MÜ’MİN, DOMUZ ÇOBANI OLAMAZ MI..?
Ğurabâ
İslâmî bir hüküm olarak olamaz, câiz değil; ancak, bir cinâyet olarak gerçekleşmesi bakımından neden olmasın!.. Elbette olabilir!… Tamam; olmamalı, ama bu imkânsız değil… Hattâ, hem mümkin, hem de vâkı’.. Târîhte çok olmuş… Kur’ân ve İslâm Târîhi bunun benzerlerinin âdil şâhidleri… Günümüzde ise Türkiye’den Amerika’ya, Asya’dan Avrupa’ya, şimâlden cenûba bunun nice nice misâlleri var… Önce, târîh tünelinden geçmişe bir yolculuk yapalım. Sûfiyye’nin târîhte yer alan menkıbelerinden birini aktaralım:
Hani büyük bir zât vardı. Makamı ve mertebesi çok yüksekti. Bağlıları ve sevenleri de haddinden ziyâde idi. Ancak ma’sûm değildi. Yaptığı büyük bir yanlışlık sebebiyle ona başka büyük bir zât, Allah seni domuz çobanı yapsın diye beddüa etmişti. Ok hedefini bulmuştu… İnsanlık hâli bu ya, her nasılsa bir ermeni kızına âşık olmuştu. Kara sevda onu günbegün eritmişti. Ama nasıl olurdu?!.. O bir mü’min, öteki de İslâm’ı inkâr eden, peyğamberini yalancı, kitâbını da uydurma gören biriydi. Bu arada dostları tarafından hakkında söylenilenlerden rahatsız oluyor, artık şu husûsta bir söz dinlemek istemiyordu. Bu mes’elede kendisiyle ona nasîhat edebileceklerin arasında uçurumlar kazıyordu. Kendiyle çok mücâdele etmişti. Nihâyet dayanamayıp, sevdiği kıza tâlib olmuştu. Olabilirdi, ama tek bir şartları vardı. Ancak, bu şart çok ağırdı. Üstelik son derece de aşağılayıcıydı: Hristiyân olacak ve kızın babasının domuz sürüsüne çobanlık yapacaktı. Bir hayli ayak sürüdü. Lâkin artık dayanamıyordu. Bu kara sevdâ onu yakmış kül etmişti. Tükenmiş ve mecâli kalmamıştı. Bu aşk onu kör ve sağır da yapmıştı. Artık hak ve hakîkat namına hiçbir şeyi görmüyor ve işitmiyordu. İntihâr edip teklifi kabûl etmişti. Nihâyet Hristiyan olmuştu ve domuz sürüsünün çobanıydı. Çayırda onları güdüyordu. Uzaktan onu seyreden eski sevenlerinin yürekleri dağlanıyordu. İçleri sel gidiyordu. Ona baktıkça ağlıyorlardı. Artık düâdan başka bir şey kalmamıştı. Hoş, önde de düâ vardı; sonda da o vardı. Bunlar belki de yaptığı bir cinâyet veya söylediği bir kem söz, yâhud haksız bir ayıplama sebebiyle olmuş olabilirdi. Ama yaptığı onca güzellikler hatırına aff da edilebilirdi. Böyle bir musîbet kendi başlarına da gelebilirdi. Böylesi bir belâdan kim emîn olabilirdi?!… Ermeni kızı bir tane değildi ki… Bu yüzden onu kınayamıyorlardı… Düâları ve gözyaşları ne güne duruyordu?.. Sonunda ona acındı ve düâ edildi. İcâbet şartları belki vardı veya yoktu, ama ilâhî rahmet, ğufrân bulutları ve can suyu yağmurları şeklinde tecellî etmişti. O bereketli yağmurlar nefsânî ateşini söndürmüştü… Bir anda intibâha gelmişti. Ben ne yapıyorum, neredeyim? diye pişmân olup dövünmeye ve feryâd etmeye başlamıştı. Orayı hızla terkedip ilâhî rahmetin kucağına dönmüştü… Kâbus bitmişti… Başına gelen musîbetin ezikliği ve hüznüyle de derecesi katbekat artmıştı…
Bu menkıbe, menâkıb kitablarında neden anlatılmıştı?. Binbir gece masalları türünden miydi?!.. Elbette değildi… Geçmişte böyle olabilmiş idiyse, şimdi neden olmasındı?!.. Değişen bir şey yoktu… Üstelik şartlar daha da kötüye gitmişti. Zafiyetler zirveye tırmanmıştı. Kemâlâtlar da eskiye nisbetle hakîkî bebekle, naylon bebek arasındaki kadar büyük bir mâhiyet farkı arz ediyordu. Bunun istisnâsı artık nâdir değildi; enderdi. Elbette şunun anlatılmasında yenilerde domuz çobanı olanlara ve başka domuz çobanlığı namzetlerine ikaz vardı…
Yine, Kur’ân’ın o meşhûr kıssası… Allah’ın, âyetlerini verdiği halde onlardan sevdâlandığı dünyalıklar yüzünden sıyrılıp çıkan kulun mühim haberi… İsmi mühim değildi… Allah’ın kullarından biriydi… Burada âşık olunan, Ermeni kızı değil de bir ma’nâda Yehûdî kızıydı… Ne değişirdi?!.. Şu haber de hidâyetin kimseye, japon yapıştırıcısıyla yapıştırılıp perçinlenmediğinin ilâhî îkazıydı… Bu âkıbetten de kim kesin emniyet içinde olabilirdi?!.. O hâlde yine düâ, niyâz, ma’nen öldürmeyen bir korku ve şımartıp azdırmayan bir ümit muvâzenesi lazımdı…
Otu ite yoldurma âdetini hiçbir zaman rafa kaldırmayan zâlim ve ğaddâr bir düzenin tasallutu altında yaşamak zilletine mahkûm edilen, ama onun zulüm buudlarını yüzde bir bile olsa bilemeyen ve göremeyen ufuksuz mü’minlerim!… Güle oynaya kurtlar vadisinde sapanları ve basit ağlarıyla ceylan avına çıkan toy kardeşlerim benim!… Sepetlerindeki etleriyle yamyamlar diyârında mesîreye çıkıp mangal yakan yiğitlerim benim!.. Biraz sonra, kendilerinin yaktıkları mangalda yamyamlar tarafından o yanlarındaki etlerinin ve ilâve olarak kendilerinin cızbız edileceğini göremeyen zavallı ciğerparelerim benim!.. Bu vadide ava çıkıp da kurtlar tarafından avlanan ilk açıkgöz avcılar sizler değilsiniz… Yamyamların işgal ettiği ve kol gezdiği kırlarda eğlenmeye çıkıp da kendi yaktığı mangalda şu yamyamlar tarafından kızartılıp yenen ilk ehl-i zevk ve lezzet sizler değilsiniz… Uyanınız ve aklınızı başınıza alınız!… Batarsanız, sadece siz değil, sizinle beraber nicelerini batıracaksınız. Bu dünya, mü’minin cenneti olamaz… Unutmayınız ki, cenneti bu dünyada arayanlar onu âhirette bulamayacaktır… Yine unutmayınız ki, deveyi yardan atlatan bir tutam ottur, demişler…
İsmâil Hakkı Bursevî kuddise sirruhû ne de güzel söylemiş:
İş bu pâzâr-ı fenâde sâtılursen yoğa çûn
Sen cihânı sat, seni dünyâ-(y)ı fânî satmadan…
Yani, mâdem ki, bu yokluk ve hiçlik pazarında bedavaya satılacaksın/fâni dünya seni satmadan, sen bütün cihânı sat (ki yiğitlik sende kalsın.)
Evet, yerinde bir özür dilemek fazilettir; ancak, özür dilenmemesi gereken yerde özür dilemek veya kendimizi o zillete düşürmek -bir Mü’min olarak- hakkımız değildir. ‘Özür dilenecek her bir işten sizi sakındırırım’[1] meâlindeki Nebevî emre uyarak, nihâyet mertebede temkinli ve dikkatli olmalıyız. Başta Allah celle celâlühû ile Resûlü sallellâhu aleyhi ve sellem’in yasakladığı veya beğenmedikleri şeyleri işlemekten dolayı onlardan dünyada ve hele âhirette özür dileyecek hâle düşmemeliyiz. Sonra, kullardan ve bilhassa ehl-i dünyadan veya nâmerdlerden özür dilemek zorunda kalabileceğimiz işlerden de kat’iyyen uzak durmalıyız. Hattâ, arkasında duramayacağımız doğruları söylemeyi bir süre ertelemeliyiz. Hâsılı, pahası biçilemeyecek sanat hârikası bir tabloyu yere düşürüp kıran yaramaz bir çocuk gibi olmamalıyız. İbnu Ömer radıyellâhu anhumâ’ya, Haccac’ın zulmüne neden karşı çıkmadığı sorulunca, onun eziyyetine katlanamayacağını ve dayanamayacağını söyledi ve Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem efendimizden şu sözü rivâyet etti: Mü’mine kendini zillete düşürmesi yakışmaz.[2]Kur’ân’da, müşriklerin putlarına sövmek neden yasaklanmıştı? Onları Allah’a sövdürmemek içün; değil mi?.. Yoksa, onları Allah’ımıza sövdürtmemeye gücümüz yetecek olsa, bu neden yasaklanmış olsundu?!.. Onlar her türlü hakâreti fazlasıyla hak ediyordu. İbrâhîm aleyhisselâm, puta tapanlara, ‘yuh olsun size ve taptıklarınıza…’[3] derken günah mı işlemişti?.. Hâşâ… Hele, birçok noktada bâtıl üzere oldukları ve bâtıla sıçrama taşı yapıldıkları açık olan kimseler karşısında kendi doğrularımızı mahkûm, onların yanlışlarını ise ak-pâk i’lân etmeye hiç mi hiç hakkımız yoktur. Birileriyle, hikmetsiz ve bilhassa zamansız dalaşmaktansa bir süre çalıyı dolaşmamız, hakkı haksıza boğdurmaktan elbette ki daha münâsibdir; hattâ tek doğru olan iştir. Aksi takdîrde nezîh bir câmiaya ‘hodgam, nefsini tam öldürmemiş, makam ve mevki sevgisi tehlikesini bulunduran’ damgasını vurdurursak, bunun ilâhî vebâlinin altından kalkamayabiliriz. Hele, bunu Ümmet’in başına dehşetli çorapları örmenin şeytânî hesabları içinde olan iç ve dış şer mihrakların şu damganın hakîkî sâhibi olan bir numaralı taşeronlarına yaptırırsak, âdâlet-i ilâhiyyenin pençesinden kurtulamayabiliriz. Bu arada da kimseye bu husûsta, hattâ hiçbir husûsta kınama yollu tasrîh veya ta’rîzlerde dahî bulunmamalıyız. Zîrâ, imtihân henüz hiçbirimiz içün bitmemiştir. Unutmamalıyız ki, ‘kim kardeşini bir günahla ayıblarsa onu işlemeden ölmez.’[4] Bunu kimi âlimler ‘tevbe ettiği günâhından’ şeklinde sınırladıysalar da âciz kanâtimizce bu doğru olmayıp, hüküm umûmîdir.
***
Dilde, Kur’ân’da ve Sünnette mecâzın olup olmadığı, artık ilim ehli tarafından tartışılmayan bir husûs hâline gelmekle beraber günümüzün cühelâ ve bedevîler gürûhu inhirâf sâhibi seleflerinin bu husûstaki yanlışlıklarında ısrâr etmektedirler. Bu yüzden belki hakkında konuşulması zâid olan şu mes’elede birkaç kelâm etmek ihtiyâcı hâsıl olmuştur. Buna binâen bir makâle ile sizleri tenvîr etmeyi düşündük. Yine Eşref Ali et-Tânevî merhûmun ‘çağdaş ve modern’ Müslümanların bir hastalığı olan İslâm’ı İslâm’a göre değil de İslâm düşmanlarının ölçülerine göre anlamak noktasındaki temel çarpıklıklarını tahlîl eden ve üzerinde tesbîtler, tahlîller, teşhisler yapan ve çıkışlarını gösteren konferansını tercüme etmeye devam ettik.
Ayrıca sâir İslâm adına konuşan yeni akademisyenlerin İslâm’ı nasıl saptırmaya çalıştıklarını resmetmeye gayret sarf ettik. Ölülere Kur’ân okunması ve kabirler üzerine mescidler yâhud kubbeler yapılması ile alâkalı iki risâleyi de Türkçeye kazandırmayı münâsib gördük. Şu iki mes’ele Müslümanların günümüzdeki en can alıcı mes’elelerine göre çok arkalarda gelecek olan husûslar olmakla beraber zamanımızın hâricîleri tarafından ısrârla gündeme getirilmekte ve bunlar bahane yapılarak Ümmetin Eslâfı İslâm’dan sapmakla ithâm edilmektedir. Böyle bir süfli ithâmı ortadan kaldırmak ve şu câhil bedevîlerin cehâletlerini sergilemek maksadıyla bunlar Türkçeye tercüme edildi.
Maksadımız, kimileri gibi, bir Ehli Sünnet sektörü oluşturup pazar edinmek olmayıp, mütevâzî bir vazîfe icrâ ve îfâsından ibârettir.