da bu böyledir. Mu’teddün bih olmayanların/hesâba katılmayacakların cızırtıları illâ da göz önünde bulundurulacaksa, hiçbir meselede icmâ denilen bir şey kalmaz. Hele, birçok âlim tarafından cumhûrun ittifakıiçün icmâ tabiri kullanıldığı erbâbına ma’lûm olunca. Nitekim el-Hidâye’de, kasden besmele terkedilerek kesilen hayvanın etinin yenmeyeceğinde, -meselede İmâm Şâfiî’nin hılâfı zikredildikden sonra- icmâ olduğu söylenmekte bunun şerhinde Aynî, şu ibârenin  O’ndan öncekilerin arasında anlaşmazlık olmamasına işâret olduğunu ifâde ettiğini söyledi.[74] Nitekim biz, yukarıda Selef’den onlarca nakil yaptık ki, onlarda mecâz ma’nâ ve muhtevâ olarak kesinlikle vardı. İnkâr edenler ise hani nerede?
Kur’ân’da Mecâz’ın bulunduğunu söyleyen bütün hak mezhebler ile onlara bağlı yüzlerce, hattâ binlerce usûl ve furû’ âliminin yanında, sözüyle neyi kasdettiği bilinmeyen bir-iki kişinin aykırı görüşü şu ‘icmâ’a nasıl zarar verebilirmiş?!.. Evet, yerine göre hesâba katılabilecek bir kişinin zıd görüşü bile icmâ’ı bozabilir. Lâkin bu vasfa sâhib olanların kimler olduğuna kim karar verecek?… Bütün bir Ümmet bir yanda, Râfizîler, Zâhirîlerden bir-iki kişi, Mâlikîlerden bir veya birkaç kişi ve Hanbelîlerden şâzz görüşlerin başkahramanı İbnu Teymiyye başka bir yanda… Biz de şâzzların yanında olacağız, öyle mi?!.. İnsâf…
Evet, tahkîkte, ‘Kur’ân ve Sünnet’te mecâz bulunduğunda icmâ’ vardır denilebilir. Mâlikî ve Şâfiîlerden olan birkaç kişinin sözlerinin, sanki kimilerince Kur’ân’da zâide harfi yoktur demekteki ifâde edebi hassâsiyyeti gibi bir tavıra benzediğini sezmekteyiz. Mecâz’ı inkâr edenler, çoğu da zaman teşbîh’in veya tecsîm’in yolunu açabilmek içün bunu yaparlar. Bid’at ehlinin bid’atını takviye eden rivâyetine nasıl i’timâd edilemezse, bu bâbdaki mutlak nakil, haber ve reylerin dahî mu’temed ve mu’teber olamayacağı tahkîk muktezâsıdır.
 
وَصَلَّى الله عَلَى نَبِيِّنَا وَ عَلَى اَلِهِ و سَلَّمَ تَسْلِيمًا
كُلَّمَا ذَكَرَهُ الذَّاكِرُونَ وَ غَفَلَ عَنْ ذِكْرِهِ الْغَافِلُونَ
وَ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالمَي
 


[1]Fâtih câmiinde bir ikindi namazını kıldıktan sonra, bir genç ile tanıştık. İlim okuduğunu ve isminin Yılmaz olduğunu söyledi. Küçük bir hasbihâlden sonra telefon numaramı istedi ve bana bir takım suâller yöneltip yöneltemeyeceğini sordu. Ben de memnûniyyetle kabûl ettim. Belliydi ki, kendilerine Selefî ismini yakıştırandan bir Vehhâbî idi. Yanımda Irak’tan gelen âlimler vardı. Onları yemek yemeye götürüyordum. Ondan ayrıldığım on-on beş dakîka gibi çok az bir zaman olmuştu ki telefon etti; bir şeyler sorabilir miyim? dedi. Olur, dedim. Konuşmaya başladık. Nihâyet yiyeceğimiz lokantaya varmıştık; hala konuşuyorduk. Sünnet ve nezaket îcâbı sözü onun bitirmesini bekliyor, konuşmaya son vermek istemiyordum. Yemekler hazırlandı ve müsâfir arkadaşlarımız yemekleri bitirmişlerdi. Bu arada birkaç kez, misâfirlerle yemekte olduğumuzu hatırlattıysak da bedevîliği îcâbı olmalı ki, aldırış etmiyor, konuşmayı sürdürüyordu. Önümdeki yemeklerin âdeta yenilecek yanı kalmamıştı. Nihâyet, söz şu mecâz ile İbnu Teymiyye’de teşbîh ve tecsîm görüşü olup-olmadığı mes’elelerine gelmişti.
Bir misâl vermemi istiyordu; ben de, değil bir, on misâl bile verebileceğimi, ancak bunu yüz yüze ve kitabların yanında yapmamız lâzım geldiğini söyledim. Çünki, artık ortaya çıkmıştı ki, aklı pek almayan veya almak istemeyen biriydi. Bir takım şeyleri söylesem de telefonda anlamayacaktı. Bir fayda vermeyecekti. Ona meseleleri kitâblardan gösterip gözüne sokmalıydım. Hem böylece aktaracağımız sözlerde eksiklik fazlalık da olmayacaktı. İlmî emânete daha iyi riâyet de etmiş olacaktık. İş daha ilmî olacaktı. Ard niyyetli olabileceğini ise henüz aklıma getirmemiştim. Hakka teslîm olacağını ve yoldaşlarından farklı olduğunu ihsâs etmişti. Onu kırmamaya ve ezmemeye de çalışıyordum. Yemek bitmiş kalkmıştık.
Sonra izini kaybettim. Telefonunu da kaydetmeyi ihmâl etmiştim. Buna üzülmüştüm. Derken bazı dostlar o konuşmamızın internette olduğunu haber verdiler. Anlaşılmış oldu ki konuşmayı gizlice kaydetmişti. Hadîslerden okuduğumuza göre Sünnet’te (اَلْمَجَالِسُ بِالْاَمَانَةِ)/meclisler emânetledir (orada konuşulanlar oradakilerin rızası olmadan başka yerde konuşulmaz)’ haberi varidi’; (Ebû Dâvûd, H:4869) ama şu Sünnetsizlere ve ahlâksızlara göre bu mühim değildi. Gerçi söylenilenleri dinlediğimde anladım ki, ona güzel şeyler söylemişiz; lâkin görünmüş oldu ki, maksadı hakkı aramak değil, bâtıllarında ısrâr imiş. İki sorusunun cevâbını bizzat buluşmaya havâle etmiş olduğumuz içün kendilerini kazanmış kabûl ettiler ve sevindiler. Bazı dostlar vasıtasıyla, o soruları bize bir daha sormasını, hattâ hocalarını toplayıp getirmesini ve mes’eleleri müzâkere etmemizi sözü edilen sitede yazmış, teklîf etmiş ve bildirmiştik.
Lâkin hâlâ bir haber yok. Dahâ önce yine Tâceddîn Bayburdî denilen başka bir sahtekâr da ayrı bir meclisin dörtte üçten fazla olan ilk kısmını keserek, işi şirretlik ve terbiyesizliğe döktüğü son dörtte birlik kısmını internete vermişti. Orada kendi ahlâksızlık ve rezilliğini teşhîr ettiğinin bile farkına varamayacak bir geri zekâlılık sergilemişti. İnsan gibi konuşmak yerine başka yaratıklar gibi bağırmayı ve böğürmeyi tercîh ettiğinden bile utanmayacak bir hayâsızlığı seçmişti.
İşte Ebû Saîd ve Tâceddin Bayburdî künyeli ve isimli câhiller başta olmak üzere, şu gürûhun huyu hep böyle kaçak güreşmek, gözü açılmamış sığırcık kuşlarını avlamaktır. Onlar, yapılan ilmî münâzara tekliflerinden dâima böyle kaçarlar. Söz verir yerine getirmezler. Kitâb ve Kütübhâne ortamından sürekli uzakta durmayı tercîh ederler.
Öyle bir ortamda kofluklarının ortaya çıkacağını çok iyi bilirler ve hep kaçarlar. Şu iki suâl içün geçmiş sayımızda tecsîm ve teşbîh ile alâkalı olarak, İbnu Teymiyye’nin beğenip tavsiyye ettiği bir kitâbdan alınma en az on misâli bulunduran iki makâle tercüme ettik. İnşâellâh daha da yazacağız. Bu sayıda da mecâz mevzûunda şimdilik kaydıyla bu makaleyi yazdık.
 
[2]Teftâzânî, Muhtasaru’l-Meânî (318)
[3]Demenhûrî, Şerhu’l-Cevheru’l-Meknûn (Hâşiyetü’ş-Şeyh Mahluf el-Minyâvî ile beraber) (142)
[4]Demenhûrî, Şerhu’l-Cevheru’l-Meknûn (Hâşiyetü’ş-Şeyh Mahluf el-Minyâvî ile beraber) (142)
[5]Muhtasar (322)
[6]Seyyid Şerîf, Ta’rîfât: ‘Mecâz’ maddesi…
[7]Şevkânî, İrşâdü’l-Fuhûl (23)
[8]İbnu Teymiyye, Kitâbu’l-Îmân (86-105), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrût, 1403
[9]Aynı eser (102-103)
[10]Dr. Muhammed Halîl el-Herrâs, Şerhu’l-Kasîdeti’n-Nûniyye (1/318), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrût, 1415
[11]Aynı eser (1/331)
[12]Aynı eser (1/422)
[13]Aynı eser (1/423)
[14]İmâm Nesefî, Akâid (Mecmû’a fî’l-Akâid) (7), Matbaa-i Ahmed Kâmil, 1331
[15]İbnu’l-Kayyim, el-Fevâidü’l-Müşevvak İlâ Ulûmi’l-Kur’ân ve İlmi’l-Beyân (14-81), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrût, 1402
[16]Alâuddîn el-Buhârî, Keşf-i Pezdevî (2/43), Şirket-i Sahâfiyye-i ‘Usmâniyye, 1309
[17]Kehf:77
[18]Fecr: 22
[19]Şuarâ: 15
[20]Saff: 12
[21]Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Mahmûd İbni Abbâd, el-Kâşif Ani’l-Mahsûl (2/308-312),İlmiyye, 1419
[22]İstiâre: Bir kelimenin bir başka ma’nâ içün ödünç alınması ve kullanılması.
[23]Müsteîr: İstiâre eden, ödünç alan. Meselâ, kafası çalışmayana eşek derken, dört ayaklı, uzun kulaklı ve bazen anıran ma’lûm bir varlıktan eşek ismi ödünç alınıp, şu kafası çalışmayan şahsa verilmektedir. Bu ismi verene müsteîr, yapılan işe istiâre, bir ma’nâ içün ödünç alınan lafza müsteâr, kelimeye müsteâre, ödünç verilen kişiye de müsteârün leh denir.
[24]Hûd:102
[25]Yûsuf: 82
[26]Kehf:59
[27]Bu ifâde, bize değil, el-Kâşif muhakkıkına âiddir; sözü devâm etmektedir. Nitekim (hilâl şeklinde değil de) köşeli parantez içine alınmıştır.
[28]Bakara:31
[29]İbrâhîm:4
[30]İsrâ:24
[31]Yûsuf:82
[32]Bakara:74
[33]El-Kâşif ani’l-Mahsûl Hâmişi (2/308-312)
[34]İbnu Kudâme, Ravzatü’n-Nâzır ve Cünnetü’l-Münâzır (1/182-183), Mektebu’l-Meârif, Riyad
[35]Adülkadir Bedrân, aynı yer(1/182-183)
[36]Şevkânî, İrşâdü’l-Fuhûl (22-23), Matbaa Mustafa el-Bâbî el-Halebî ve Evlâdühû, Mısır, 1356
[37]İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî (9/66) (Dârü’l-Fiikir)
[38]İmâm Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât:436.
[39]İmâm Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât:436-437
[40]Nûr: 35
[41]İbnu Cerîr, Tefsîr-i Taberî:18/105 (Dârü’l-Ma’rife)
[42]Kalem:42
[43]İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî:9/664 (Dârü’l-Fikir)
[44]Buhârî (5044)
[45]İbnu Cerîr, Tefsîr-i Taberî:18/105 (Dârü’l-Ma’rife)
[46]İbnu Cerîr, Tefsîr-i Taberî:15/75 (Dârü’l-Ma’rife)
[47]İbnu Cerîr, Tefsîr-i Taberî:18/105 (Dârü’l-Ma’rife)
[48]Bakara:115
[49]İmâm Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât: 391, Tefsîr-i Taberî:2/536 (Dârü’l-Meârif)
[50]İbnu Cerîr, Tefsîr-i Taberî:15/75 (Dârü’l-Ma’rife)
[51]Hadîd:4
[52]İmâm Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât:433
[53]Zürkânî, Şerhu’z-Zürkânî ale’l-Muvatta:2/35
[54]Fecr:22
[55]İbnu Kesîr, el-Bidâye:10/327
[56]Enbiyâ:2
[57]Kasas:88
[58]Buhârî, Sahîh (6/17)
[59]Hûd:56
[60]Buhârî, Sahîh (5/213)
[61]Haşr:9
[62]Haşr:9
[63]Buhârî (4889)
[64]İmâm Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât (593) (İlmiye)
[65]İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî (9/623) (Dârü’l-Fikir)
[66]İmâm Beyhakî el-Esmâ ve’s-Sıfât: 598
[67]Tefsîr-i Taberî:1/405 (Mektebetü İbni Teymiyye-Kâhire)
[68]Tefsîr-i Taberî:8/318 (Mektebetü İbni Teymiyye-Kâhire)
[69]Tefsîr-i Taberî:20/82 (Dârü’l-Ma’rife)
[70]Tefsîr-i Taberî:5/314-315 (Mektebetü İbni Teymiyye-Kâhire)
[71]Tefsîr-i Taberî:15/75 (Dârü’l-Ma’rife)
[72]Tefsîr-i Taberî:15/75-76 (Dârü’l-Ma’rife)
[73]Tefsîr-i Taberî:25/5 (Dârü’l-Ma’rife)
[74]Bedrüddîn el-Aynî, el-Binâye Şerhu’l-Hidâye (10/653), Dâru’l-Fikir, 1411
PDF'e AktarYazdır

BİR CEVAP BIRAK

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen buraya isminizi yazın